Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Ölenler öldü, kalan sağlar haindir!
İhsan Fazlıoğlu
DA­HA ön­ce­ki An­la­yış ya­zı­la­rın­da, de­ği­şik ve­si­le­ler­le di­le ge­tir­di­ği­miz gi­bi, (g)-öz’ün dı­şa­rıy­la te­ma­sı du­yu-lar­la ol­sa da du­yu­la­ra eş­lik eden, ih­sa­sı id­ra­ke dö­nüş­tü­ren, duy­gu ve dü­şün­ce yük­lü dil’dir. Tüm de­ği­şik tür­le­riy­le dil, yal­nız­ca ba­sit ve sa­bit bir bil­di­ri­şim ve ile­ti­şim ara­cı de­ğil, ay­nı za­man­da, in­sa­nın için­de ya­şa­dı­ğı, ha­ya­tı­nı an­lam­lı kıl­dı­ğı, kar­ma­şık ve di­na­mik, sa­bi­te­le­ri­nin ya­nı sı­ra sü­rek­li ken­di­ni ye­ni­le­yen bir örün­tü­dür. Bu ne­den­le­dir ki, Var­lık’a çen­tik at­ma ye­ti­si ola­rak Dil’in, Ha­yat’ta yo­lu­mu­za is­ti­kâ­met ve­ren bir sa­ğın­lık­ta ol­ma­sı ge­re­kir. Ta­bi­at’ta­ki bir ol­gu ve ola­yı id­rak için na­sıl hem ni­ce­lik­sel hem de kav­ram­sal ya­pı­sı güç­lü teo­rik bir dil ge­liş­ti­ri­yor­sak, Ha­yat’a iliş­kin ol­gu ve olay­la­rı id­rak için de, ben­zer bi­çim­de, di­zi­li­mi (sen­tak­sı), an­lam­sal­lı­ğı (se­man­ti­ği) ve gös­ter­ge­si (se­mi­yo­ti­ği) baş­ta ol­mak üze­re kav­ram­sal ör­gü­sü yük­sek bir dil ge­liş­tir­mek zo­run­da­yız. Bi­raz ön­ce işa­ret edil­di­ği üze­re, söz ko­nu­su ör­gü­nün, tüm sa­bit de­ğer­le­ri­ne kar­şın, Var­lık’ta­ki ye­ni ol­gu ve olay­la­rı çen­tik­le­mek için di­na­mik ol­ma­sı ge­re­kir. İn­sa­nın en önem­li ye­ti­le­rin­den bi­ri­nin “ad ver­mek/koy­mak” ol­du­ğu (Fah­red­din Râ­zî, “Âdem’e isim­le­ri öğ­ret­ti” aye­ti­ni “ad ver­me/koy­ma gü­cü” ola­rak tef­sir eder) ger­çe­ği­ni göz önün­de bu­lun­du­rur­sak, öz­gür­lü­ğü­mü­zün sı­nı­rı­nın ad ve­re­bil­me­mi­zin sı­nı­rıy­la iliş­ki­li ol­du­ğu­nu söy­le­ye­bi­li­riz. De­ni­len­le­ri gü­nü­mü­zün ulu­sal ya da ulus­la­ra­ra­sı alan­lar­da­ki si­ya­sî ve sos­yal olay­la­rı­na uy­gu­la­dı­ğı­mız­da, ku­ral ko­ya­nın, be­lir­le­ye­nin, yön­len­di­re­nin sü­rek­li ad ver­me/koy­ma gü­cü­nü elin­de bu­lun­du­ran ol­du­ğu ra­hat­lık­la söy­le­ni­le­bi­lir.
Te­olo­ji’de Tan­rı’nın hik­me­ti ara­nır, on­to­lo­ji’de il­let, fi­zik’te ise se­bep; çün­kü bu üç ala­nın var-ol­ma­sı (mev­cud), in­sa­nın icâ­dı­na, gü­cü­ne (kud­ret) ve se­çi­mi­ne (ih­ti­yâr), kı­sa­ca in­sa­nın ey­le­mi­ne (amel) bağ­lı de­ğil­dir; an­cak id­ra­ki in­sa­na bağ­lı­dır. Ta­bi­at’ın ter­si­ne, Ha­yat’ın hem ica­dı hem de id­ra­ki, in­sa­nın gü­cü­ne ve se­çi­mi­ne; kı­sa­ca in­sa­nın ey­le­mi­ne tâ­bi­dir. “Ey­lem­ler (amel­ler) “ise” ni­yet­le­re gö­re­dir.” Bu ne­den­le Ha­yat’a iliş­kin bir ey­le­min ta­yin ve tes­pi­ti, ar­ka­sın­da du­ran ni­ye­tin ta­yin ve tes­pi­ti­ne bağ­lı­dır. Bu nok­ta­da “ni­yet oku­ma” tav­rı­nın ve “kı­yâs el-şâ­hid âlâ el-ğâ­ib” ku­ra­lı­nın tu­za­ğı­na düş­me­mek için, kas­te­di­len ni­ye­tin, bil­fi­il ha­le gel­miş, var­lık ka­zan­mış, du­yu-duy­gu-dü­şün­ce bir­lik­te­li­ği­ni te­ces­süm et­tir­miş, kı­sa­ca ey­le­me dö­kül­müş ni­yet ol­du­ğu vur­gu­lan­ma­lı­dır. Böy­le bir ni­yet, tüm in­sa­nî ey­lem­ler­de iç­kin­dir; is­ter men­fa­at is­ter mas­la­hat sai­kiy­le ol­sun, in­sa­nî ya­pıp-et­me­le­rin, icad­la­rın, ey­lem­le­rin bir ni­ye­tin, ni­yet­le­rin ci­sim­leş­me­si ol­du­ğu­nu ra­hat­lık­la söy­le­ye­bi­li­riz. Ni­yet, Ha­yat’a çen­tik at­ma­nın, ad koy­ma­nın hem do­ğa­sı­nı hem de is­ti­kâ­me­ti­ni be­lir­ler, çün­kü ni­yet, içe­ri­ği ne olur­sa ol­sun in­sa­nî ey­le­me bir amaç giy­di­rir. Bu ne­den­le ni­ye­ti be­lir­le­mek yal­nız­ca mev­cut ha­ya­tî ol­gu ve ola­yın mad­de­si­ni de­ğil su­re­ti­ni, ma­na­sı­nı, ama­cı­nı ta­yin et­me­yi de sağ­lar.
Di­li, de­lâ­let te­ori­si bağ­la­mın­da, söz­lü ve söz­süz ve bun­la­rın alt tür­le­riy­le bir­lik­te dik­ka­te alır­sak, Ha­yat’ın da as­lın­da, bir tür dil ol­du­ğu ra­hat­lık­la dü­şü­nü­le­bi­lir. Si­ya­sî, ik­ti­sa­dî, di­nî, mi­ma­rî, kı­sa­ca ki­şi­sel ya da top­lum­sal her ol­gu ve ola­yın, as­lın­da bir ni­ye­tin, bir ga­ye­nin, du­yu-duy­gu-dü­şün­ce­nin so­mut bir gös­ter­ge­si ola­rak bir ey­le­min Ha­yat’a çen­tik at­ma tav­rı ve tar­zı­nın, kı­sa­ca in­san ta­ra­fın­dan bir “...den­mek is­te­ni­len”in ci­sim­leş­me­si, var-ol­ma­sı ol­du­ğu söy­le­ni­le­bi­lir. Na­sıl ki, bir bi­re­yin, tüm ey­le­dik­le­ri­ni göz önün­de bu­lun­du­ra­rak, ha­ya­ta iliş­kin ni­yet ve ama­cı­nı be­lir­le­me ola­na­ğı­mız var­sa; bir top­lu­mun ve üret­ti­ği kül­tü­rün de ta­ri­hi bo­yun­ca tüm ey­le­dik­le­ri­ni dik­ka­te ala­rak ni­yet ve ama­cı­nı be­lir­le­me ola­na­ğı­mız da var­dır. Ha­yat’ta ki­şi ve top­lum­la­rın yar­gı­lan­ma­sı “...den­mek is­te­ni­len” ey­le­ne­ne bağ­lı­dır; “...den­mek is­te­ni­len” ey­le­nil­me­si dü­şü­nü­le­ne de­ğil; çün­kü, -Ali Kuş­çu’nun da de­di­ği gi­bi- biz in­san­lar an­cak ve an­cak id­ra­ki­mi­ze ko­nu olan bil­fi­il ol­gu ve olay­la­rı bi­le­bi­li­riz; bil­kuv­ve olan­la­rı de­ğil; zi­ra bil­kuv­ve olan he­nüz icad edil­me­miş, var ol­ma­mış­tır; ey­le­me dö­kül­me­miş bir ni­yet üze­ri­ne yar­gı ise Tan­rı’ya mah­sus­tur.
Yu­ka­rı­da çi­zi­len çer­çe­ve­de, ha­li­ha­zır­da Dün­ya’da olup bi­ten­le­ri an­la­mak, an­lam­lan­dır­mak, te­fek­kür ve te­deb­bür ede­bil­mek, fi­kir ve ted­bir ye­tiş­ti­re­bil­mek için, bu ha­ya­tî ol­gu ve olay­la­rı ey­le­yen ki­şi ve kül­tür­le­rin di­li­ni, do­la­yı­sıy­la ni­yet­le­ri­ni ve amaç­la­rı­nı ta­yin ve tes­pit et­me­li­yiz. Ni­te­kim te­fek­kür, tah­kik (is­bat el-me­se­le bi-el-de­lil) ve ted­kik­te (is­bat el-de­lil bi-el-de­lil) ak­lın, ka­nıt (de­lil) üze­rin­de na­zar yo­luy­la ta­sar­ruf et­me­si iken, te­deb­bür, in­sa­nî ame­lin (do­la­yı­sıy­la ni­yet ve ama­cın) ha­yat­ta­ki so­nuç­la­rı üze­rin­de yi­ne na­zar yo­luy­la ta­sar­ruf et­mek de­mek­tir; bu ne­den­le­dir ki, te­fek­kür’ün so­nu­cu fi­kir, te­deb­bür’ün so­nu­cu ted­bir’dir. Böy­le­ce de­ni­le­bi­lir ki, hem na­za­ri­ya­ta (Ta­bi­at’a) iliş­kin fi­kir hem de ame­li­ya­ta (Ha­yat’a) iliş­kin ted­bir, ak­lın tah­kik ve ted­kik tar­zı ça­lış­ma­sın­dan kay­nak­la­nır. Ter­si du­rum­da, ha­ya­ta iliş­kin her ol­gu ve olay­da ya ağ­lar ya gü­le­riz ya da ba­ğı­ra ba­ğı­ra yü­rü­rüz; ama bir tür­lü teb­dir ede­me­yiz; çün­kü fi­kir yok ise ted­bir de yok­tur.
An­la­tı­lan­la­ra en gü­zel ör­nek, Mus­ta­fa Özel’den din­le­di­ğim, şu ta­ri­hî an­la­tı­dır: Bar­ba­ros Hay­red­din Pa­şa, 1538’de­ki Pre­ve­ze De­niz Sa­va­şı’ndan he­men ön­ce ta­kip edi­le­cek sa­vaş tak­ti­ği için et­ra­fın­da­ki­ler­le is­ti­şâ­re eder­ken so­rar: “Aca­ba An­dre Dor­ya ya­rın ne tür bir tak­tik uy­gu­la­ya­ca­ğı­mı­zı dü­şü­nü­yor?” So­nuç ola­rak, Dor­ya’nın Os­man­lı do­nan­ma­sı­nın ta­kip ede­bi­le­ce­ği­ni dü­şün­dü­ğü sa­vaş tak­ti­ği tes­pit edi­lip, ona gö­re ted­bir alı­nı­yor ve sa­vaş bu tak­tik üze­re ka­za­nı­lı­yor. Dik­kat edi­lir­se, her iki ta­raf­ta so­ru “Ya­rın na­sıl bir tak­tik uy­gu­la­ya­lım” de­ğil­dir; öte yan­dan Bar­ba­ros, An­dre Dor­ya’nın sa­vaş tak­ti­ği­ni de me­rak et­mi­yor; ter­si­ne Dor­ya’nın tak­ti­ği­ni ken­di­si­nin muh­te­mel sa­vaş tak­ti­ği­ne gö­re kur­gu­la­ya­ca­ğı­nı dü­şü­nü­yor ve onu aşan ye­ni bir tak­tik ge­liş­ti­re­rek sa­va­şı ted­bir edi­yor; çün­kü ted­bir, tek­rar pa­ha­sı­na, ni­yet ve ama­cın en ucu­nu dü­şü­ne­rek te­fek­kür ey­le­mek­tir.
Ni­ye­tin işa­ret et­ti­ği ga­ye dik­ka­te alı­na­rak ge­liş­ti­ri­le­cek ç-özüm (ted­bir), so­ru­nun öz-üne iner; ter­si du­rum­da ka­buk­la uğ­raş­mak ka­çı­nıl­maz; ba­ğı­rıp-çı­ğır­mak ka­de­ri­miz olur. Unut­ma­ya­lım ki, za­val­lı­la­ra, za­yıf­la­ra, Tan­rı acı­ya­bi­lir; ama ni­ye­ti, ga­ye­si, kı­sa­ca­sı di­li kö­tü olan in­sa­nım­sı­lar as­la acı­maz­lar. Öte yan­dan, el dua­sı bit­me­den ya­pı­la­cak dil dua­sı yal­nız­ca bir gü­rül­tü­dür; çün­kü yi­ne, an­cak el ve dil­ce ha­zır olan­lar, hu­zur bu­lur­lar...
 

Paylaş Tavsiye Et