Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dünya Siyaset
Pornografik savaşta bir “femme fatale” karakter: Lynndie England
Cihat Arınç
ABD’NİN Irak’ı işgalinin üzerinden geçen bir yılı aşkın sürenin ardından, Amerikalı askerlerin Iraklı sivillere uyguladığı sistematik işkencelerin fotoğrafları Mayıs ayının ilk günlerinde medyaya sızdı. Görüntülerin hepsi de Amerikan askerlerinin psikopatolojisini ortaya koyan ve yürek parçalayan cinstendi. Hiç kuşkusuz fotoğrafların ve bir korku “film”ini andıran bu karelerdeki karakterlerin her biri ayrı ayrı incelenmeye muhtaç; ama ben bu yazıda mevcut fenomeni işkence fotoğraflarının bir kısmından hareketle ve uluslararası internet sitelerinde “işkence fotoğraflarında sırıtan canavar” olarak anılan Amerikalı kadın asker Lynndie England üzerinden ele alacağım.
 
Pornografi: Şiddetin Estetize Edilmesi
Henüz 21 yaşında olan Lynn-die’nin fotoğraflara yansıyan davranışları, geleneksel olarak “kadın” karakterine atfolunan “şefkat, naiflik, zariflik, latiflik” gibi sıfatlarla örtüşmüyor. Fotoğraflarda Lynndie, Bağdat’taki Ebu Garib hapishanesinde tutuklu erkekleri çırılçıplak soyup üst üste yığıyor; onlara zorla erotik pozlar verdiriyor; bazısının boynuna tasmayı çağrıştıran bir ip takıp onu hayvan gibi yerde sürüklüyor; ağzında fallik bir nesne olarak tuttuğu sigarasıyla –ki fallus iktidarın simgesidir– “gururla” gülümseyerek, erkek esirlerin genital bölgelerini eliyle işaret ediyor.
Feminist kuramcı Andrea Dworkin, “Pornografi ve Acı” (1980) adlı makalesinde: “Pornografi vardır, çünkü erkekler kadınları aşağılamaktadırlar ve erkekler kadınları aşağılarlar, çünkü pornografi vardır.” diyerek, pornografi ile erkek-egemen aşağılama arasında birbirini besleyen bir ilişki olduğunu ileri sürer. Yine o, bir başka yerde yalnızca erkeklerin kadınlara tecavüz ettiğini, dolayısıyla da yalnızca erkeklerin ırz düşmanı/tecavüzcü olduklarını iddia eder. Elimizdeki fotoğraflar ise, Dworkin’in tespitinin indirgemeci ve tek taraflı olduğunu, dolayısıyla gerçeği saptırdığını kanıtlayan birer göstergedir. Çünkü bu fotoğraflarda erkek üzerinde hakimiyet kuran, onu aşağılayan ve erotik pozlar vermeye zorlayarak ona tecavüz eden, onu “arzunun nesnesi” kılan bir fallik kadın figürü (femme fatale) ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla zorlama ve işkence var olduğu için burada erotizmin varlığından söz edemeyiz; burada ancak pornografiden söz edebiliriz. Çünkü erotizm ile pornografi arasındaki ince çizgi “şiddet”tir.
 
Yudit Hikayesi ve Homoeopathic Paradox
Bir femme fatale (öldürücü kadın) olarak Lynndie, erkeğe hükmediş ve onu dize getiriş bakımından, kendilerine saldıran Asur ordusu komutanı Holofernes’i öldürerek Betulya halkını kurtaran bir dul kadın olan Yudit’i hatırlatıyor. İbranî geleneğinde yer alan ve Eski Ahit’e bağlı olup İbranîce metinleri bulunmadığı için Kitab-ı Mukaddes’in metnine dahil edilmeyen birtakım kutsal kitaplardan (apocrypha) olan Yudit Kitabı’nda anlatılan hikayeye göre Yudit, güzelliğini ve aklını kullanarak Betulya’da yaşayan Yahudileri ele vermek bahanesiyle Holofernes’e yaklaşır; onu sarhoş eder ve kafasını keser. Bunun üzerine Asur askerleri, kuşatmayı kaldırıp çekilirler; böylece Betulya kurtulmuş olur ve Yudit de halkı tarafından “kahraman” ilan edilir. Nitekim sanat tarihçisi Mary D. Garrard, Yudit karakterinin, kadın-düşmanı (misogynist) ve erkek-egemen (patriarchal) anlayışların yaydığı edilgen kadın tasvirlerini aşan bir “apokrifal kadın kahraman” (apocryphal heroine) olduğu tespitinde bulunur.
Iraklı esirlerin başlarına çuval geçiren Lynndie de, sivil hayatta yaşadığı West Virginia’daki Fort Ashby kasabasının ırkçı sakinleri tarafından “kahraman” olarak nitelendiriliyor. Başa çuval geçirmek, sıradan bir işkence olarak görülmemeli. Buradaki “baş” figürü sembolik açıdan çok önemli; çünkü baş, iktidarı simgeler ki onu ele geçiren, bütün vücuda hükümran olmuş demektir. Üstelik baş, yalnızca insanın bedensel varlığının değil, düşünsel varlığının da merkezidir. Dolayısıyla onu ele geçirmek, simgesel olarak onun hem fizik/cismanî ve hem de metafizik/transandantal gösterilenlerinin aşağılanması anlamını taşır. Nitekim bu satırların yazarı bu yazıyı kaleme aldığı sırada, el-Kaide terör örgütünün, işkencelere misilleme olarak Yahudi asıllı Amerikalı iş adamı Nicholas Berg’ü katlettiği iddiasıyla medyada yer alan “pornografik” kamera görüntülerinde –görüntülerin gerçekliği çoğunlukça kuşkuyla karşılanmakla beraber– Berg’ün zehirlenerek, kurşunlanarak ya da elektrik verilerek değil ve fakat kafası kesilerek öldürülmüş olması da, herhalde bu tespiti doğrulayan bir veri olsa gerektir. Ancak tam da bu noktada paradoksal bir durum açığa çıkmaktadır: Bu teşhirci kafa kesme görüntüleri, “şiddet şiddeti doğurur” önermesinin mi bir sonucudur, yoksa “çivi çiviyi söker” önermesinin mi? Şayet ikinci önermenin bir sonucu ise, o halde bu görüntüler bir tür homoeopathy (bir hastalığı, benzeri ile tedavi etme yöntemi) olarak da algılanabilir mi? Görüntülerin kurmaca olup olmadığını bilemiyoruz elbette; ancak –öyle veya değil– bu soru, Amerikan psikozunun ulaştığı safhayı teşhis etmek için esaslı bir soru olarak belirmektedir.
 
Adalet’in T’sini Düşürmek ya da “Öteki”nin Ölme Özgürlüğü
Yudit ve Lynndie’nin, birer gösterge olarak son derece benzer gösterenler sundukları halde, gösterilenler bakımından tamamıyla kontrast bir simetri arz ettikleri görülüyor. Şöyle ki; Yudit, kendilerini kuşatan zalim bir komutanın elinden halkını korumak maksadıyla kendi topraklarında mücadele ederek Holofernes’in başını keserken, Lynn-die savunmasız bir halkı kuşatan ve onlar üzerinde “büyük” projeler (BOP) yürüten bir devletin ordusunun “asker”i olarak kendisine ait olmayan topraklardaki sivillerin “başını kesiyor (=çuvallıyor)”. Yine buna paralel biçimde erkek iktidarının simgesi fallus’u (Iraklı erkek esirlerin cinsel organlarını) işaret ederek, bir başka fallik nesne olan “sigara” ile onun iktidarına meydan okuyor ve psikanalizin bütün önermelerini alt-üst edip simgesel baba rolünü üstlenmek suretiyle, esirleri sembolik olarak iğdiş ediyor.
Lynndie, fotoğraflar ortaya çıkmadan önce kendisini Yudit gibi hissediyor olabilirdi belki; çünkü üzerinde bulunduğu bu ülke, 11 Eylül saldırılarının ardından ABD tarafından, nükleer silahlarıyla terörizmi destekleyen ve Batı medeniyetinin özgürlükçü ve demokratik yapısını tehdit eden bir “düşman” ülke olarak tanımlanmıştı. Fakat fotoğraflar ortaya çıktıktan sonra vicdanını kaybetmemiş herkesin gözünde o, Vaftizci Yahya’nın kesik başını tepside taşıyan Salome’den farksızdı. Geç de olsa bunu anlamış olmalı ki, basına yansıyan açıklamasında “bütün bu olup bitenlerden dolayı pişman olduğunu, ancak tek sorumlunun kendisi olmadığını ve bu davranış biçimlerinin kendisine ve diğer işkencecilere üst düzey askerler tarafından emredildiğini” belirtiyor.
Sonuç olarak; Lynndie England, uluslararası hukuku hiçe sayarak Irak’ı işgal eden Koalisyon Güçleri’ni (ABD ve İngiltere) her bakımdan kendisinde tecessüm ettirmiştir: Bir ABD askeridir ve soyadı England’dır (=İngiltere). Aslına bakılırsa Lynndie’nin yüzündeki alaycı gülümseme, ABD’nin değişen yüzünü –ya da madalyonun öteki yüzünü– gözler önüne seriyor. Günden güne militarize olan özgürlükler cenneti ABD, kendisine atfettiği omnipotence (kadir-i mutlaklık) vasfıyla bütün dünyayı cehenneme çevirmeye doğru giderken adalet’in t’sini düşürünce –yani “adalet”in (hukuk’un) yerini “adale” (kaba kuvvet=güçlünün aynı zamanda haklı sayılması) alınca– Özgürlük Heykeli’nin de meşruiyeti sorgulanır hale geliyor. Tanımlanan özgürlük, nasıl bir “özgürlük” ve kimin özgürlüğü? Güney’e karşı Kuzey’in, Doğu’ya karşı Batı’nın, İslam’a karşı sekülerliğin, dünyaya karşı İsrail’in özgürlüğü mü? Kaçınılmaz olarak bu soru, yönetmenliğini F. F. Coppola’nın yaptığı Kıyamet (1979) adlı dehşetengiz savaş filmindeki bir diyalog sahnesini hatıra getiriyor:
“–Albay Kurtz’le konuşabilir miyim?
–Onunla konuşamazsın, onu dinleyebilirsin...”

Paylaş Tavsiye Et