Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Kapak
Mükemmel olmasa da mümkün bir anayasa
Yasin Aktay
22 TEMMUZ 2007 seçimleri, bir yanıyla 27 Nisan e-muhtırasına karşı halkın duygu ve tutumlarını ifade etme vesilesi idiyse, diğer yanıyla yeni anayasa taleplerine yönelik halk ile siyasetçi arasındaki zımni mutabakatı içeriyordu. 367 sayısını oturumda şart koşan Anayasa Mahkemesi’ne karşılık halkın verdiği cevap, aslında sadece cumhurbaşkanını kendi iradesi istikametinde seçme isteğini değil, aynı zamanda topyekûn yeni bir anayasa talebini de ifade ediyordu.
Seçimlerden hemen sonra AK Parti, akademisyenlerden oluşan bir hukukçular komisyonuna hazırlattığı anayasa taslağını kamuoyunun tartışmasına sundu. Bu yeni bir anayasa için ilk hazırlık aşamasını oluşturuyordu ve sadece tartışmaları başlatacak bir taslaktı. Bu tartışmayı son haline getirecek olan ise taslağa dönük eleştirilerin de işaret ettiği gibi TBMM’den başkası değildi. Taslağın o haliyle bile akıbeti malum.
Araya özgürlükleri eşitlik temelinde daha fazla pekiştirmekten başka bir anlama gelmeyen 10. ve 42. maddelerin değiştirilmesi girdi. Bu değişikliklerle üniversitelerde eğitim hakkını kısıtlayıcı engellerin kaldırılması, yani başörtüsünün serbest bırakılması hedefleniyordu. Ama Anayasa Mahkemesi bu anayasa değişikliklerini hiçbir anayasal hakkı olmadığı halde esastan görüşerek iptal etti. Bununla da kalınmadı. Yargıtay bu süreci bahane ederek AK Parti aleyhine bir kapatma davası açtı. Bugün çok daha net bir biçimde söyleyebiliyoruz ki AK Parti, “laikliğe karşı fiillerin odağı olma” görüntüsünden dolayı değil, sadece hazırlanan anayasa taslağında yüksek yargıya yönelik esaslı değişikliklere tevessül ettiğinden dolayı kapatılmak istendi. Bu dava AK Parti’yi kapatmadı; ama onun yeni ve sivil bir anayasa çalışmasını uzun bir süre için fiilen erteletmiş oldu. Tabii hedef erteletme değil, tamamen rafa kaldırtmaktı. Ancak özellikle süreç içinde yüksek yargı düzeyinde yaşanan adalet açısından ölümcül sorunlar, Anayasa’yı tamamen değilse bile en azından yüksek yargının yeniden ve daha adil bir biçimde yapılandırılması doğrultusunda değiştirmeyi ertelenemez bir aciliyete kavuşturdu. Bugün daha mükemmel bir anayasanın gecikeceği anlaşılmışken, onun yerine hiç olmazsa daha katlanılabilir bir anayasa oluşturmak için zaruri gözüken değişiklikleri yapmak kaçınılmaz hale geldi.
AK Parti’nin Meclis gündemine getirdiği anayasa değişikliği paketi 2007 yılında Ergun Özbudun başkanlığında hazırlanan anayasa taslağıyla karşılaştırıldığında epeyce geri sayılabilir. Ama şu an önümüzde duran paket adı üstünde sınırlı bir anayasa değişikliğinden ibaret. Ayrıca bu geri adımların zaten uzak, hatta imkansız bir ihtimal olarak görünen uzlaşma adına atıldığı bizzat AK Partili yetkililer tarafından açıklanıyor. Halbuki zaten AK Parti’nin çoğunluk olduğu bir Meclis’te hiçbir şekilde anayasa değişikliğine yanaşmayacağını peşin peşin ilan etmiş olan muhalefet partilerini gözetmesi çok da gerekmiyor. Kaldı ki gözetilen hususların hepsinde demokratik çıtanın bir hayli gerisine düşmeye razı olunuyor. Nasıl olsa bir uzlaşma olmayacaksa paketin daha ilerici ve açık bir muhtevaya dönüştürülmesi, en azından Özbudun başkanlığında evrensel hukuk seviyesi gözetilerek hazırlanan anayasanın ufkuna eriştirilmesi çok daha rasyonel bir adım olurdu.
MHP ve CHP’nin pakete henüz kapağını dahi açmadan muhalefet etmesi, aslında siyaset oyununda artık hiç var olmadıklarını ilan etmelerinin başka bir yolu. CHP başta 27 Mayıs, daha sonra da 12 Eylül yönetiminin kendine tahsis etmiş olduğu yüksek politik kârlı “arka bahçeleri” (yargıyı) kendi mülkü gibi korumaya çalışıyor. Diğer yüksek yargı organlarıyla aynı dilde konuşması ve Anayasa Mahkemesi’ni elinin altındaki bir sopa olarak sunması aslında yargının ne halde olduğunu ifşa ediyor. Yüksek yargı organlarının yargı reformu teşebbüsleri karşısında “yargının bağımsızlığı” argümanına sarılmaları, istediklerinin bağımsızlık değil, süregelen iktidar bloğuna olan bağımlılığın devam etmesi olduğunu ortaya koyuyor. Daha açık bir ifadeyle yüksek yargı bağımsızlık istemiyor, CHP’ye tahsisli yargı imtiyazının iptal edilmesi teşebbüsüne tepki gösteriyor.
HSYK ve diğer yüksek yargı temsilcilerinin bu değişiklik paketine karşı verdikleri tepkileri de kurumsal veya zümrevi imtiyazlarını savunma içgüdüleriyle açıklamak mümkün. Ama bu açıklamalar yapıldıkça, işgal edilen makamların ruhuna uygun bir felsefeden ne kadar uzak durulduğu da teşhir oluyor. HSYK’nın fiilen kullanmakta olduğu imtiyazlı yetkiler esasen hiçbir hukuk adamının gönül huzuruyla kullanabileceği yetkiler değil. Anayasa’nın kendilerine tanımış olduğu yetkileri bir iktidar ve derebeylik alanı olarak değerlendirdiklerini o kadar gizlemeyen bir tutum içindeler ki, cereyan eden bu iktidar söylemine bu milletin daha fazla katlanması zûl gelir.
CHP’nin kendine tahsis edilmiş bir erk olarak yargıyı korumasını anlamak mümkün ama doğrusu MHP’nin tutumu iyice anlaşılmaz bir hal alıyor. Bahçeli ve partinin ileri gelenleri kendi tabanlarıyla bizim bilmediğimiz daha esoterik bir dil geliştirmemişse, onlara CHP’nin peşine takılmaktan başka bir görüntü vermeyen bu politikalarını nasıl izah edecekleri gerçekten merak konusu. Değişiklik paketinin içeriğini onaylamakla birlikte (onaylamak bir yana, birçoğunu daha önce kendisinin teklif veya tezkir ettiği) bu değişiklikleri bu Meclis’in yapamayacağını söylemek oldukça tuhaf görünüyor. Bu şekilde girecekleri önümüzdeki seçimlerde MHP liderliği kendilerinin aynen gelebileceklerini, iktidar partisi temsilcilerininse değişeceğini mi zannediyor? Doğrusu, kendilerine bile izah edemeyecekleri bu siyaseti, vatandaşa izah edebilmeleri giderek daha güç hale gelecektir.
Anayasa’nın geçici 15. maddesinin taslağa eklenmesi, CHP’lilere yapılan bir uzlaşma jesti sayılabilir. Ancak belli ki CHP, gerçekte geçici 15. maddenin kaldırılması ve 12 Eylülcülerin yargılanması talebini bir siyasal blöf olarak gündeme getirmiş. Zira CHP’nin gerçekten 12 Eylülcüleri yargılamak istemediğini düşünmek için daha çok neden var. Mesela askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasının önünü açan yasa değişikliğinde iptal talebiyle soluğu Anayasa Mahkemesi’nde alması, CHP’nin darbe ayırt ettiğini ve gerçekte 12 Eylülcüleri yargılamayı aklının ucundan geçirmediğini bütün açıklığıyla gösterdi. CHP bunu gerçekten isteseydi hem geçici 15. maddenin değiştirilmesiyle 12 Eylülcülerin hem de 145. maddenin değiştirilmesiyle bugün için yapılan veya yapılabilecek olan darbelerin yargılanmasını temin eden düzenleme tekliflerine hayır demezdi.
Sonuçta mevcut Anayasa değişikliği öyle veya böyle gerçekleşecektir. Bunun bütün partilerin uzlaştığı bir mutabakat metni olarak çıkması ne âlâ olurdu. Ama belli ki böyle bir uzlaşma olmayacak. Ancak demokrasimizin kuralları içinde uzlaşma için bütün partilerin oybirliği de gerekmiyor. Demokraside uzlaşma “yeter oy” kavramıyla sınırlandırılır. Salt çoğunluk veya nitelikli çoğunluk hallerinin mümkün kıldığı değişiklikler uzlaşmayla olmuş sayılır, isterse gereken yeter oy bir fazla ile gerçekleşsin. Ayrıca demokrasilerde uzlaşmaya bu kadar fetiş bir anlam yüklemek bir tür demokrasi bidati/hurafesi gibi bir şey. Demokratik siyasetin doğasında çatışma ve rekabet vardır zaten. Uzlaşmaya vurgu yaparak yasama faaliyetini felç etmeye çalışanların zaten uzlaşmaya niyetleri yoksa, bu mızıkçılıklarını lehlerine işleyen bir işlevsellik yükleyerek güçlendirmemek gerekir. Anayasal seçim sınırları içinde yapılabilen her şey bir uzlaşmayı kendi içinde zımnen barındırır zaten.
Paketin Meclis’te AK Parti milletvekillerinin dışında kabul görmeyeceği, muhalefet partilerinin paketin içeriğini görmeden ret cevabı vermeleriyle daha baştan anlaşılıyor. Ayrıca CHP, referandumu AK Parti ile hesaplaşmanın bir vesilesi olarak gördüğünün işaretlerini kamuoyuna yansıttığına göre referandumun Anayasa Mahkemesi’ne götürülmeme ihtimali daha ağır basıyor. CHP “yolu tıkayan” bir parti görüntüsünün maliyetinin daha ağır olacağını hesaplamış olmalı. Kaldı ki CHP girişimiyle ve Anayasa Mahkemesi marifetiyle engellenmiş bir anayasa değişikliği durumunda gidilecek bir seçimin, bir 22 Temmuz etkisi yapacağını kestirmek zor değil. O yüzden şu anda referandumu devre dışı bırakacak bir ihtimal gözükmüyor. Referandumun demokratikleşme veya yargı reformu ekseninden ziyade AK Parti iktidarının bir güven oylamasına dönüştürülmesi niyeti, oylanan yasaların her birinin içeriği teker teker hatırlatıldığında, muhalefet partilerinin “neye karşı çıkıyor oldukları”nın hesabını vermelerini de zorlaştıracaktır.
Paketi daha kapsamlı olmaması dolayısıyla eleştirenlerin hesaba katmadıkları bir husus var: Bu paket sonuçta halkın salt çoğunluğunun onayını almayı gözeten bir paket olmak durumunda. Mesela Demokratik Açılım ile ilgili bir konunun yargı reformu etrafında oluşacak bir mutabakat seviyesini çok aşağılara çekeceğini kestirmek hiç de zor değil. Gönül diğerlerinin de geçmesini gerçekten arzu eder; ama daha fazlasını da geçirmekle uğraşırken asıl önceliklerin riske girmesi kuvvetle muhtemel. Ne yapalım ki siyaset gerçekten birçok iyi talebin karşılanmasının aynı anda mümkün olamadığı bir tercihler oyununun adı.

Paylaş Tavsiye Et