Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
İslam dünyasında neden bölgesel işbirliği yapılamıyor?
İsmet Ali Şahin
İKİNCİ Dünya Savaşı sonrasında başlayan kutuplaşmayla birlikte Soğuk Savaş döneminde İslam dünyasında çözülüşün nihai noktasına ulaşıldı. Sömürge devletleri girdikleri ülkelere sistemlerini ve kültürlerini dayatarak kendilerine bağımlı hale getirdiler. İslam dünyası iki bloklu uluslararası sistemde bütünüyle edilgen konuma düştü. Bazı Müslüman unsurlar ise yalnızca imajlarını koruma ve küresel ve bölgesel güçlere karşı caydırıcı güç unsuru olma amacıyla göstermelik olarak bölgesel teşkilatlar kurdular. İlk önce 1950 yılında Arap Ligi ve Arap Ekonomik Sosyal Konseyi kuruldu. Daha sonra 1960’ların ortasında, amaçları daha belirgin olmak üzere dört büyük teşkilat kuruldu: Arap Ortak Pazarı (1964), Arap Ekonomik İşbirliği Konseyi (1964), Arap Kültür Teşkilatı (1964) ve Orta Afrika Gümrük ve Ekonomik İşbirliği (1964). Çift kutuplu sistem karşısında inşa edilmeye çalışılan bu güvenlik ve işbirliği olgusu hakiki kuvvete matuf olmayan, edilgen bir siyasi söyleme sahipti. İslam dünyasının bu edilgenliğinde Hilafetin kaldırılmasının yol açtığı lider boşluğu ve Osmanlıdan kopan unsurların direnecek askeri ve teknolojik güçten yoksun oluşu önemli etkenlerdi. Dağılan İslam dünyası farklı sömürgeci güçlere tabi olmuş; İran, Türkiye ve Afganistan dışındaki bütün topraklar sömürgeci güçlerin eline geçmişti. Fas-Tunus-Cezayir’de Fransa, Libya’da İtalya, Mısır’da İngiltere, Orta Doğu’da Fransa ve İngiltere, Asya’da Hollanda, İngiltere ve Fransa hakim oldu. Bu dört sömürgeci ülkenin uyguladığı ekonomi politikalarının birbiriyle çelişmesi ve dayatılan sömürge dilinin farklılığı, bölgesel ticari ve siyasi işbirliğini teknik olarak engelledi.
Küreselleşme sürecinin başlaması ve G-7’lerin önderliğinde dünyada ticaretin serbestleştirilmesiyle bölgesel işbirliği teşkilatlarının önü açılmaya başladı. Ancak bu sefer de büyük güçlerin çokuluslu firmaları ve büyük markaları bu bölgelere ve yerel kültüre çoktan sızmıştı. Örneğin Kuzey Afrika havzasında Cezayir’in tarımsal zenginlikleri ve doğal gazı, Libya’nın petrolü ve Mısır’ın pamuğu için zengin gümrük birliği imkanı, sırayla Fransa, İtalya ve İngiltere yüzünden Soğuk Savaş sonuna kadar başarılamadı.
Arap Mağrep Birliği 1989’da Mısır haricindeki Batı Afrika ülkelerinin ekonomik ve kültürel işbirliğini geliştirmek ve üyelerin entegrasyonunu sağlamak üzere kuruldu. Henüz ciddi ticaret rakamlarına ulaştığını söylemek zordur. Çünkü hem dillerini dayatan sömürge güçlerinin kültürel ve siyasal etkileri hâlâ sürmekte, hem de ABD’nin ve diğer güçlerin şirketleri bölgede gerçekleşen ticaret hacminin büyük oranını elinde bulundurmaktadır.
 
İç Dinamikler
İslam dünyasının ekonomi politiğinin tepkisel ve edilgen bir şekil almasının temelinde, bu ülkelerin sahip olduğu farklı ekonomi planlarının ve yönetim anlayışlarının, uzun dönemli bölge-içi işbirliği teşkilatlarına teknik engeller çıkarması yatıyor. Bu bağlamda, İKÖ’yü takiben, 1970’li yıllarda ekonomik işbirliği çerçevesinde kurulan Arap İktisadi ve Sosyal Kalkınma Fonu (1971), Arap Para Fonu (1976), Arap Petrol Yatırım Şirketi (1976), İslam İktisadi Araştırma Merkezi (1977), İslam Ticareti Geliştirme Merkezi (1983) gibi teşkilatlar da pasif kaldılar. Bu dönemde uluslararası ekonomi politik sistemdeki hakim anlayış, kendi kendine yeten bağımsız ulusal ekonomiler kurmaktı. İktisadi ve siyasi gücü elinde bulundurmak isteyen elitler, rasyonel olmamasına rağmen, kendi sınırlarında bağımsız ekonomiler kurmayı, bölgesel işbirliğine tercih ettiler. Mısır, İran, Malezya, Türkiye gibi ülkeler, kendi sanayilerini kurmak için ithal ikameci politikalara yöneldiler. Bu durum da uzun vadede bölgesel işbirliğinin önünü tıkadı.
 
Dış Faktörler ve Dünya ile İlişki
Son iki asırdır Müslümanların hesaplaşmaktan kaçındığı temel dış faktörlerden seküler bilim ve pozitivizm, İslam dünyasının dış dünya ile kurmaya çalıştığı ilişki biçiminde derin kriz alanları doğurdu. Aslına bakılırsa İslam dünyasının bilimde, sanayide, bilişim teknolojilerinde ve silahlanma yarışında geri kalması ve modernitenin, seküler bilim ve dünya görüşünün meydan okumalarına karşı gerekli refleksi göstermedeki zaafı çok daha derin ve felsefi zihniyet meselelerine dayanıyordu. Batı’nın meydan okumalarına karşı gerekli cevabın zamanında verilmeyişi, Müslümanları 14 asırlık geleneğe çok uymayan tepkisel ortak kurumların inşasına yöneltti. Sömürgeci Batı’nın bu alanda gösterdiği performans karşısında, ‘tepkisel’ şekilde oluşturulan bölgesel kurumlar ise yine Batının ve modernitenin, kurumlarıyla birlikte ‘sembolik’ transferinden öte bir şey değildi. Tepkisel sembolizmin sığ politikaları günümüz Müslüman yöneticileri tarafından iki temel kriz dönemi dışında uzun süre sorgulanmadı. Bunlardan birincisi 1970’lerdeki OPEC petrol fiyatları krizi, ikincisi ise trajik 11 Eylül olaylarıdır. Petrol fiyatlarının, üyelerinin çoğunluğu İslam ülkelerinden oluşan OPEC tarafından aniden yükseltilmesi, AB ekonomisini büyük krizin eşiğine getirmişti. 11 Eylül olayları sonrası uluslararası meşruiyeti göz ardı ederek ABD’nin bütün Müslümanlara karşı izlediği saldırgan politika çerçevesinde gelişen olaylar ise İslam dünyasını, bölgesel düzeni sağlamak üzere kendi askeri gücünü kurma fikrine götürdü. Geçtiğimiz günlerde Malezya’da gerçekleştirilen İKÖ’de bu konu tartışıldı. Batı’nın maruz kaldığı her iki olayda da, İslam dünyası edilgen konumda olmasına rağmen doğrudan sorumlu tutuldu. Birinci krizden sonra ortak bir iktisadî teşekkülün eksikliği hissedildi ve 1975 yılında, yine tepkisel bir refleksle İslam ülkelerinin en büyük ekonomik kurumu inşa edildi: İslam Kalkınma Bankası. Ayrıca İslam ülkeleri bu yıllarda ona yakın iktisadi işbirliği teşkilatı kurdu. İkincisinden sonra ise askeri güç kurma fikri doğdu. Böylece Müslüman ülkeler arasındaki bölge-içi yabancılaşmalar, hatta bazen savaş ve işgaller bizzat Müslüman askeri güçler tarafından engellenebilir olacak.
Uluslararası ekonomi politik düzende İslam dünyasının yeniden siyasal bir bütünlük olarak belirleyici unsur olması, kendi iç dinamiklerinde ve dış dünya ile kurmaya çalıştığı ilişki biçiminde 14 asırdır kendisiyle özdeşleşen düzen kurucu geleneğine uygun revizyonlar yapmasına bağlıdır. Müslümanlara düşen, reel durumlara uygun olarak tarihi yeniden yorumlamak ve İslam dünyasında bir bütünlük oluşturacak yapılara yönelmektir.  

Paylaş Tavsiye Et