Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Türkiye Ekonomi
Ekonomide paranoyanın erdemi
Adnan Büyükdeniz
İKTİSAT tarihi, Merkez Bankacıların paranoyasını haklı çıkaran hadiselerle dolu. Ekonomilerin zaman zaman dalgalanmalara maruz kaldığı, “aşırı ısınmış” ya da uzun vade denge değerlerinden uzaklaşmış piyasaların er ya da geç “kendini düzelttiği” görülür. Bu tür düzeltmeler bazen ekonomi üzerinde ciddi hasarlar meydana getirebilir; düzeltme geciktikçe de bunun ekonomiye olan maliyeti artar.
 
Yine mi Sermaye Hareketleri?
Türk ekonomisine, daha bu yılın Nisan ayı başlarına kadar büyük ölçüde olumlu beklentiler hâkimdi. Ancak son bir ayda gündemin birdenbire değiştiği, mali piyasaların daha kaotik bir görünüm almaya başladığı gözlendi. Geçen yıl Merkez Bankası’nın yoğun müdahalelerine rağmen gerileyen döviz kurlarının ani bir hareketle kısa sürede önemli bir artış gösterdiği, borsanın ciddi bir düşüş kaydettiği, ikincil piyasada hem Türk Lirası, hem dövizli bono ve tahvillerin değer kaybettiği ve dolayısıyla faiz oranlarının ciddi boyutta arttığı görüldü.
Her şeyin yolunda gittiğine inanılan bir ortamda bu ani iklim değişikliğinin sebebi ya da sebepleri neydi?
Piyasada yapılan yorumlar genellikle, bu yeni süreci, Amerikan Merkez Bankası’nın (Federal Reserve) faiz oranlarını artıracağı beklentisi ile, kısa vadeli yabancı sermaye fonlarının Türkiye’den çıkışının başlattığı yönündeydi. Gerçekten de bu süreçte yabancı yatırımcıların Türkiye’deki borsa, tahvil ve bono gibi mali yatırım araçlarından süratle çıktıkları, bunun da döviz talebi yaratarak döviz kurlarını yukarı çektiği gözlendi. Bu bilinmedik, daha önce yaşanmamış bir senaryo değil elbette. 1994 ve 2001 yılı başlarında Türkiye’de yaşanan mali krizde; 1995 yılında Meksika’da ve 1997 yılı sonlarında Doğu Asya ülkelerinde yaşanan ve dünya ekonomisini neredeyse çöküşün eşiğine getiren mali krizlerde kısa vadeli yabancı sermayenin rolü yadsınamaz. Kısa bir süre önce İstanbul’da konferans veren iktisatçı Joseph Stiglitz, gelişmekte olan ekonomileri “azgın bir açık denizde kürek çeken sandallar”a benzetmekte; böyle bir denizde sadece çürük bir sandalın değil, çok sağlam bir geminin bile batabileceğini iddia etmektedir. Stiglitz’e göre, kötü yönetilen bir ekonominin uluslararası piyasalardan darbe yemesi ne kadar mukadder ise, iyi yönetilen ama küçük bir ekonominin de uluslararası sermayenin gücüne yenik düşmesi o denli mümkündür. Tabiatıyla Stiglitz’den çok farklı düşünen iktisatçılar da mevcut. Bu iktisatçılar, uluslararası sermaye hareketlerinin gelişmekte olan ülkeler için temelde yararlı bir olgu olduğunu, bu ülkelerde zaman zaman yaşanan mali krizlerin ülkeye girip-çıkan yabancı sermayeden değil, bizzat bu ülkelerin uyguladıkları yanlış ekonomik ve mali politikalardan kaynaklandığını öne sürmektedir.
Günümüz iktisatçıları uluslararası sermaye hareketlerinin özellikle gelişmekte olan ülkeler üzerindeki etkileri konusunda oldukça köklü fikir ayrılıklarına sahip bulunmaktadır. Benim kanaatim, bir ekonomide iç dinamikler uygun olmadıkça, dış dinamiklerin o ekonominin gidişatını etkileme konusunda tek başına belirleyici olamayacağı yönündedir. Bu tür sermaye hareketlerinin bir ülkede mali ve ekonomik kriz çıkarmak için tek başına yeterli bir faktör olmadığını, ülkede krize müsait şartlar oluşmuşsa, kısa vadede hızlı sermaye çıkışlarının katalizör görevi görerek krizi derinleştirdiğini düşünebiliriz.
Bu açıdan, Türkiye’de son bir buçuk aylık dönemde mali piyasalarda yaşanan dalgalanmanın arkasındaki sebebin, ABD Merkez Bankası’nın faiz oranlarını artırma beklentisi ve bunun sonucu Türkiye gibi gelişen piyasalardan sermaye çekilişi olduğunu söylemek, bu dalgalanmanın ardındaki temel sebepleri tümüyle göz ardı edici bir basitleştirmedir.
 
Temel Bir “Düzeltme” mi?
Türkiye 2001 yılı başlarında “nominal çıpa” yerine esnek (dalgalı) döviz kuru rejimini benimsediğinden bu yana, döviz kurları oldukça ciddi boyutta bir dalgalanma yaşamaktadır. Döviz kurlarının “denge” seviyesinin üstüne çıktığı (buna literatürde “over-shooting” diyoruz) ya da “denge” seviyesinin altına indiği (“under-shooting”) bu tür dalgalanmalar, esnek kur rejimini seçen ekonomilerde geçişin ilk aşamalarında gözlemlenebilen bir olgu. Türkiye’de döviz kurunun son üç yıllık seyri incelendiğinde, çok kısa vadeler itibarıyla istikrarlı bir seyir izlediği görünümü veren döviz kurunun, daha geniş bir vade perspektifinde aslında ciddi bir dalgalanma yaşadığı görülebilir.
Bir ekonominin birden fazla noktada “denge”ye gelmesi mümkün olabilir; buna “çoklu denge” diyoruz. Son bir buçuk yıldır “ters para ikamesi” dediğimiz dövizden Türk Lirası’na hızlı geçiş, bankaların dövizde “açık pozisyon”larını artırması ve yüksek yurtiçi faiz oranları sebebiyle hızlanan kısa vadeli yabancı sermaye girişi döviz arzını artırmış, döviz piyasasında arz ve talep dengesinin Türk Lirası’nı “aşırı değerlendiren” seviyelerde oluşmasına yol açmıştır (“under-shooting”). Salt döviz piyasasındaki arz-talep dengesi, her zaman “doğru” döviz kuruna ulaştığımız anlamına gelmez. Talep ve arzın niteliği de önemlidir. Son bir buçuk yılda oluşan kur seviyeleri döviz piyasalarındaki dengeyi yansıtsa da, dış ticaret dengesi, cari işlemler dengesi gibi döviz kuru ile ilişkili diğer temel değişkenlerde kötüleşme yaşanmıştır. Enflasyon oranı hızla aşağı giderken, nominal faiz oranlarının gecikmeli olarak aşağı çekilmesi reel faiz oranlarının yüksek düzeyde teşekkül etmesine; bu da sonuçta döviz arzında yapay bir şişkinliğe yol açtı. Türkiye gibi bir ülkede aslolan, döviz kurlarının cari işlemler dengesini sağlayacak düzeylerde oluşması olmalıdır. Tasarruf ve dolayısıyla cari işlemler açığını kısa vadeli yabancı sermaye gibi son derece istikrarsız kaynaklara güvenerek finanse etmeye çalışmak her zaman çok riskli bir yöntemdir.
Son bir aylık süreçte yabancı sermaye fonları Türkiye’den çıkış yapmış; bankalar “açık pozisyonlar”ını kapatma yoluna gitmiş, ancak geniş kitlelerin kayda değer bir döviz talebi henüz olmamıştır. Son üç yıldır yaşanan dalgalı döviz kuru tecrübesinin, sabit kur rejimine göre farklı iktisadî davranış kalıplarının gelişmesine katkı sağladığı da gözlenmektedir. Son hızlı döviz kuru artışı bir “tehdit” olduğu kadar bir “fırsat” olarak da algılanmış; yüksek kurdan döviz satışları gelmiştir. Bu, döviz kurunun daha da yukarı gitmesini engelleyen, bir anlamda “piyasa aşırılıkları”nı frenleyen bir davranış olmuştur.
Döviz kurundaki son hareketlilik esas itibarıyla beklenen bir “düzeltme” olarak değerlendirilmelidir. Dalgalı kur rejimi içinde ekonomi yönetimlerinin temel sorumluluklarından birisi “doğru döviz kuru”nun teşekkül etmesini sağlayacak politikalar takip etmekse, diğeri de aşırı dalgalanmaya müsaade etmemektir. Zira son gelişmede de yaşadığımız gibi, ekonomik birimlerin temel rahatsızlık konusu döviz kurunun 1,5 milyon TL’li düzeylere çıkmasından ziyade, dövizin bu kadar kısa sürede bu denli hızlı yükselmesidir. Çok kısa sürede bu denli hızlı artış hem geleceğe dönük tedirginliği artırmakta, hem de intibak sorunları yaratmaktadır.
Özetle; mali piyasalardaki son hareketlenmeyi yeni bir krizin habercisi olarak değil, ekonominin yeni bir döviz kuru, yeni bir enflasyon düzeyinde yeni bir denge arayışı olarak yorumlamak daha doğrudur.
Tarihçilere göre, her hadise “biricik”tir, tekrarı yoktur. İktisatçılara göre ise, toplum ve tabiattaki güçler kendi kendini tekrarlayan biçimde hareket eder.
Geçmiş krizlerimizi ve diğer ülke tecrübelerini doğru okumak ve onlardan ders çıkarmak zorundayız.
Aksi takdirde “tarihin bize öğrettiği yegane şey, tarihin bize hiçbir şey öğretmediğidir” diyen Hegel’i doğrulamış oluruz.  

Paylaş Tavsiye Et