Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
İslam dünyasında diktatörlüklerden demokrasiye mi?
Adem Yılmaz
YİRMİNCİ yüzyılın ortalarında başlayan sömürge devletlerinin bağımsızlık mücadelesi otoriter ve totaliter yönetimlerin önünü açtı. Milliyetçilik ve milli devlet anlayışlarının etkisiyle birbirinden ayrı kurulan “Arap ulus devletleri”, etnik, dini ve kültürel ortaklığa rağmen, yeniden modern sömürgeler haline geldi.
Arap ülkelerinin büyük çoğunluğu totaliter bürokratlar ve aileler tarafından yönetiliyordu. Libya’da Kral İdris 1969’daki ihtilale kadar yönetimde kalırken, Kuveyt’te el-Sabah ailesi, Arabistan’da ise es-Suud ailesi ülkelerini yönetiyordu. Kuveyt’te Kral, 1938 yılında idareyi ele alınca el-Sabah ailesinin bütün fertlerini, resmen görevden uzaklaştırsa da fiiliyatta devletin idaresini onlara bıraktı. Böylece, siyasal gücü ailenin fertleri arasında yaymaya dayalı yeni bir yönetim sistemi gelişti ve bu sistem daha sonra hem kurumsallaştı, hem de bütün Körfez ülkelerine (Bahreyn, Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri) sirayet etti. Sonuçta, Orta Doğu’da, Orta Çağ Avrupasının monarklarına benzer bir sistem doğmuş oldu.
Yalnız petrol ihracıyla ayakta kalan yüksek gelirli, oldukça geniş hanedan devletleri ve aileleriyle, az çalışmasına rağmen iyi kazanan müreffeh bir halk ortaya çıktı. Yüksek gelire sahip olan hanedan devleti, bunun yeterli bir kısmını vatandaşına verdiği için hiçbir karşı güce maruz kalmadı. Böylece üretim yapma ve vatandaşlarının refah seviyesini artırma gibi kaygılar taşımadı. Bu durum, aslında bir tür rantiye devleti doğuruyordu. Tek bir aileye dayalı bu rantiye devleti kısa zamanda totaliter bir yapıya büründü. Bu sistem sayesinde, Arap dünyasında hiçbir ihtilal yaşanmadı. Devletin bütün mercilerine hanedan hakim olduğu için, bölgede petrol kuyuları her zaman Batı’ya yakın kimselerin elinde kalıyordu. Böylelikle Orta Doğu monarşileri 21’inci yüzyılın başlarına kadar ayakta kalabildiler.
Öte yandan petrol geliri olmayan Suriye, Tunus ve Cezayir gibi Arap ülkelerinde devlet, sosyal hayatın her alanına sızdı ve vatandaşların hareket sahasını büyük ölçüde daralttı. Suriye ve Tunus’ta siyasal mülahazalarda bulunmak ve kahve sohbetinde devlet aleyhine konuşmak bile, ömrünü hapiste geçirme sebebi olarak görülmeye başlandı. Bireylerin özgür ve sağlıklı düşünmeleri, serbestçe ilmî, ticarî ve sanatsal faaliyetlerde bulunmaları ve verimli ürünler ortaya koymaları büyük oranda kısıtlandı. Bu grup ülkelerde devlet eğitimle, -Körfez ülkelerinin tersine- gereğinden fazla asker bulundurmayla ve göstermelik seçimler yoluyla devamını sağladı. Böylece devlet-millet arasında güven bunalımı oluşurken, temelleri korkuya dayanan bir toplum yapısı ortaya çıktı. Totaliter rejimlerin temel gıdası korkudur. Bu rejimler vatandaşa karşı sadece devlet korkusu yaratmaz; bazen “iç ve dış” düşman korkusu da yaratarak vatandaşın rejime bağlılığını perçinler. Gerçekte bir rejimin totaliter olup olmadığını anlamak için onun, bekasının bir aracı olarak, “korkuyu” kullanıp kullanmadığına bakmak gerekir.
Neticede her iki grup ülkede de, devlete ait olmayan (piyasa tarafından düzenlenen, özel denetim altında bulundurulan veya gönüllü biçimde örgütlenmiş) gayri resmi gönüllü kuruluşlardan bahsetmek mümkün değildi. Bu görevleri ifa edebilecek ne vakıf, ne de dernek vardı. Buna karşın devlet kontrolünde yayın yapan medyanın siyasal erki, yönetici aile ve otoriter bürokratları eleştirme ihtimali de yoktu. Şam’da, bir partinin üst düzey yetkilisi, el-Cezire’ye yaptığı açıklamada, “Arap dünyasında hiçbir sistemin sandık yoluyla değiştiği görülmemiştir. Çünkü iş başındakiler ellerindeki imkanları, seçimlerle istedikleri gibi oynamak için değerlendiriyorlar” demişti.
Batı ve ABD, yönetim şekli ne olursa olsun, petrol gelirlerinin sekteye uğramaması için bu monarşilerde istikrar aradı. Orta Doğu monarkları ise Batı ile ticarî, malî ve hatta askerî alanlarda işbirliği peşindeydiler. 
 
Herkes ‘Değişim’ Diyor Ama Değişen Yok
Soğuk Savaş sonrasında ABD, bu monarşik rejimlerin liberalleşmesi için açıktan açığa baskılar yapmaya başladı. Çünkü Körfez Savaşı sonrasında ABD, monarşilerle yönetilen İslam dünyasında Amerika karşıtı fikirlerin yayıldığı kanaatindeydi. Ayrıca küreselleşme sürecinde enformasyon teknolojilerinin totaliter bürokrasiler veya bazı aileler tarafından yönetilen monarşilerde iletişim tekeline darbe vurması, Soğuk Savaş öncesi dönemden kalan ulus-devlet sınırlarının ve yönetim yapılarının aynı dili konuşan, aynı kültür ve kökten gelen milletler tarafından sorgulanmasına sebep olurken, potansiyel iç dönüşümleri de beraberinde getirdi. Aynı şekilde, ABD eksenli uluslararası sistem de, Saddam’ın Kuveyt’i işgali ve trajik 11 Eylül saldırıları sırasında kaybettiği kontrolü yeniden ele geçirmek istiyordu. İki dünya savaşının ürünü İsrail devletinin güvenlik kaygısının yol açtığı travmatik bunalımı ortadan kaldırmak da bir diğer amaçtı. Böylece Soğuk Savaş boyunca ABD ve küresel güçler tarafından desteklenen yönetici aileler, feodal birimler, askeri rejimler ve monarşik yapılı siyasi üniteler her seviyede sorgulanmaya başlandı. Amerika’nın, geleneksel yönetimleri “demokrasi ve özgürlük” kılıcını kullanarak korkutması ve bu durum karşısında saltanatı yitirme telaşına düşen yöneticilerin, “Amerika yukarıdan füzeler ve bombalarla; karadan da tanklar ve askerlerle ülkeye demokrasi getirmeden, biz kendimiz onu hakim kılalım” diye düşünmeye başlamaları demokratikleşme çalışmalarında etkili oldu.
Soğuk Savaş sonrası başlayan demokratikleşme ve özgürlük hareketleri İkinci Körfez Savaşı ile tamamen benimsendi ve bu ülkelerde demokrasi, insan hak ve özgürlükleri, siyasal katılım ve sosyal haklar alanında bazı reform işaretleri görüldü. Irak’ta askeri diktatörlüğün sonu ABD eliyle(!) gelirken; S. Arabistan’da ilk kez bu yıl Belediye Meclisi seçimleri yapıldı. Ayrıca gelecek yıl, bu seçimlerin ülke geneline yayılacağı duyuruldu. Bu, İslam dünyasının iç dinamiklerinin yeniden harekete geçirilmesinin bir başka işaretiydi. Yapılan reformlarla İslam dünyası büyük ölçüde demokrasiye geçme ve özgürlük işaretleri verirken; jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel realitelerle çelişen Arap devletlerinin ulus-devlet tecrübeleri ve buna paralel olarak yeni durumla yüzleşmeleri dönüşüm sinyallerini güçlendirdi. Küreselleşme ve bölgeselleşme hareketlerinin ivme kazandığı çağdaş dünyada Arap ülkeleri arasındaki etnik, dinî ve kültürel temellere dayanmayan, sınırlar, Müslüman münevverler ve bazı Oryantalistler arasında ciddi eleştiri konusu oldu. ABD himayesindeki İsrail devletinin neden olduğu anti-Amerikanizm ve benzeri hareketler, Müslüman ülkelerde demokrasiye geçiş sırasında bireysel düzlemde oluşan ümmetçilik fikrini milliyetçi akımlara dönüştürmekte ve İslam dünyasının önemli bir gücünü temsil eden Arap dünyasını bir araya getirme potansiyeli taşımaktadır.
Bugüne kadar işleyen sistem ve zihniyetle devam etmesi halinde İslam dünyası ne uluslararası sistemle, ne de küreselleşmeyle yüzleşebilecektir. Müslümanların Filistin ve Irak meselesinde küresel güçlerle mücadele etmesi ancak iç dönüşümle, bilime, tarihî ve kültürel mirasa sahip çıkmakla olacaktır. Tarih yenilenemez; fakat tarihi deneyimleri olan bir medeniyet kendini yenileyebilir.  

Paylaş Tavsiye Et