Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
On bir ayın gölgesi Ramazan’ın üzerinde
Nazife Şişman
YİNE yeni bir Ramazan geldi hanelerimize, bütün bereketi ve rahmetiyle. Ama bu bereket ve rahmetten nasibdar olmamızı engelleyen “nefs” ve “dünya”, yeni kıyafetleriyle karşımızda. Bazen içinde yaşadığımız tüketim kültürünün iğvası şeklinde tezahür ediyor bu engel, bazen kendi “ibnü’l-vakt” olamayışımızın mazeretini nostaljik bir “eski Ramazanlar” özlemiyle ifade edişimizde.
Son yıllarda en fazla şikayet edilen konular, Ramazan’ın bir kültürel etkinliğe evirilmesi; insanların nefslerinin terbiye edilmesini hedefleyen bir ibadetin içinde yer aldığı zaman diliminin, tüketim çarkının daha hızlı dönmesine yol açması; diğer elin görmemesi gereken “veren eller”in reklam panosu gibi ortada oluşu... Etrafımıza baktığımızda bu konularla ilgili olumsuz duygulara kapılmamak mümkün değil. Şehir merkezlerine kurulan çadırlar etrafındaki eski Ramazanlara özgü kültürel öğeleri alınıp satılabilen metalara dönüştüren ticari örgütlenme, dinin tüketim nesnesine indirgendiği hissine yol açıyor. İbadete yoğunlaşılması gereken zamanların eğlence tüketimine yönelik faaliyetlerle işgal edilmesi, tepkisel bir şekilde ibadetin ferdî-derunî boyutunu vurgulamamıza ve sosyo-kültürel boyutunu inkar etmemize yol açıyor.
Bu konuyu ele alan bazı Batılı araştırmacılar, Ramazan ve Noel’in ticarileşmesi arasında bir benzerlik ve bağlantı kuruyor. Bazıları da “fasting/feasting” ikilemini tedavüle sokarak ve Müslümanların Ramazan’ı bir ibadetten festivale dönüştürdüklerine işaret ederek bir çelişkinin altını çiziyor. Bizde de benzer genellemeler yapanlar var. Bu durumu doğrudan doğruya dünyevileşme (sekülerleşme) ya da tüketim kültürüne teslim olma şeklinde indirgemeci bir yaklaşımla ele almak da mümkün. Ama unutulan bir husus var. O da İslam’da dinî/dünyevî ayrımının Hıristiyanlıktaki gibi olmadığı.
Dinî ibadetlerin ticari bir boyutunun olması, tek başına bir mesele teşkil etmez İslamî açıdan. Mesela “yol bulabilen”lerin ömründe bir kez yapmak zorunda olduğu Hac ibadetinin, bir ticaret vesilesi de olması, o ibadetin sıhhatini bozmaz. “Hem ziyaret hem ticaret” deyimi bu hakikate işaret eder. Böyledir, ama ticaretin ziyarete galebe çalmamasıdır tavsiye edilen. Bu nedenle Ramazan’ın özellikle yiyecek içecek pazarında bir hareketlenme oluşturması beklenen bir gelişmedir.
Diğer taraftan Ramazan tarihî süreç içinde kültürel birtakım özellikler de kazanmıştır. İftarda top atılması, pide, güllaç gibi Ramazan’a özgü yiyeceklerin tedavüle girmesi, Ramazan davulu, iftar davetleri, camilere mahyaların asılması, teravih sonralarının bir festival havası kazanması...
Aslında buraya kadar bir sorun yok. Sorun, bu kültürel zenginliğin doğal sürecinden çıkıp “geleneksellik” adı altında pazarlanmasıyla başlıyor; tüketim kültürünün dinî inançları, sembolleri ve değerleri birer tüketim nesnesine indirgemesiyle devam ediyor. Fredric Jameson’un da dediği gibi ileri kapitalizm, bütün insan faaliyetini bir tür tüketime indirger; dini de tüketerek tecrübe edilen bir düzeye. Halbuki tüketim çılgınlığı hemen hemen bütün dinlerde hoş görülmeyen bir davranıştır. İsraf yedi büyük günahtan biridir. Tüketim olumsuz bir çağrışımla “dünya hayatına kanma, nefsin azdırılması, israf” gibi terimlerle bir arada zikredilir çoğu zaman.
Ramazan’ın rahmet ayı ve şeytanların ellerinin bağlı olduğu bildirildiği için bu ayın manevi fezeyanının, tüketim toplumunun tüm çılgınlıklarını bertaraf edecek bir kuvvette olmasını arzu ediyoruz. Bu nedenle on bir ay boyunca normal karşıladığımız pek çok şey Ramazan’da gözümüze batmaya başlıyor. Halbuki Recep ve Şaban’ı nasıl yaşamışsak Ramazan’ı da öyle yaşamamız mukadderdir. İbadetlerin az ama sürekli olanının tavsiye edilmesi, ipliğini eğirip sonra çözen kadın gibi olmama uyarısı, hep bu espriye dayanır. Bu sebeple eğer yerinde bir eleştiri yapmak istiyorsak bütüne bakmalıyız. Hem on bir ay tüketimin kollarına teslim oluşu eleştirmeli hem de Ramazan’da camileri dolduran gençleri, evlerde okunan mukabeleleri, “sanki yedim” esprisini hatırlatacak şekilde rızkından ayırıp yoksulu yetimi kollayanları görmeliyiz.
Bu yüzden öncelikle tüketim toplumunun mahiyetini zihnimizde netleştirmemiz gerekiyor. Bilinen her toplum, küçük veya büyük çapta tüketici olmasına rağmen, günümüz toplumunun tüketim toplumu olduğunu söylüyoruz. Ve tüketim kültürü terimini kullanıyoruz. Çünkü günümüz toplumunun anlaşılması açısından ürünler dünyasının ve bunların yapılanmasının önemli, hatta merkezî bir yer işgal ettiğini vurguluyoruz böylece. Ayrıca bireylerin tüketici rolünün örnek bir norm olduğuna, bu rolü oynama yetenek ve arzusunun kimlik kurucu bir öğe olduğuna dikkat çekiyoruz.
Bu tespit ve eleştirileri yaparken dikkat etmemiz gereken bir husus var. Tüketim toplumu denilen vaka da, hızlı teknolojik değişim ve bireyselliğin hayat tarzı üzerinden ifadesi gibi gelişmeler de sadece belli bir kesimi etkilemiyor. Nasıl ki güneş herkesi ısıtıyor, yağmur herkesi ıslatıyorsa teknolojik gelişme, kapitalist ekonominin yükselişi, küreselleşme vb. süreçler, dindarlar ya da İslamî camia denilen kesim de dâhil herkesin, her kesimin hayatını hızlandırıyor, etkiliyor ve yeni bir terkibe zorluyor. Bu nedenle dindarların hayat tarzında dikkat çekici değişiklikler gözlemliyoruz.
Jip kullanma, piyano ya da gitar çalma, bazı seçkin eğlence-dinlence mekanlarına gitme, alternatif tatil mekanları oluşturma vb. örnekler üzerinden yapılan tartışmalar sık sık gündem oluşturuyor. Bu tartışmalar, kimliksel ve sınıfsal bir çatışmanın da göstergesi olduğu için dindarların hayat tarzı ile imtihanı zor bir süreç olarak cereyan ediyor.
1990’lı yıllar İslamcıların para-pul ile buluştuğu yıllar olarak kabul edilir genelde. Söz konusu yıllar, kamusal alanda dindarlıklarını bir şekilde görünür kılan kimselerin de tüketim ekonomisiyle irtibata geçtiği bir dönemdir. O zamandan beri ister İslamcılar ister dindar Müslümanlar deyin, bu kesim hem dindaşları hem de kendilerini laik olarak konumlandıranlar tarafından eleştiriye tabi tutuluyorlar. Beş yıldızlı otel iftarları, kadınlara özel havuzlu tatil beldeleri, tesettürlü kadınların şık ve marka giyinmesi, jip kullanması, bazı zenginlerin her yıl hacca, umreye gitmesi... Bütün bunları tüketim ve israf üzerinden bir eleştiriye tabi tutmak mümkün. Ama bu muhasebeyi kişinin kendisi için yapmasını engelleyen birtakım gerilim alanları var toplumumuzda. Çünkü Türkiye’deki laik-şeriatçı kutuplaşması ne zaman yoğunlaşsa, kendini laik gruba ait hissedenler, bu uygulamaları samimiyet sınavında kırık not için gerekçe olarak kullanmaya tevessül ediyor. Bu eleştiriler, karşı savlarını da doğuruyor. Dindarlarla sekülerler arasındaki sınıfsal fark çok vurgulandığından, “Müslümanlar her şeyin en iyisine layıktır” şeklindeki görüş, kendisine geniş bir yer buluyor. “Bir lokma bir hırka” şeklindeki ideal kod, modernleşme önünde bir engel olarak görülebiliyor. Böylece tüketimin her şekli sorgusuz sualsiz meşrulaştırılmış oluyor ve israf, kanaat gibi kavramlar dünyayı ahirete bağlayan süreçte terbiyevi imkanlarıyla birlikte hayatımızdan çekiliyor.
Vakıa budur, tüketim kültürü ve kimlikler üzerinden yaşanan çatışma israf muhasebesini zorlaştırıyor. Ama bu zorlukları aşan örnekleri görmedikçe, bu sarmaldan çıkış da yok. Çünkü insan iz süren bir varlık. İyi çığır açanları takip etme istidat ve temayülü fıtratında mevcut. Bu sebeple “Güzel bakan, güzel görür” fehvasınca, harçlıklarını birleştirip fitre veren öğrencileri, gecelerini namazla tezyin edenleri, oruçla sabrın yarısını gerçekleştirenleri görmek ve “eski Ramazanlar” nostaljisine de “bozulma” söylemine de teslim olmamak gerekiyor.

Paylaş Tavsiye Et