Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Kapak
Yargı baştan kokar!
A. Kemal Bersay
TÜRKÇEMİZDE balık metaforuyla ilgili güzel vecizelerimiz var: “Büyük balık küçük balığı yutar”, “Balık baştan kokar”, “Balık kokarsa tuzlanır, ya tuz kokarsa?” gibi. Bu veciz ifadeler bugün Türkiye siyasetinde yaşanan kavgaların arka planını ve nereden gelip nereye gittiğini anlamamıza yardımcı olabilir. Zira Türkiye siyaseti, kâh hırçın dalgalarla coşan kâh yüzeyde sütliman olmuş gibi görünen denizler misali değişken bir dönemden geçiyor.
Böylesi bir ortamda, artık Türkiye’deki güç mücadelesinin temel dinamiği ve kavganın tarafları netleşmiş vaziyette. Güncel siyasette bu tarafların birinde, ordu ve yargı bürokrasisinin “yüksek” kesimleri ile CHP ve MHP gibi siyasi partiler ve onların destekçisi orta-üst sınıfların bir kısmı yer alıyor. Diğer tarafı ise başta hükümet partisi AKP olmak üzere, onu destekleyen İslamcı ve laik demokrat aydınlar ile geniş halk yığınları (ve kısmen BDP) temsil ediyor. Öte yandan bu kavga hem ordu ve yargı gibi kurumları hem de geleneksel Türkiye sol hareketini ikiye bölmüş durumda: Askerî ve sivil bürokrasinin genelde alt düzeydeki kimi mensuplarıyla solun demokrat kesimi, tercihini değişimci ve meşruiyetçi kanattan yana kullanıp anti-demokratik/Kemalist kesimle arasına mesafe koymuş görünüyor. 
Bu ayrışmanın bugün yaşanıyor olması kesinlikle bir tesadüf değil; zira toplumsal kriz durumlarında risk altında olan şeyler fazla olduğu için duruşlar keskinleşir, saflar netleşir. Tasvip edelim ya da etmeyelim, bugün içinden geçtiğimiz süreç, Kemalist ideolojiden meşruiyet devşiren otoriter ve totaliter Cumhuriyet taraftarları ile meşruiyetini popüler egemenlik ve halk iradesinden alan demokratik Cumhuriyet taraftarları arasında yaşanan bir mücadele sürecidir. Ve gerek “zamanın ruhu” gerekse ulusal ve uluslararası konjonktür, geçmişi ve statükoyu temsil eden birinci grubun değil, değişimi arzulayan ikinci grubun yanında. Zira statüko ve otoriter rejim, yönettiği halka aş-iş ve özgürlük verme konusunda başarısızlığa uğradı, halk nezdindeki meşruiyetini yitirdi.
 
Büyük Balık Küçük Balığı Yutar mı?
Artık meşruiyeti büyük ölçüde ortadan kalkmış olan bu rejim, Türkiye’de jakoben yöntemlerle kurduğu iktidar alanını, -kabaca- İttihat ve Terakki’nin iktidara geldiği 1908 yılından 22 Temmuz 2007 genel seçimlerine kadar geçen zaman boyunca, toplumda çok katı bir hiyerarşi tesis ederek korudu. “Büyük balık küçük balığı yutar” felsefesine dayalı ve piramitsel bu hiyerarşinin en tepesinde doğal olarak ordu yer alıyordu. Cumhuriyet’i kurup Tek Parti Dönemi boyunca yöneten, özellikle 1960 darbesinden sonra sık sık siyasete müdahale ederek devlet gücünü elinde tutan bu elit, hep askerî bürokrasiyi temsil etmişti.
Biraz da yönetici elitin bu toplumsal arka planı sebebiyle, Türkiye’de devlet sistemi oldukça katı, disiplin ve mutlak itaate dayalı bir siyasi kültür ortaya çıkardı. Böylesi bir kültürel ortamda ordu-yüksek (sivil) bürokrasi-siyasetçi sınıfı-orta derece bürokrasi-memurlar sınıfı-“sıradan halk” şeklinde yukarıdan aşağıya zincir şeklinde uzanan bir hiyerarşik yapı kuruldu. Bu tablo hem devleti oluşturan kurumlar arasındaki ilişkilerin hem de daha geniş planda toplumsal ilişkilerin durumunu resmediyordu. Son bariz örneklerini Şemdinli’deki “iyi çocuklar” vakasında, askerin baskısıyla sivil savcının görevden alınması (hatta meslekten ihracı) ve mevcut Genelkurmay Başkanı’nın Ergenekon sanığı Orgeneral Saldıray Berk’e kefil olması meselesinde gördüğümüz gibi, kendi içinde bağımsız yargı sistemine sahip olma imtiyazıyla yetinmeyen askerî bürokrasi, sivil yargı üzerinde de sık sık baskı kurabiliyordu. (Ancak bu eylemlerin suç olduğunun bugün açıkça dile getirilebilmesi dahi, köprünün altından çok sular aktığını gösteriyor.)
Yine geçtiğimiz yıl HSYK’nın anti-demokrat üyelerinin Ergenekon savcılarını saf dışı bırakmak üzere yaptıkları ısrarlı girişimler de, “Büyük balık, küçük balığı yutar” felsefesinden beslenmekteydi. Bu girişimler başarısızlıkla sonuçlansa da ordu üst yönetiminin Ergenekon sürecinde takındığı ve aynı felsefeye dayalı “Orgeneralleri yedirtmem, albaylar ve diğerleri yem olabilir” şeklinde özetlenebilecek tavırları, şu ana kadar başarıya ulaştı. Bu durum Türkiye’de birçok kurumun, “Balık baştan kokar” misali, yoğun bir liderlik ve şeffaflık sorunu yaşadığını gösteriyor.
 
Ya Tuz Kokarsa?
Ergenekon Davası sürecinden biliyoruz ki, başta ordu olmak üzere devletin çeşitli kurumlarında var olan (ve bir hayli yekûn tuttuğu anlaşılan) “çürük elmalar” temizlenmeden Türkiye temize çıkamayacak. Bu sürecin de gösterdiği gibi, Türkiye hukuk sistemi temizlenme işlemini şu ana kadar büyük oranda başarıyla yürütüyor. Kısacası içinden çürümüş devlet kurumlarından kötü kokular geldiğinde, bu kokuları gidermenin yolu hukuktan ve yargı sisteminin sağlıklı işlemesinden geçiyor.
Peki, ya yargının başı da kokarsa? Yine Ergenekon Davası ve son anayasa değişiklikleri tartışmalarından yakinen biliyoruz ki, Türkiye’de yüksek yargı üyeleri, yaşanan mücadelede açıkça taraf durumundalar. Başta HSYK ve Yargıtay olmak üzere, yargı bürokrasinin -birbirlerini seçmek suretiyle- imtiyazlı tepelerinde ikamet eden ve meşruiyetlerini yalnızca darbe anayasalarından alan kimi memurlar, imtiyazlarını kaybetmemek uğruna, darbe anayasalarınca bile suç sayılan eylemlerle açıkça siyaset yapıyorlar. Bir avuç azınlığın yaptığı bu tür gayr-ı kanuni işler, sıradan-gündelik siyasi faaliyetin çok ötesinde, seçilmiş hükümetin ve Meclis’in yetkilerini gasp etmeye kadar varıyor. Bağımsızlık kisvesi altında yapılan bu haşin direniş, bu memur grubunun, üzerine en fazla kendisinin titremesi gereken hukuku ayaklar altına almasına yol açıyor.
Gözlerini ideolojik bağnazlık bürümüş ve yalnızca kendi zümresel menfaatleri için direnmekte olan bu grup, sadece kendi meşruiyetleri ve devletin işleyişinin altını oymakla kalmıyor, aslında istemeden de olsa engellemeye çalıştığı değişim sürecini de hızlandırıyor. Bu değişimin ete-kemiğe bürünmesi ve tuzun bile kokmuş olduğu bu çürük devlet yapısının tekrar sağlığına kavuşturulması için tek çare var: “Kınayanın kınaması”ndan yılmadan, başta kapsamlı anayasa değişiklikleri olmak üzere, halk iradesini tekrar hâkim kılacak adımlar atmak. Son yüz yılını anormal bir ülke olarak yaşamak zorunda kalmış Türkiye’nin normalleşmesinin tek yolu bu.

Paylaş Tavsiye Et