Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Kentsel dönüşüm ya da şehir algısı(zlığı)
Ümit Aksoy
“DÖNÜŞÜM değil bölüşüm projesi.” Bu ifade, Fener-Balat bölgesinde yürütülen kentsel dönüşüm çalışmalarına dair, bölge sakinlerinden birisine ait ve aslında birçok insanın da üzerinde hemfikir olduğu bir yargıyı dile getiriyor. Peki, ama nasıl oluyor da herkesin sürekli tekrarlayıp durduğu ve üzerine titrediği bir çalışma böylesi bir hale bürünüveriyor?
Lafı dolandırmadan söylemek lazım: Fener-Balat bölgesinde yürütülen çalışmalar da dâhil olmak üzere bu tür süreçlerden, bir şekilde bu çalışmaların yürütüldüğü bölgede oturmak “zorunda” kalan insanların, bu bölgedeki belediye gibi kamu kurumlarının, bu yeniden inşa sürecinden “nemalanmak” isteyen grupların (yürütücü firmalar) ve son olarak da dışarıdan bakan gözlemcilerin birbirinden farklı beklentileri var. Örneğin sürekli tekrarlanagelen şeffaflık eleştirisi, konuya “entelekt” bir yerden bakmayı deneyen dışarıdaki gözlemcilerin bir iyi niyet arzusundan öteye gitmiyor. Gitmiyor, çünkü bütün süreci şeffaflık eleştirisi üzerinden kurmak konuyu ıskalamak anlamına geliyor. Gerçekten de şeffaflık, süreçlerin nasıl işlediği, karar alma mekanizmalarının nasıl meydana getirildiğine dair oldukça önemli bir husus. Ama şeffaflık meselesinin de içinde şekillendiği daha önemli bir nokta, örneğin, bu süreçteki farklı aktörlerin farklı türden beklentilerinin olması.
Yakınlarda meydana gelen bir örnek olay olarak Sulukule’de olup bitene baktığımızda bu durumu daha net görebiliyoruz aslında. Sulukule, apaçık birtakım kötü yerleşimlerin var olduğu bir bölge. Bu bölgeye “dışarıdan bakan gözler”, romantik bir “yerlilik”/folklor/kimlik edebiyatıyla bölgenin ıslahına dair çalışmaları eleştiriyor; o bölgedeki toplumsal dokuyla ilgili sorunları göz ardı eden bir süreç kurguluyor. Dolayısıyla, gerçekten o insanların kendi iç sorunlarını da düzeltecek bir öneriden ziyade, dışarıdaki gözlemcilerin bakışı birtakım estetik/ideolojik değer yargısının bölgeye ve bölge sakinlerine yüklenmesi şeklinde kendini gösteriyor ve bunun sonucunda, sanki ezeli-ebedi bir şeymişçesine hem bölgedeki kültürel dokuyu hem de teknik yerleşimi koruma refleksine giriliyor.
Buna mukabil belediye başta olmak üzere büyük aktörler, bütün süreci bir “rant” meselesine indirgeyerek hareket ediyorlar. Bu aktörler var olan sıkıntıları gidermek adına sözde ahlaki birtakım gerekçeler ileri sürerek bölge sakinlerini yerlerinden ediyorlar. Zira gerçekten ahlaki bir gaye ile yola çıkan bir çalışma, ahlaki olanı bu insanların yaşayışlarıyla sınırlamayıp; o insanların ıslahını içeriden bir yol tutarak halletmek yoluna gitmelidir.
Aynı sürecin son aktörü olan “mahalle sakinleri”nin durumu ise en sıkıntılı olanı. Onlar için asıl önemli olan, gerçekten ve net bir şekilde “sıcak bir yuva”da bulunmak. Bu sebeple bütün bu olan bitene en pratik ve görece en dolayımsız bakabilen de onlar. Bu dolayımsızlık noktası önemli. Çünkü bu insanlar oturdukları semtleri (Tarlabaşı, Sulukule, Fener-Balat) tam da bu yerlerin görece düşük maliyetleri dolayısıyla tercih ediyorlar. Buralardan bekledikleri, günlük hayatlarını idame ettirmekten öteye gitmiyor. Oysa onların dışındaki diğer gruplar (halktan olup da işbirlikçi olanlar bir tarafa!) bu bölgeye sürekli olarak kendi çıkarları doğrultusunda, sürekli olarak dolayımlı bir yerden bakıyorlar. Dolayısıyla da dışarıdan bakanların gördükleri estetik unsurlar bu insanlara hiçbir şey söylemiyor aslında. Bu anlamda doğru olan bir siyaset yürütme tarzı, tam olarak geçmesi gereken yerden türetilemiyor. Örneğin Sulukule’de yerlerini bırakıp giden insanlara kızmak yerine, aslında tam da bu gidişin yani yeni yerleşim yerlerinin bölge sakinlerinin çıkarına olmadığının dillendirilmesi gerekiyor. Zira bu olayda kategorik olarak estetik çıkarı, saf hayatı idame ettirmenin üstüne koyan bir siyaset yürütmek, nereden bakarsanız bakın, bütün bir Cumhuriyet tarihinin elitist bakışını tekrarlamaktan başka bir anlama gelmemektedir aslında.
Bu üç aktörün pozisyonlarında dışardan bakanların ihmal ettiği nokta, bölgeye dışardan atfedilen değerlerden dolayı ortaya çıkıyor hiç şüphesiz. Ne yeni oluşturulacak teknik altyapı anlamında ne bölgenin ima ettiği kültürel değerler noktasında bölgenin sürekliliğine gönderme yapan bir bakış açısı mevcut. Yani hem Sulukule hem Tarlabaşı hem de Fener-Balat’ta yürütülen çalışmalardaki temel sıkıntı, tarihsel ve kültürel olan ile gerçekten korunması ve “yaşatılması” gerekenin “ne olduğu”na dair zihnî karışıklıktan türüyor.
Bu zihnî karışıklık, hem teknik hem de daha teorik noktalarda ortaya çıkan sorunun apaçık kaynağını oluşturuyor. Nitekim belediyelerde yürütülen faaliyetlerin özü, ne yazık ki, muhafazakâr ve ne olduğu belli olmayan birtakım nostaljik ve göz boyamalık süreçlerle işleyen, korkunç derecede soğuk ve hiç de insani olmayan bir anlama sahip. Bütün bunlar ise kentten, dönüşümden, gerçekten yaşanabilir olandan algılanan şeylerdeki yanlış yargılardan doğuyor. Bir yeniden yapılandırma süreci, kategorik olarak ne eskiyi koruduğu ne de yeni olanı merkeze aldığı için değerlidir. Yapılması gereken, her iki “kaynağın” da anlamlı, insani, mümkün olan en doğal bir yapılandırma içinden yeniden billurlaştırılmasıdır. Başka bir ifadeyle, bütün bu yapıların tarihî yarımada içinde olması onları tarihî kılmadığı gibi, bu hurda yığınlarını bozup yerine modern kuleler dikmek de başlı başına bir değere haiz değildir.
Öte yandan bütün bu kentsel dönüşüm süreçlerinin merkezinde, insani ve doğal olana gönderme yapan sağlıklı bakışlar değil, tam tersine maddi bir değere haiz olan yapılandırma ve reorganizasyon biçimleri yer alıyor. Kamusal aktörler ve yerel halk söz konusu olduğunda, hemen “çıkarlar”ın önemli hale geldiği kaba pragmatik düşünüş tarzı devreye giriyor. Belediyeler ve bunun gibi kamusal aktörler için önemli olan son kertede bu işlerden bir şekilde nemalanmak. Dolayısıyla da onların asıl derdi, hizmet vermekle ilgili kaygıdan öte de facto biçimde bütün bu yeniden yapılanma süreçlerinde kendi çıkarlarını maksimize etmek. Bu çıkarlar ise ilginç bir şekilde ancak ve ancak bu yapıların maddi bir değere dönüşmesi oranında anlam kazanıyor. Örneğin Fener-Balat bölgesindeki yeniden inşa süreçleri, hem teknik hem estetik hem de ahlaki olarak andığım bu boyutları içinde barındırıyor. Buna göre, mevcut yapılar yıkılıyor, yerine ancak bölgenin sözde turistlik bir muhtevaya kavuşturulması anlamında bir yenileşme öngörülüyor ve bütün bu süreçler içi boş sözde estetik/tarihsel motiflerle icra ediliyor. Dolayısıyla o bölgede yaşayan insanların ve daha genelde bölgenin kendisinin gerçekten beklediği bir oluşum süreci bir türlü vuku bulmuyor. (Ayrıca belirtmek gerekiyor ki Fener-Balat bölgesinde seçimler nedeniyle durdurulan ve seçimlerin ardından yeniden başlanacak proje için göstermelik anketlerle bölge sakinlerinin de bu çalışmaya destek olduğu söyleniyor.)
Bütün bunlar ise hiç şüphesiz bu işleri yürüten yapıların ve insanların bir türlü sahip olamadıkları “şehir” algısından kaynaklanıyor. Tarihî yarımadanın tarihîliğinden anlaşılanın sadece cumba olduğu yahut yenileşmeden kastın paraya dönüştürülen bir ürün ortaya koymak olduğu bir zihniyetten, başka bir şey ortaya çıkması beklenmemeli.

Paylaş Tavsiye Et