Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dünya Siyaset
Bir darbenin kısa hikayesi
Ebru Afat
BÜTÜN dünyanın gözlerinin, 11 Eylül saldırılarından sonra ABD’nin başlattığı terörizmle(!) savaşın Afganistan’dan sonraki hedefi olan Irak üzerine çevrilmeye başladığı bir dönemde, uluslararası ajansların geçtiği haberlerin ilk sırasına aniden bir Latin Amerika ülkesi ve onun Devlet Başkanı oturuvermişti. Tarih 11 Nisan 2002’yi gösteriyordu. Bu Latin Amerika ülkesi Venezüella, Devlet Başkanı da Hugo Chavez idi. Çoğu, Amerikan Askeri Okulu SOA (US Army School of the Americas) mezunu generaller tarafından düzenlenen darbe sonrasında Chavez, başkent Caracas’taki başkanlık ofisi Miraflores Sarayı’ndan alınarak Fort Tuina askeri üssüne götürülmüştü. Darbeci generaller 12 Nisan’da Chavez’in görevinden istifa ettiğini ve devlet başkanlığı görevine Pedro Carmona’nın getirildiğini ilan etmişlerdi. ABD, kendisi gibi bir OAS (The Organization of American States) üyesi olan Venezüella’daki yeni yönetimi tanıyan ilk ülke olmuştu. Soğuk Savaş boyunca, arka bahçesi olarak gördüğü Latin Amerika’da onlarca darbeye önayak olan ABD bu hareketiyle, eski alışkanlıklarından, Soğuk Savaş sonrasında bile, vazgeçmediğini açıkça göstermişti. Ancak işler bu sefer hiç de ABD’nin umduğu gibi gitmedi. Chavez’e bağlı askerler ile halkın işbirliği sonunda Venezüella’nın devrik devlet başkanı, bir karşı darbe ile 14 Nisan 2002’de başkent Caracas’a döndü ve yeniden ülkesinin başına geçti. Sadece 48 saat süren darbenin, çok iyi planlanmış bir karşı darbe ile, üstelik halk-asker işbirliği ile bertaraf edilmesinden sonra Chavez, sadece Latin Amerika’nın değil tüm dünyanın en popüler liderlerinden biri haline geldi.
“48 saatlik” darbe olarak kayıtlara geçen ve planlayıcıları açısından tam bir fiyasko olan bu darbe girişimi, Bush yönetimi için de tam bir hezimete dönüştü. Latin Amerika’da çok popüler olan bir fıkra vardır: “Soru: Niçin ABD’de asla askeri darbe olmaz? Cevap: Çünkü orada ABD Büyükelçiliği yoktur da ondan.” Bu fıkra Venezüella’daki darbe için de geçerliydi. Caracas’taki ABD Büyükelçiliği, darbe öncesinde bazı(!) Venezüellalıların uğrak yeri haline gelmişti. Beyaz Saray tarafından resmen kabul edilmese de herkes, Bush yönetimini çok zor durumda bırakan bu başarısız darbe girişiminin kilit isimlerinin Otto Reich, Elliot Abrams ve John Negroponde olduğunu biliyordu. Carmona ile diğer muhalefet liderlerinin Washington’a geldiklerinde ziyaret ettikleri adres, Reich’in ofisiydi. Carmona’nın Devlet Başkanlığını ilan ettiği gün Reich, Latin Amerika ile Karayipler Büyükelçilerini ofisine çağırarak; Chavez’in görevden uzaklaştırılmasının demokratik kurallara aykırı olmadığını, Chavez’in istifa ettiğini ve kendi kaderinden kendisinin sorumlu olduğunu ifade etmişti. Ulusal Güvenlik Konseyi’nin demokrasi, insan hakları ve uluslararası operasyonlardan sorumlu kıdemli direktörü olarak Beyaz Saray’da görev yapan Elliot Abrams, darbenin merkez figürüydü. Abrams, Amerika kıtalarındaki Marksizm ile mücadeleyi öncelikli hedef olarak belirleyen “Yarıkürecilik” olarak bilinen okulun önde gelen teorisyenlerindendi. 1973’teki Şili darbesine öncülük yapan bu okul, Arjantin, El Salvador, Honduras, Guatemala ve diğer ülkelerdeki rejimlerin ve idam mangalarının desteklenmesi politikalarının da hazırlayıcısıydı. ABD politika yapımındaki Latin Amerikan üçgeninin üçüncü üyesi olan John Negroponte ise halen ABD’nin BM Büyükelçisi olarak görev yapmaktadır. Diplomatik kaynaklar, Negroponte’nin 2002 yılının başlarında “Venezüella’da Chavez’e karşı bazı eylemler olabileceği bilgisini verdiğini” söylemişlerdi.
Venezüella, demokrasisini kurtarıp bir “muz-petrol cumhuriyeti” olmadığını bütün dünyaya kanıtlamıştı ama, her şeyin bir bedeli olduğu gibi 21. yüzyılı “Pax-Americana yüzyılı” yapma peşindeki Bush yönetimine kafa tutmanın da elbette bir bedeli olacaktı. Chavez yönetimine de fatura çabuk kesildi: OPEC üyesi ve dünyanın en çok petrol üreten beşinci ülkesi olan 22 milyon nüfuslu Venezüella’da ekonomi, kesintisiz petrol ihracatı ile ayakta durmaktaydı. Ülke endüstrisini kontrolü altında tutan devlet petrol şirketi PDVSA (Petroleos de Venezüella S.A.) çalışanları 2 Aralık’ta ülke genelinde greve gitti. Sendikalar, işadamları örgütleri ve refah seviyelerinde hiçbir değişiklik olmadığı için Chavez’e verdikleri desteği geri çekmeye başlayan yoksul kitlelerden istifa çağrıları yükselmeye başladı. Durum Chavez açısından umutsuz görünüyordu. Ancak ABD’nin dünyanın büyük çoğunluğunu karşısına almak pahasına Irak’a savaş açmaya karar vermesi, birbirinden oldukça uzak olan iki ülkenin kaderini birbirine bağladığı gibi, Chavez’in de elini güçlendirip içinde bulunduğu zor durumdan, “en azından şimdilik”, kurtulmasını sağladı. Toplam petrol ithalatının %14’ünü Venezüella’dan karşılayan ABD, Venezüella’nın petrol üretimindeki düşüşten en çok etkilenen ülkeydi. Irak’a karşı savaşa hazırlandığı bir dönemde, Orta Doğu petrolüne daha da bağımlı hale gelmek istemeyen ABD’nin 11 Eylül sonrası uygulamaya başladığı küresel enerji kaynaklarının kontrolü planlarında, Latin Amerika zaten birinci sırada yer almıyordu.
2000 yılında Irak’a giderek Körfez Savaşı’ndan sonra Saddam Hüseyin’i ziyaret eden ilk devlet başkanı olan, İran, Libya ve Küba ile ilişki kuran, İsrail’in Filistin’deki katliamlarını protesto etmek için Irak’ın başlattığı petrol ambargosunu destekleyen, ABD’- nin terörle savaşına açıkça karşı çıkarak ülkesindeki Araplarla ilgili bilgileri Washington’a vermeyi reddeden, ABD’nin Kolombiyalı gerillalar ile olan mücadelesinde işbirliğine yanaşmayan, ABD’nin uyuşturucu ile mücadele etmek için yapmak istediği uçuşlarda Venezüella’nın hava sahasını kullanmasına izin vermeyen, küreselleşmeyi sorgulayan ve İMF’nin direktiflerini yerine getirmeyen popülist-solcu Chavez’in liderliğindeki bir Venezüella’nın, ABD için arka bahçenin dikenli gülü olduğu açıktı. Fakat bunun kadar açık olan bir diğer husus da; küresel stratejilerini hayata geçirme aşamasında mihenk taşı olan Irak’a yerleşme hedefine karşı; Almanya-Fransa bloğu, Rusya, Çin ve İslam dünyasının beklenmeyen büyüklükteki direnişiyle karşılaşan Washington’un, Venezüella’daki kaos ortamına daha fazla tahammül edemeyeceğiydi. Bu şartlar altında, Venezüella’nın petrol üretimi eski haline gelene kadar ABD Irak’a saldıramazdı. Nitekim 26 Ocak’ta, Brezilya’nın Porto Alegre kentindeki bu yıl üçüncüsü düzenlenen Dünya Sosyal Forumu’na katılan ve kendisini destekleyen 100 bin kişilik bir kalabalığı selamlayan Chavez, ülkesinde 58 gün boyunca devam eden grevlerin sona erdiğini ilan etti. Venezüella ekonomisi bu grev dalgasından ağır bir hasar almasına rağmen muhalefetin yanlış taktikleri de Chavez’in iktidarını korumasını kolaylaştırdı. 1973’te Şili Devlet Başkanı Salvador Allende’yi yerinden eden muhalefet tarzına esrarengiz ölçüde benzeyen bu taktikler, Venezüella’da pek işe yaramadı. Çünkü dersine çok iyi çalışan Chavez’in ikinci bir Allende olmaya hiç niyeti yoktu. Muhtemel darbe girişimlerine karşı tedbirini alıp ordu içerisinde kendine bağlı bir komutanlar grubu teşkil etmişti. Muhalefet, grevlerin başladığı 2 Aralık’ta halka, en geç Noel’e kadar Chavez’in iktidardan ayrılacağı sözünü vermişti. Böylesine keskin bir yaklaşım muhalefetin itibarını düşürürken Chavez yanlılarını daha da keskinleştirdi. Ancak tüm bu katalizörlere rağmen Chavez’in iktidarını koruyabilmesinin ardında yatan esas neden, Venezüella’nın yakın ilişki içinde olduğu Irak’ın hedefe girmiş olmasıydı.
Peki Venezüella krizinin altında yatan gerçek sebepler nelerdi? Ülke bu noktaya nasıl gelmişti? İlk bakışta Chavez’in, izlediği dış politika yüzünden ABD’nin şimşeklerini üzerine çektiği söylenebilir. Ancak çok boyutlu bu krizin esas nedeni, küreselleşmenin acılarını çeken yoksul halk kitlelerin temsilcisi konumundaki bir devlet başkanının suyun akışını tersine çevirme çabaları sebebiyle, küreselleşmenin nimetlerinden faydalanan üst-orta sınıflar ile onların yakın işbirliği ve çıkar ilişkisi içinde oldukları uluslararası güçlerin (İMF, Dünya Bankası ve çok uluslu şirketler) hedefi haline gelmesiydi. Zengin petrol rezervleri, dünya uyuşturucu trafiğinin kavşak noktalarından, aynı zamanda başlıca üreticilerinden biri olan Kolombiya ile komşu olması ve 1959’dan itibaren aksayarak da olsa işleyen demokrasisi, Güney Amerika kıtasının kuzeyinde yer alan bu ülkeyi, stratejik hesapların önemli bir unsuru haline getirmiştir. 1970’lerde Venezüella’nın petrol endüstrisinin özelleştirilmesi sırasında kurulan ve dünyanın en büyük petrol şirketi olan PDVSA’yı kontrol altına almak isteyen Chavez, bu girişimiyle sadece şirketin özelleştirilmesini isteyen ve bunun diğer yatırımların da önünü açacağını savunan muhalefet ile değil, özelleştirme politikalarının biran önce uygulanmaya başlanmasını isteyen İMF ile de ipleri kopardı. Ancak özelleştirme yapılmadığı ve OPEC kotaları PDVSA’daki yabancı yatırımcıların karlarını sınırladığı için şirketin büyümesi durdu. Çalışma koşullarının düzeltilmesi ve ücretlerinin yükseltilmesini isteyen işçilerin Chavez’e güvenleri kalmamıştı. İşadamları ve sendika patronlarının, işçilerin bu haklı taleplerini istismar edip onları kışkırtması sonrasında ülkeyi alt üst eden grev dalgası başlamış oldu.
Her ne kadar ülkede hava sakinleşmeye başlamış görünse de, bütün uzmanlar bunun geçici bir durum olduğu üzerinde hemfikirler. Ülkenin tam bir istikrara kavuşması ancak Chavez ile muhalefetin özelleştirme, yabancı yatırımlar ve İMF politikaları konusunda bir uzlaşmaya varmaları ile mümkün olacaktır. Eninde sonunda yeniden tıkanmanın eşiğine geleceğine kesin gözüyle bakılan petrol üretiminin yeniden azalması durumunda, Chavez’i kurtaracak ikinci bir Irak olmayacaktır.

Paylaş Tavsiye Et