Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
İslam mûsikî kültürünün zirvesi: Osmanlı mûsikîsi
Yalçın Çetinkaya
ANTİK Yunan düşüncesi, İslam filozoflarının elinde adeta yeniden şekillenmiş; Aristo ve Eflatun gibi bazı Antik Yunan filozofları, İslam düşünce dünyasında yeni bir kişilik ve kimlik kazanmışlardır. Birçok İslam filozofunda ve düşünce ekolünde, Antik Yunan düşüncesinin izlerini görebilmek mümkündür. Hatta iz olmanın ötesinde, açık bir etkilenme de denilebilir buna. Antik Yunan ve İslam düşünce ekolleri arasındaki temel farkın, İslam düşüncesinin vahy süzgecinden geçmiş bir düşünce sistemi olmasında yattığı söylenir.
Seyyid Hüseyin Nasr’a göre, iki önemli nehir medeniyeti olan Mısır ve Mezopotamya, Grek filozof ve ilim adamları sahneye çıkıp teorilerini kurmadan ve onları geliştirmeden çok önce, olağanüstü nitelikte tıp ve matematiğin temellerini atmıştı. Yeryüzünü olduğu kadar gökleri de araştıran bu uzun geleneği temel alan Grekler, ilmî faaliyet merkezleri İskenderiye’ye kaymadan önceki yaklaşık üç yüzyıl gibi nispeten kısa bir süre içinde sırasıyla Thales, Pythagoras, Platon ve Aristoteles’i yetiştirdiler. Grek gücünün alacakaranlığı ile eski Mısır medeniyetinin son nefesleri esnasındaki Mısır ülkesinde Grek, Mısır ve Doğu ilimlerinin bir sentezine ulaşıldığını söyler Nasr. Bu sentez, ilim tarihinin Oklides, Batlamyus (Ptolemeus) ve dolaylı olarak Calinus gibi, İslam medeniyetine adeta Müslüman öğretmen ve üstadlarmış gibi girmiş isimler yetiştiren en verimli dönemlerinden birine yol açacaktı.
Yine Nasr’ın aktardığına göre Grek-Helenistik miras İslam dünyasına doğrudan Atina’dan değil, İskenderiye’den ulaşmıştı. Böylece Platon (Eflatun), çoğunlukla Yeni-Platoncular’ın fikirleri çerçevesinde, Aristo ile Afrodisiaslı İskender ve Themistius aracılığı ile tanınmış olmaktaydı. Mistik unsurlarla titiz bir mantığı bir araya getiren, çeşitli ilim geleneklerinin sentezini yapan, tüm ilimleri “bilgi türü”ne göre ve başka birçok bakımlardan sınıflandıran İskenderiye ilmi, İslam dünyasının beklediği tarihî misafirdi ve nitekim aynı tarzda İslam ilmi haline getirilerek Batlamyus ve Orijen’in İskenderiyesi, İbn Ataullah el-İskenderânî gibi Müslüman şeyhlerin yetişeceği Müslüman Mısır’ın incisi haline geldi. Bu akışın, diğer medeniyetlerdeki mûsikî birikimlerinin ve düşüncelerinin de aynı yolla İslam dünyasına girmiş olabileceği söylenebilir. Bu “ilim intikalleri”, İslam dünyası için normal ve doğrudur. Hz. Muhammed’in “İlim, Müslüman’ın kaybolmuş malıdır. Onu bulduğu yerde alır” hadis-i şerifi, Müslüman ilim adamını, müzisyenini, düşünürünü, araştırmacısını cesaretlendirir ve harekete geçirir. Onun zihin evrenini geliştirir, genişletir.
İslam düşünürleri ve müzisyenleri, muhtemelen mûsikî ile ilgili bilgi materyallerini de vahy süzgecinden geçirerek değerlendirdiler ve bunun sonucunda ortaya oldukça ihtişamlı bir İslam mûsikî düşüncesi formu çıktı. İslam mûsikî düşüncesi formu; Hermes ve Pyhtagoras’ın müzik düşüncelerinden süzülerek, el-Kindî, el-Farabî ve İbn Sina gibi düşünürler ve İhvân-ı Safa gibi düşünce ekollerinin katkıları sonucu, söz konusu ihtişamına ulaştı. Bu arada mûsikî ile ilgili olarak Abdülkadir Meragî ve Safiuddin el-Urmevî gibi şahsiyetlerce de, günümüze kadar ulaşan ve oldukça anlamlı teorik çalışmaların yapıldığını belirtmeliyiz.
Yıllar önce yazdığım bazı müzik yazılarında, Türk Müziği (Rauf Yekta Bey’e ait bir adlandırmadır), Klasik Türk Müziği, Türk Mûsikîsi gibi adlandırmaların yanlış ve eksik olduğunu ve en uygun adlandırmalardan birinin “Osmanlı Mûsikîsi/Müziği” olabileceğini yazmıştım. Tabii olarak bu yazıların herkes tarafından okunmuş olacağı beklenemez. Aklın yolu da bir olduğuna göre, böyle bir adlandırma, konuyla ilgili herkes tarafından yapılabilir demektir. Kaldı ki yapılıyor da…
Osmanlı medeniyeti, sadece Türklerin meydana getirdiği bir medeniyet değildi kuşkusuz. Geniş Osmanlı coğrafyasının içinde kalan bütün dini ve etnik toplulukların, bu medeniyetin meydana gelmesinde bir şekilde payı ve katkısı vardır. Ancak bu medeniyet, bir “İslam medeniyeti”dir… İslam medeniyeti de, bir “insanlık medeniyeti”dir; geniş katılımlı, geniş katkılı, geniş ufuklu ve olabildiğince zengin bir medeniyettir. Kimden olursa olsun; fıtrata, ahlaka, akl-ı selime uygun, temiz, yararlı bütün katkıları kabul eder ve bu katkılardan dolayı da asla rahatsızlık duymaz. Çünkü İslamiyet, yerel ve bölgesel bir din değildir… Bütün insanlığa indirilmiştir ve her şeyden önemlisi, tabir caiz ise, “kendine güveni tamdır”. Tabii olarak bu dine ait bir medeniyetin meydana çıkmasında “insanlığın” katkıları olmalıdır.
Osmanlı medeniyetinin bence en zengin alanı olan Osmanlı mûsikîsi, derin bir tarihsel boyutu, kadim bir geçmişi olan, hatta Hz. Adem ile başladığını söyleyebileceğimiz İslam mûsikî düşünce ve sanatının bir devamı ve hatta zirve noktasıdır. Osmanlı mûsikî sanatının Itrî, Dede Efendi, III. Selim, Hacı Arif Bey, Zekâi Dede gibi hemen hemen bütün isimlerini; el-Farabî, el-Kindî, İbn Sina, Abdülkadir Meragî ve Safiuddin el-Urmevî gibi bu sanata bir şekilde katkısı bulunmuş insanlardan ayrı düşünmek mümkün değildir. Hatta bu isimlerin hepsinin, aynı kültür ve medeniyetin içinde ve söz konusu müzik kültürüne katkıda bulunmuş kimseler olduğunu düşünmemiz yanlış olmaz. Bu mûsikînin başlangıcını da 16 veya 17’nci yüzyılla sınırlandırmak, bu müthiş birikime yapılmış bir haksızlık olur. Ayrıca Türk mûsikîsi tarihini incelerken İslam kültür ve medeniyetinin etkisini görmezden gelmek, genel olarak İslam kültür ve medeniyetinin, ama daha özelde tasavvuf anlayışının, bu anlayıştan doğan eğitimin, Mevlevîhane edeb ve görgüsünün nasıl bir “Osmanlı-Türk müzisyeni” profili ortaya çıkardığını hesaba katmamak ve bunu anlayamamak da, bu müthiş birikime yapılmış ikinci bir haksızlık olur. Osmanlı müziğini bütün bu kültürel mirastan ve İslam kültür-medeniyet dairesinden ayrı düşünmek mümkün değildir.
Yahya Kemal, “Çok insan anlayamaz eski mûsikîmizden/Ve ondan anlamayan, bir şey anlamaz bizden” diyor bir şiirinde. Bizi anlamak için mûsikîmizi anlamak ne kadar önemliyse, mûsikîmizi anlayabilmek için de, o mûsikînin beslendiği İslam kültür ve medeniyetini, daha da önemlisi, İslam kültür ve medeniyetinin içinde gelişen tasavvuf kültürünü anlamak o kadar önemlidir. İslam kültür ve medeniyetinden ve özel olarak tasavvuf kültüründen bir şey anlamayan, onu hesaba katmayan ve onu görmezden gelenin de, her ne kadar biliyor ve anlıyor görünse de, bu bilgi ve birikimini fırsat ve zemin bulabildiği her yerde ortaya koymaya çalışıyorsa da, Osmanlı mûsikîsinden pek bir şey anladığını ve bu cevherden hakkıyla nasibini aldığını söylememiz maalesef mümkün değildir.

Paylaş Tavsiye Et