Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Canı sıkılanlar için kılavuz
Yusuf Ali Başak
Tekrar, tekrar, tekrar
Baştan başlamak istiyorum.
Tekrar, tekrar, tekrar,
Dursun, durmayan.
Tekrar, tekrar, tekrar,
Kaçıp, kovalayan.”
(Ahmet Güntan, Uyku Saati)
 
RÜDİGER Safranski, Heidegger ile ilgili önemli çalışmasında, filozofun 1929/30 kışında, “Metafiziğin Temel Kavramları” adlı dersinde can alıcı bir varoluş/varolma modu olarak can sıkıntısından bahsettiğini anlatır. Çok basit olarak can sıkıntısı, Dasein’in yapageldiği her şeyle arasına bir mesafenin girdiği ve bunların dilsizleşerek yapana bir şey söylemediği minvali anlatır. Can sıkılması sırasında Dasein, dünya kurucu faaliyet olarak bir şeyle meşgul olmaya katlanamayacak duruma gelir ve giderek takatsizleşir. Dolayısıyla can sıkıntısı, canı sıkılanın bütün yaptığı eylemleri boşa çıkartır. Bu boşa çıkartma, “zamanı dolduran her şeyin mutlak yokluğu”nun ta kendisidir. Başka bir söyleyişle can sıkıntısı, aslında, zamanı zamanlamamızın mümkün olmadığı bir halin adıdır. Dasein zamanı zamanlayamadığı, akışkanlaştıramadığı, dolayısıyla da eyleyemediği, daha doğrusu, yaptığı hiçbir eylem ortaya çıkan boşluğu doldurmaya yetmediği için, tabir yerindeyse, bir felce uğrar: Zaman donmuştur.
Burada ilginç olan nokta, “can sıkıntısının bütün kötülüklerin anası” olmasının tam tersine, Heidegger’in can sıkıntısını felsefe yapmak için temel bir başlangıç anı ya da minvali olarak kodlamasıyla ortaya çıkar. Buna göre, bizler kendi kendimizle baş başa kalmamak adına sürekli olarak bir şeylerle meşgul oluruz. Bu meşgul oluş tam olarak oyalanmak anlamına gelir ve günlük varolma minvalimiz, yani ortalama durumumuz böyle bir hâletiruhiyede seyreder. Ve can sıkıntısı, tam da bu oyalanmanın artık oyalanmak olmaktan çıktığı ve eylemlerin dilsizleştiği bir durum olarak, kişinin yapageldiği şeylere dışarıdan değil de tam da içeriden bakmaya başladığı bir hali anlatır. İçeriden bakmak, sadece bir bilinç kazanma durumunu değil, doğrudan doğruya ontolojik bir oluşu anlatır. Heidegger için bu anın felsefe yapmak için başlangıç noktası olmasının nedeni, Dasein’in varolanlardan, oyalanılanlardan Varlık’a, bütün bu yapıp etmelerinde mümkünlüğünü sağlayan asl’a bakabilmeye başlamasından dolayıdır. Dasein, ancak bu andan sonra kendine ihtimam göstermeye başlar ve bu can sıkıntısıyla ortaya çıkan yükü taşıyabilmek için kapalılığı-açma-kararlılığı gösterir.
Heidegger’in can sıkıntısıyla ilgili söyledikleri önemli; zira can sıkıntısıyla özdüşünümsellik, yani kişinin kendi üzerine durup düşünmesi arasındaki ilişki, içinde bulunduğumuz Ramazan ayının, orucun bizler için ifade ettiği anlama paralel bir yerde duruyor ilginç bir şekilde. İbadetlerin, artık ağızlara pelesenk olan envai çeşit “faydaları” bir yana, doğrudan doğruya ontolojik değerleri/bağıntıları vardır; oruç da bu ontolojik boyutun çok çeşitli katmanlarda yaşandığı bir haldir ve temel minvali de yapageldiğimiz şeylerle aramıza mesafe koyuyor olmamızla ilgilidir. Bu mesafe koyma, zamanı (anı) doldurduğumuz boşluğun açığa çıkmasıdır. Çünkü biz kendi kendimizi unutmak adına ya da pahasına sürekli olarak olmayan bir boşlukla aramızı doldururuz. Bu boşluk doldurma oyununun yegane panzehiri (mesafe koyarak) yavaşlamaktır. Daha doğru bir ifadeyle, zamanın sözde bizim zamanladığımız boyutundan çıkarak anın yaşandığı bir minvale geçiştir. Dolayısıyla yavaşlamak, tam da “an”ın dile gelmesi, onun varlık bulması, çoğalmasıdır. Anın çoğalması, tam olarak zamanın ileriye/geriye hareket etmesi demek olmayıp içe doğru bir kat ediş anlamına gelmektedir. Seyyaliyet yine vardır; ama bu sefer kaçınılmaz olarak ileriye dönük (siz bunu zamanın bizi zamanlaması olarak okuyun) olmak zorunda değildir. İçe doğru kat ediş, kişinin hiçbir zaman kaçamayacağı o asıl şeyle, kendisiyle baş başa kalmasıdır elbette.
Dolayısıyla orucun asıl anlamı, doğrudan doğruya zamanla kişi arasındaki mesafeyi kişi lehine azaltmasıdır. “Normal” zamanlarda, kişinin göremeyerek içine düştüğü boşluktan imtina etmektir “oruç zamanı”nda olan. Bu imtina ediş, tam tamına yapılagelen eylemleri sadece iptal etmek değil, eylemle o eylemi yapan arasındaki görünmez mesafe(ler)in de aradan kaldırılmasıdır. Dolayısıyla mesafe azaltmak, sadece dışarıyla kişi arasındaki bir işlem değil, bizzat benle ben arasındaki bir işlemdir. Çünkü anlam/ak sürekli olarak, tam da daha önce anlaşılmış olanın çift yönlü (hem ileri hem geri) yeniden tefsir edilmesidir ve bizlerin kaçınılmaz olarak “anlamamız” gereken ve bu bağlamda zaten anlıyor olduğumuz yegane şey kendimizdir. Tam da bu nedenle anlamak bildiklerimizi tefsir etmektir. Ve bu yavaşlama, kişinin kendisiyle arasındaki mesafeyi kaldırma eylemiyle zamanı zamanlaması yani anlamasının biricik halidir. Yavaşlayan, anladığını sandığı şeyi tekrar tekrar anlayandır. Tekrardaki fayda da buradadır.
Helal gıdanın kişiye Allah’ı unutturmayan gıda olması bundandır. Ve bu helal gıdanın içine en başta kişinin eylemleri girmektedir, yedikleri değil. Kişinin kendi kendisiyle arasındaki mesafenin her kapatılışı, unuttuğunu hatırlayıştır. Oruç, zamanı tutan bir eylemdir; daha doğrusu zamanı tutma eylemidir ve zamanın bu tutulması, neyi unuttuğunu hatırlamanın ta kendisidir. Helal gıda, bu unutmayı mümkün kılmayan veyahut var olan unutmayı gideren gıdadır. Yavaşlayan (ve giderek duran), bu unutmayı hatırlayan ve bunun ne demek olduğunu (bir kez daha) anlayandır. Canı sıkılan insan söz konusu olduğunda ortaya çıkan, eylemlerin dilsizleşmesi ve kişinin kendisiyle baş başa kalması, bunun felsefeye yani tefekküre kapı açması, yani can sıkıntısının (doğru bir oluşa çevrilmesiyle) bir imkana dönüşmesi; oruç tutanın canını sıka sıka sevdiği şeylerle arasına mesafe koyması fakat giderek bu mesafe koyuşun geç kalmış bir hatırlama olduğunun fark edilmesiyle aynı oluş minvalinde bulunur dolayısıyla. Canı sıkılan, canını gerçekten sıkan şeyin bir şey yapmamak olmayıp bir şey yapmak olduğunu fark eder; tıpkı kulun, açlığın, aslında bir şey yememek değil yemek olduğunu fark etmesi gibi.
“Doğru” bir şekilde düşünmenin, Varlık’a dair unutulmanın ortadan kaldırıldığı bir hal olduğunu söyler Heidegger ve ekler “Şükreden gönül sahip olduğu ve olduğu şeyi düşünür.” Ve böylesi sahih bir varoluş hali, tam tamına, kişinin kendisini kendisinden ayıranlarla arasına mesafe koyması, akıp gideni yavaşlatması ve tutmasıyla mümkündür ancak. Çünkü düşünmek, “neler olup bittiği”ne sahiden bakakalmanın bir halidir. Bu olup bitene, geçip gidene bakakalmak ise unutulanın hatırlanmasının, ölümü hatırlamanın ta kendisidir. Zamanı yavaşlatmak (ve giderek durdurmak), ölümün kaçınılmaz tadını almaktır ve hiç şüphesiz oruçla zamanı tutan kulun hali, ölümün kulda yaşam bulduğu bir haldir. Ölüm, herkeste kendini tadacaktır ve zamanı yavaşlatmak ölümü düşünmenin ta kendisidir; “ölümün kendi yakınına gelmesine izin vermek”tir. Oruç, ölüme bir hazırlıktır: Afiyet olsun.

Paylaş Tavsiye Et