Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Kendisi ile öteki arasında İslam dünyası
Atilla Pamirli
İKİ asırdan beri Müslümanlar zilletten konuşuyor. Bu zillet, sadece zulmü sanat haline getirmiş ötekilerin ayakları altına düşmekten doğmadı. Biz kendi kendimizi düşürdük. O “kendimiz” ne ise, bazen parlayan, bazen sırra kadem basan bir şey. Bir bakıyorsun sende, bir bakıyorsun ağyârın kucağında...
Zilletten bahsetmekten çare aramaya vakit kalmadığı için, gamsızlığımız da, çabalarımız da zillete düştü. Zilleti de yanlış anladık. Üzerimize gaipten inmiş bir lânet gibi gördük onu. Kendimizin dışında aradık... Kendimizi karamsarlığa duçar eden görünmez ama bitmez-tükenmez bir çukur gibi gördük onu. Mevlânâ, “çukura her zaman âmâlar düşmez. Bazen gözleri görenler de düşer” der. Bizler gözlerimiz açık, bile bile çukurlara düşebileceğimizi unuttuk.
“Kendini muntazaman ziyaret ediyor musun?” Biz kendimizi çok nadiren ziyaret ediyoruz. Hatta kendi kendimizi unuttuk. İki asırdan beri ötekiler ne diyor, ne yapıyor, onunla uğraşıyoruz. Bizcileyin değil, onculayın bakıyoruz.
Bunu kendimizi bulmak için yaptığımızı söyleyip duruyoruz. Ama aslında yaptığımız şey, ötekilerin haline yaklaşmanın yollarını aramak. Yani zilletten kurtulmak için, zilletimizi artıracak bir hali arzu ediyoruz. Bunun ilmini de yaptık, felsefesini de... Ama hâlâ kendimizi bulamadık. Başkası olmak için çabalarken, kendimizi unuttuk. Yerimizi, yolumuzu, yurdumuzu, hâlimizi, mazimizi, istikbalimizi unuttuk.
Bir yandan da ötekini yok saydık. İsmi tanıdık gelmeyenlere kapılarımızı sımsıkı kapadık. Onların da bizim gibi aynı havayı soluduklarını ve köklerinin muhtemelen bir yerde bizim kökümüzle birleştiğini unuttuk. Dünyanın gerçeklerine sırt çevirdik. Kapandıkça küçüldük, küçüldükçe vehmimiz arttı.
Biz yurdumuzu unuttuk. Mevlânâ demiyor mu: “Senin esas yurdun, bulunduğun yer değil; gideceğin yerdir, menzilindir.” Kimimiz memleketini yurt belledi, onun dışına adım atmamaya ahdetti. Kimimiz denizaşırı her yeri yurt gördü, ama oralı olamadı. Çoğumuz coğrafyayı sınırlar olarak gördü. O yüzden İslam dünyası denince bölünmüş, parçalanmış memleketler hayal etti. Oysa İslam dünyası tekmil bu dünyadır.
Eğer yurdumuz geleceğimiz ise, durum daha da vahim... Gitmeyi hep arzu ettik, ama yol hazırlığı yapmadık. Yani yolu ve menzili hep dile getirdik, ama bir türlü yolculuğa azmedemedik... Bir türlü yolcu olamadık.
Yolu hepimiz biliyoruz. Ama o yola giremedik. Ötekinin hoşuna gidecek bir yol değil diye, haritada başka, sahada başka yollar gösterdik.
Halimizi unuttuk. Zilleti kader bildik, sevmedik ama zilletten gayrete geçemedik. Zenginliği dışarıda aradık. Duymadık özümüzün sesini: “Kanadın olmadan da bir daire çizebilirsin. Yemeden de beslenebilirsin, tahtın olmadan da sultan olabilirsin. Talihin esiri olmak kader değil; sen kendi talihin olabilirsin. Uykudan uyan artık... Pazarı terk et, artık öğren: Senin zenginliğin kendi özündür.”
Çoğumuz çaba sarf etmenin zahmetinden, başarısızlık tehlikesinden rahata düştü. Kimimiz hazır fikirlere rağbet etti; başkasının fikriyle başkası oldu. Kimimiz hiç düşünmemeyi yol edindi; yok oldu. Çoğumuz İslam’ı anlatırken İslam’ca söylememeye itina gösterdi.
Halimiz değişmedi. Çünkü kendimizi de, başkalarını da kuvvete göre var saydık. Batı’nın, kuvveti en kutsal değer haline getirmesine kızdık. Haklıydık da; çünkü böyle bir ahlâksız kuvvetin en büyük kurbanı bizdik. Ama biz de kuvvet ararken sanki Batı’nın ayak izlerini takip ettik. Müslümanlar zilletten kurtulmak için, kendilerini zillete düşürenin kendileri olduğunu unuttular... O yüzden, Batı nasıl tahakküm ettiyse öyle tahakküm etme sevdasına düştüler. Oysa, karanlığı karanlıkla yenemeyiz...
Müslümanın gücü Görünmeyen’e ittibâ etmektedir. Görünen, ancak bu sayede değer kazanır. Halbuki biz görünürdeki kuvvete bakmaktan, kendi içimizdeki gücü göremedik. Görünürdeki kuvveti, parayı, makamı, şaşaayı kınadıklarımız kadar biz de kutsadık...
İslam medeniyeti diğerlerinden farklıdır. Mekana ve zamana bağlı değildir: Yeryüzünde iman etmiş bir kişi olsa bile, tek başına İslam medeniyetini inşa etmiş demektir. Bütün medeniyet unsurları o imanlı bir kişinin cevherinden doğar. Kardeşlik ve kardeşini gözetmek de onu büyütür.
Bu yüzden İslam medeniyeti asla bitmemiştir. İmanlı insanlarla capcanlı yaşayıp gelmiştir. Onun görünürdeki zaafı ve zilleti, bir yandan Batı’nın akıl almaz gayri meşruluğuna uyamamasından, bir yandan da kendi özünü kendisinin değerleriyle değil, Batı’nın değerleriyle anlamlandırmaya çalışmasındandır.
Bizi kendimiz yapacak şey, bu eşi olmayan ve varlığımızın temelini oluşturan iman özüne yapışmaktır. Onu anlatırken ve savunurken bile ona kılıflar biçmek, ondan hicap etmek, onu mazeretlerle, şık argümanlarla saklamaya çalışmak asla değildir.
Biz, kendimiz olamadığımız için, kardeşliği de savsakladık. Bizi birbirimize sınırların, pazarların, partilerin, yolların değil; inancımızın bağladığını unuttuk. Ancak böyle tevsik edilemeyen, tabelası olmayan, süreli yayını, üyelik mührü olmayan bir kardeşliğin gerçek kuvvet olduğunu unuttuk...
Kısacası, dışımıza bakıp yönsüzlüğün sefaletini müşahede etmek kadar, içimize bakıp özümüzün eksiklerini de görmemiz gerekiyor. İçimizdeki kendimizi bilmedikçe ve ona bağlanmadıkça, dışımızdaki dünyayı ve diğerlerini anlamamız mümkün değil. Anlamadığımız bir dünyayı ise ne değiştirebilir, ne de yeni bir minvalde inşa edebiliriz.
Bugün Müslümanların eskisine göre daha çok parası, daha çok imkanı, daha çok dernekleri, vakıfları, gazeteleri, şirketleri var. Ama bunlar o varlıkları, o kuvvetleri farklı ve bereketli kılmıyor. Zemmettiğimiz Batı gibi biz de bilgi ve parayı biriktirdikçe olduğumuzu sanıyoruz. Halbuki en önemli eksiğimiz ahlâk... Kendimizi hatırlatacak, kendimizi olduracak bir ahlâk... O olmadan hiçbir kuvvet bizi kendimiz yapamaz.
Varlık ahlâkına bu yüzden ihtiyacımız var: Kendimiz bilgimiz, bilgimiz fiilimiz, fiilimiz eserimiz, eserimiz de kendimiz olmak zorunda...

Paylaş Tavsiye Et