Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Türkiye’de bürokrasi ya da “CHP”okrasi
H. Emre Bağce
CUMHURİYET döneminin hâkim temalarından birini devlet otoritesinin tesis edilmesi oluşturdu. Öyle ki, “Devlet otoritesine hörmet” sloganı kitaplara, afişlere ve taklara işlenerek halkın zihnine kazınmaya çalışıldı. Devletin yeni kurulduğu dikkate alındığında bu kaygı anlaşılabilirdi. Ancak devlet otoritesi üzerindeki bu yoğun vurguya bireylerin veya vatandaşların özgürlükleri ve hakları çoğunlukla eşlik etmedi; hatta özgürlükler ve haklar, ödevler ve otoriteye saygı söylemleriyle ikame edildi. Dolayısıyla Cumhuriyet elitinin düşüncesinde devlet, vatandaşların rızasına bağımlı bir yapı olarak tarif edilmedi; tam aksine vatandaşlar soyut bir varlık olarak resmedilen devletin önceliklerine göre belirlenmeye ve biçimlendirilmeye çalışıldı. Devleti, toplumu ve vatandaşlığı hiyerarşik ve pozitivist bir şema içinde algılayan elit, kendisini ve kendi aygıtı olarak gördüğü devlet otoritesini vatandaşların hak ve özgürlüklerinin önünde ve üzerinde gördü. Böylece, devletin bekası için uygun veya “makbul” vatandaşın yaratılması gibi eşyanın tabiatına aykırı ve kısa ve uzun vadede kendisi başlı başına kronik bir sorun halini alacak projeler revaç buldu.
Cumhuriyet’in erken dönemlerinde modern devlet, merkezî güvenlik devleti olarak kavrandı. Otoriteve merkeziyetçilik yoluyla devletin varlığının korunacağı ve devlet ve toplumun dağılmasının önleneceği varsayıldı. Hatta öyle ki, cumhuriyet ve demokrasi gibi kavramların manaları da bu algı içinde müphemleşti, buharlaştı; bunlar içi kâh boşaltılmış kâh dahilî ve haricî düşmanlara karşı devletin bekasını koruma işlevi ile doldurulmuş birer lafza dönüştü. Devlet insanların bir aracı veya hizmetkârı olarak düşünülmedi; aksine vatandaşlardan, varlık nedeni kendinden menkul, aşkın-metafizik devlete hizmet etmesi beklendi. Resmî ideolojiye dair külliyat bu tür akıl yürütmelerle, sloganlarla veya “savsöz”lerle dolup taştı. Bu kapsamda, “halka devrim fikir ve duygularını aşılamak” için her türlü araç seferber edildi. Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın 1928’de Cumhuriyet Bayramı töreni sonrasında zabıta memurlarına yaptığı bir konuşma Cumhuriyet’in devletle, devletin ise güvenlik ve kolluk kuvvetleriyle özdeşleştiğini simgeliyordu:
“…Her sene olduğu gibi muntazam ve muhteşem bir resmî geçit yapıldı. Geçen kuvvetler arasında siz de vardınız… Resmî geçidin en başında Türk ordusundan bir cüzü vardı. Gözlerinden nazik ve uzak mazinin zafer ışıkları parlayan bu yağız ve yavuz çehreli Türk çocukları çelikten bir kütle gibi sert ve muntazam adımlarını atarken cihan tarihlerini dolduran kahramanlıkların velveleli akisleri duyuluyordu. Onları görenler ve işitenler Türk istiklal ve istikbalinin her zaman mahfuz olduğuna bir defa daha iman ettiler… Onu deniz kuvvetlerimizin bir kıt’ası takip etti, bu kuvveti temsil eden çevik ve çelik vatan çocuklarının gözlerinde ak ve karadenizin hasretleri yanıyordu… Onları jandarma ve polis kıt’aları, sizin kumanda ettiğiniz kuvvetler takip etti. Sizden sonra izciler ve mektepliler geçti. Çok dikkatli ve çok muntazamdılar. Bilhassa çok sıhhatli ve gürbüzdüler…”
İzciler ve mektepliler Cumhuriyet töreninin ayrılmaz bir parçası olarak zikredilmişti; ancak vatandaşın adı yoktu ya da sahanın dışında pasif izleyici konumundaydı.
Siyasal, toplumsal ve yasal tüm kurumlar gibi bürokrasinin de resmî ideolojinin ayrılmaz bir aygıtı olarak yeniden biçimlendirilmesi, elitin kendini “gerçekliğin” bilgisine sahip tek özne olarak merkeze yerleştirmesinin bir sonucuydu. Devlet ve CHP hiçbir zaman birbirinden bağımsız değildi. Ancak her ikisinin resmî birleşimi 1935-1937 yıllarında tamamlandı. CHP’nin parti programlarında Kemalizm adı altında yer alan ana ilkeleri 1937’de Anayasa’ya işlendi.
1935 tarihli CHP 4. Büyük Kurultayı’nda benimsenen Program Taslağı’nda “Yalnız birkaç yıl için değil, geleceği de kapsayan tasarılarımızın ana hatları burada, toplu olarak yazılmıştır” deniyordu. Bu kurultayda Recep Peker program ve tüzük değişikliğiyle ilgili olarak “Yeni programın göze çarpan ve kendini duyuran başlıca farikası yeni Türkiye’de zaten baştan beri devletle bir ve beraber çalışan Cumhuriyet Halk Partisi varlığının devlet varlığı ile birbirlerine daha sıkı bir suretle yakınlaşmasıdır” açıklamasını yapıyordu. Parti böylece kendi programını devlete mal ediyordu. Yalnızca bürokrasi değil, tümüyle devlet, “CHP”okrasi yönetimi altına giriyordu.
Bu programda “Bütün devrim sonuçlarını, yurttaşların tam güvenliğini ve ulusal düzen ve yasaviğ [inzibatı], iç ve tüze örgüt ve kanunları ile koruyan ve hiçbir hadise karşısında sarsılmayacak bir hükümet otoritesi kurmak ve işletmek işlerimizin temelidir” denerek devlet otoritesi yeniden vurgulanıyordu. Bir yandan da yeni Tüzük’te parti ve hükümetin birleşmesi benimseniyordu: “Parti, kendi bağrından doğan hükümet örgütü ile kendi örgütünü birbirini tamamlayan bir birlik tanır. Parti örgütünün kendi hükümetinin her yönden başarıya ermesi için bütün kuvvetile çalışması esastır. Merkezde Partiyi ilgilendiren işlerin kovalanması için yapılacak degetler [temaslar] Parti Bakanları ile Genel Sekreter veya bunların adlarına harekete yetkili olanlar arasında… İllerde… Parti başkanları ile İlbaylar [Valiler] arasındadır.”
İsmet İnönü’nün CHP 4. Kurultayı’nın kapanış konuşmasında dile getirdiği görüşleri de parti elitinin beklentilerini yansıtması bakımından hayli dikkat çekiciydi: “Büyük Partinin, Devlet işlerini yakından gözettiğine ve Parti Hükümetinin yurt ve ulus için çalışmasının nasıl incelendiğine güzel örnekler verdiniz. Gelecek yıllar için Büyük Kurultayın verdiği yönergeler çok değerlidir. Her şeyden önce, Partinin programına koyduğumuz hükümler ulus ve ülke için yapıcı ve ilerletici etkelerini geniş ölçüde gösterecektir. İçerde ve dışarda bir daha ve iyice anlaşılacaktır ki Cumhuriyet Halk Partisi iyice kavranmış hareketli bir programı dölenle gütmektedir. Gerek devrim prensipleri, gerek Devlet idaresinde bütün ulusu kucaklıyan bir partinin temel programının egemen olması, işlerin hem sağlamlığı, hem de bir ana yolda şaşmadan ve şahıslarla ilgili olmıyarak ve durmıyarak yürümesi için esas şarttır. Büyük Kurultay, programiyle, yurdun gelecek dört yılı içinde hangi ana yollarda yürüyeceğini göstermiştir. Bununla, Parti Hükümetleriniz için bir program bildiriğinin aynı zamanda verilmiş olduğunu söylemek isterim. Büyük Kurultayın yurdun içerdeki emniyetine verdiği önem ve bu yolda Partinin devrimci anlamı bir daha meydana çıkmıştır. Hükümetlerimizin, devrimci Partimizin çok dikkatli ve çok dölenli vasfına uygun olarak hareket edeceklerine emin olabilirsiniz.”
Bu kurultaydan yaklaşık bir yıl sonra, 1936’da Recep Peker CHP Genel Sekreterliği görevinden alındı ve Başbakan ve Parti Genel Başkan Vekili İsmet İnönü’nün yayınladığı bir genelge ile parti ile hükümetin birleştirilmesi kararı uygulamaya sokuldu. İçişleri bakanlığı ile parti genel sekreterliği birleştirildi; illerde valiler aynı zamanda CHP il başkanlığı görevini üstlendiler.
İnönü Reisi Cumhur ve Milli Şef unvanlarını aldıktan sonra, CHP’yi etkisiz hale getirdiği gerekçesiyle 1939’da bu uygulamadan vazgeçildi. İnönü, 9 Aralık 1938 tarihinde CHP Kastamonu İl Kongresi’nde “partiyi, bütün vatandaşları kucaklayan büyük bir aile ocağı” haline getirebileceklerini söyledi. 2 Mart 1939 tarihinde ise İstanbul Üniversitesi’nde şöyle konuşuyordu: “Cumhuriyet Halk Partisi, şimdiden memleketin bütün menfaatlarını ve bütün evlâtlarını kucaklayan bir siyasi parti haline gelmiştir. Vatandaşlar bu büyük partinin teşkilâtı içinde, her türlü hizmet ve inkişaf imkânını bulmaktadırlar. Partinin bu mahiyeti istikbalde, daha ziyade kendini gösterecektir.”
İnönü’nün bu konuşması parti ve devletin ayrışmasına değil, CHP’nin bütüncül bir yapılanmaya gideceğine, “CHP”okrasinin giderek yerleşeceğine işaret ediyordu. Her ne kadar uygulamadan vazgeçildi görüntüsü verilse de, 1939’daki CHP 5. Büyük Kurultayı’nda benimsenen parti nizamnamesinin 100. maddesi “Parti, kendi bağrından doğan hükümet teşkilâtiyle, kendi teşkilâtını birbirini tamamlıyan bir birlik tanır.” şeklinde bir ifade ile CHP ile hükümetin bağlantısının süreceğini açıkça ortaya koyuyordu. Refik Saydam’ın kurultayda söylediği “CHP demek, Türk milleti demektir ve CHP demek, Türk devleti demektir, bu mefhumlar birbirine o kadar sıkı bir şekilde bağlıdır ki, birini diğerinden ayırmak imkânsızdır.” sözleri, CHP ve bürokrasi arasındaki bağın kopmadığına tanıklık ediyordu. Bu ifadeler aynı zamanda “CHP”okrasinin her zaman varlığını sürdürme çabası içinde olacağını göstermesi bakımından anlamlıdır.
Türkiye’de yaşanan siyasal krizlerin, darbelerin, toplumsal kutuplaşma, parçalanma ve çatışmaların derinliklerinde bir partinin devleti ve farklı organlarıyla bürokrasiyi kendi tekeline alma ve bu durumu ne pahasına olursa olsun sürdürme gayretinin bulunduğu yadsınamaz. Türkiye’de bürokrasinin ve siyasal sistemin etkili, verimli ve şeffaf olabilmesi, devletin ayrım gözetmeksizin tüm vatandaşlarına gerçekten eşit mesafede yaklaşabilmesi, onlara ideoloji aşılamak yerine hizmet üretmesi ve tüm vatandaşların taleplerine karşılık verebilmesi ancak ve ancak tüm kurum ve kişilerin “devlet benim, ben devletim” zihniyetini terk etmesi ve elitist “CHP”okratik yönetim zihniyetinin dönüşmesiyle mümkün olabilir. Söz konusu zihniyetin bu ülkenin insanlarına verdiklerinin ve onlardan götürdüklerinin ayrıntılı bir bilançosu çıkarılırsa, kazancın az, kayıpların ağır olduğu görülecektir. Öte yandan, gerçek bir toplum sözleşmesiyle, farklılıkları tanıyan ortak zeminlerin genişletilmesiyle, her türlü karar ve uygulamada vatandaşların onayının ve desteğinin aranmasıyla, kısacası devletle vatandaşın el sıkışmasıyla insanî ve ahlakî bir yaşam alanının kapıları aralanabilir. Aristoteles’in dediği gibi: “Devlet bir yatırımdan fazla bir şeydir: amacı, yalnızca yaşamayı olanaklı kılmak değil, yaşanmaya değer bir yaşamı kurmaktır… Devlet, herkesin, aileleri ve akrabaları içinde iyi yaşamalarını, yani tam ve doyurucu bir yaşam sürmelerini olanaklı kılabilmek içindir.”

Paylaş Tavsiye Et