Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
“Terör”ün Avrupa’dan görünümü
Sadık Ünay
SOĞUK Savaş döneminde zamanın süper güçleri arasındaki silahlanma yarışına ve psikolojik mücadeleye verilen önem, aslında epeyce bir mazisi olan ve kabaca terör diye nitelenen ideolojik-siyasi bir hedefe yönelmiş şiddet hareketlerine dair analizlerin son derece kısıtlı ve marjinal kalmasında önemli rol oynamıştı. Öyle ki, Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail hariç, Batılı ülkelerde terörizm konusunda ciddi analizlere ve karşı mücadele stratejilerine dair araştırmalara rastlamak neredeyse mümkün değildi. İngiltere’nin yıllardır çözülemeyen Kuzey İrlanda problemi ve İspanya’da Bask bölgesindeki ayrılıkçı eğilimler gibi lokal birkaç vakıa dışında terör kavramının günümüzde olduğu yaygınlıkta kullanılması ve araştırılması da sözkonusu olamıyordu. Bu anlamda Washington’da Cumhuriyetçilerin neocon (yeni-muhafazakâr) ekibince geliştirilen yeni emperyal retorik ve dış politika yaklaşımı, başta İngiltere olmak üzere Avrupa’nın genelinde bir atmosfer değişikliğini tetiklemiş oldu.
Aslında İngiltere, Fransa, Hollanda, İspanya, Portekiz ve hatta Almanya-İtalya gibi değişik ölçeklerde sömürgecilik sistemleri oluşturmuş devletler için terör tanımlamasının tarihsel gelenekten pek kopuk bir tanımlama sayılmaması gerekirdi. Bunun en başta gelen sebebi ise, “terör” kavramının ilk olarak dekolonizasyon süreci sırasında sömürgeci güçlere karşı mücadele vermek için oluşturulan grupları ve bu grupların başvurdukları siyasal şiddete dayalı hareketleri tasvir etmek için kullanılmış olmasıydı. Bu bağlamda, sömürge imparatorluklarının kuruluşu ve kurumlaşması sırasında merkezi devletler tarafından kullanılan siyasi şiddet, terör tanımlamasının doğal olarak dışında tutuluyor ve pek çok çatışma ortamında gündemi işgal eden “terörist versus özgürlük savaşçısı” ikilemi doğuyordu.
Örneğin, İngiltere’de terör ile ilgili akademik çalışmaların uluslararası ilişkiler disiplini içinde sistematik olarak yerleşmesini sağlayan en önemli analizcilerden St Andrews Üniversitesi öğretim üyesi Paul Wilkinson, Kraliyet Hava Kuvvetleri’ndeki askerlik kariyerini İngiltere’nin sorunlu sömürge alanlarında tamamlamış ve ardından tecrübelerini akademik alana yansıtma ihtiyacı duymuştu. “Terörizm”in başlı başına bir inceleme konusu olarak ele alınması gerektiğini 1970’lerden bu yana sürekli olarak eserlerinde vurgulayan Wilkinson, dünya sahnesinde görülen ilk somut siyasi amaçlı şiddet kullanımı örneklerinin “devlet terörü” olduklarını da reddetmiyor. “Pax Brittanica” denilen global İngiliz hakimiyeti döneminde şiddet hareketleri, yoğun biçimde İngiliz çıkarlarına yöneliyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından “Pax Americana”ya, yani küresel ölçekte Amerikan hegemonisine yaşanan geçişle birlikte terör, esas itibarıyle Amerikan hedeflerine yönelmeye başladı.
Dünya Ticaret Merkezi ile Pentagon’u hedef alan 11 Eylül saldırılarının Amerika Birleşik Devletleri ve onun Avrupa’daki müttefikleri açısından en büyük yansıması, hem algılama, hem de karşı-strateji geliştirme bağlamında “terör”ün global karakterinin bütün açıklığıyla ortaya çıkması oldu. Washington’da yerleşik yeni-muhafazakâr ekip için “Yeni Amerikan Yüzyılı” projesini hayata geçirme yolunda “teröre karşı global savaş” retoriği bulunmaz bir hazine gibiydi. Bağımsızlık Savaşı’ndan bu yana fiziki yıkım görmemiş Amerikan topraklarında gerçekleşen bu saldırıların devasa boyutları, ulusal ve uluslararası kamuoyunu global bir tehdidin varlığına ve bu tehdide karşı sistematik bir global mücadelenin başlatılması gerektiğine ikna etmek için fazlasıyla yeterliydi. Tabii bu arada Amerika’nın uzun dönemli stratejik çıkarlarına hizmet edecek adımların ve taktik manevraların meşrûiyetini terörle mücadele bağlamında oluşturma imkanı da doğmuş oluyordu.
ABD’de yaşanan gelişmelerin başta İngiltere olmak üzere Avrupa’nın merkezi devletleri üzerinde köklü yansımaları olması elbette ki kaçınılmazdı. Özellikle Tony Blair’in tarihte hiçbir İşçi Partisi Lideri’nin başaramadığı şiddette pro-Amerikan bir yaklaşım benimseyip Cumhuriyetçi Amerikan yönetiminin tek taraflı stratejisine kayıtsız-şartsız destek vermesi, “global terör” kavramının popülerleştirilmesi ve Amerikan yaklaşımının Avrupa’da da pazarlanması bakımından epeyce etkili oldu. Fransa-Almanya merkezli Avrupa Birliği mihverinin yanlarına Rusya ve Çin’i de alarak çok taraflı platformları devreye sokmaya ve Amerikan-İngiliz “rövanşizm”ini dizginlemeye çabalaması, Afganistan ve Irak’a karşı düzenlenen askeri operasyonlar sürecinde kısmen etkili olsa da, sonuçta, Avrupa’nın da “teröre karşı global mücadele”nin merkezi cephelerinden birine dönüşmesini önleyemedi.
Öte yandan, Amerika’daki örneklerinden ilham alınarak özellikle İngiltere ve İskandinav ülkelerinde terör konusunda akademik çalışmalar yapma, alan araştırmaları gerçekleştirme, terörist örgüt ve şahıs profilleri oluşturma ve tüm bunları yaparken gerek siyasi otoriteler, gerekse istihbarat otoriteleri için genel bir söylem oluşturma faaliyetleri giderek hız kazandı. Yeni araştırma merkezleri ve enstitüler kuruldu; varolan köklü araştırma kuruluşları ve hükümetler kaynak aktarımı yaparken terörizm üzerine yapılan çalışmalara öncelik vermeye başladı. Sessiz ve derinden gerçekleşen bu gelişmelere paralel olarak, 11 Eylül sonrası kitle iletişim medyası aracılığı ile başlatılan ve terör tehdidini “el-Kaide” sembolizminden sonra Afganistan ve Irak’a karşı düzenlenen askeri operasyonlar ile bağdaştıran halkla ilişkiler faaliyetleri büyük oranda başarıya ulaştı. Öyle ki, Irak’a karşı başlatılan askeri saldırının “teröre karşı global savaş” ile doğrudan bağlantısını ve Irak’ta bulunduğu varsayılan kitle imha silahlarının Batı dünyası için ciddi bir tehdit oluşturduğunu kendi partisine ve kamuoyuna dahi izah edemeyen Tony Blair, beklendiği kadar ciddi bir iç siyasi direnişle karşılaşmadı.
Bu bakımdan, “teröre karşı global savaş” retoriğini Avrupa’ya ithal eden ve bu süreçte siyasi kariyerini tehlikeye atan Blair’in Saddam Hüseyin’in Irak’ta ele geçirilmesini dünya kamuoyuna açıklayan ve bir taraftan da insancıl tonda barış çağrısı yapan ilk dünya lideri olması yadırganmamalı. Aynı şekilde, Saddam Hüseyin’in medyatik yakalanışının hemen ardından belki de benzer bir kadere uğramak ile tehdit edilen Libya lideri Muammer Kaddafi’nin kitle imha silahlarına ilişkin programını iptal etmeyi kabul ettiği de yine Blair tarafından ilan edildi. Irak’ta uzun aramalara rağmen bir türlü bulunamayan kitle imha silahlarına dair sorular ile bunalan Blair ve Avrupalı “anti-terör lobisi” için bunlardan daha iyi yılbaşı hediyesi düşünülemezdi herhalde.

Paylaş Tavsiye Et