Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Demokrasiyi inşada kaçan fırsatlar
Avni Özgürel

TÜRKİYE, Serbest Fırka’nın kurulmasıyla gerçek manada demokrasiye adım atabilirdi, ama olmadı. Bunun nedenini, niçinini tartışmak, suçluyu işaret etmek bu yazının konusu değil. Ayrıca geldiğimiz noktada artık bu fazla önemli de değil. 1946’da çok partili hayata geçtik ve orada kaldık.
Benim ve pek çok yazarın kullandığı “çok partili siyasi hayat” tanımının kime ait olduğunu bilmiyorum; ama bu tanımın tam olarak gerçeği ifade ettiğinden yana kuşkum yok. 1946’da ‘geçtiğimiz’ şey demokrasi değil, “çok partili” yani birden fazla siyasi partinin olduğu düzendi ki bugün de el-hak aynı noktadayız. Bunun dahi fazla içe sinmediğinin kanıtı, geçen altmış sene zarfında iki ihtilal, iki post-modern darbe, iki de ihtilal teşebbüsü yaşamış olmamız. Kanun çıkartmak, anayasal zemin ve demokrasi üzerine atılan çokça nutuk, ne yazık ki zihniyet dünyamızda otoriteye dayalı yapıyı değiştirmeye yetmedi. Geçen onca yıl, demokrasi konusunda en fazla rahatsızlık ifade eden ve en ziyade talepkar görünen kesimler de dahil olmak üzere gerek kurumsal gerekse toplumsal planda gerçek manada demokrasi, gündemimize hiç girmedi.
İtiraf etmem gerekir ki pek çok bakımdan fazla umut bağlamamış olsam da, demokrasi konusunda AKP iktidarının ülkeye mesafe kazandıracağı düşüncesindeydim. Anayasa’yı değiştirecek çoğunlukla meclise gelmiş olan AKP, ülkenin sinir düğümü olan türban, İmam-Hatip liseleri gibi konulara çözüm getiremeyebilirdi belki; ama demokrasi alanında eksikliklerimizi gidermemesi için bir sebep yoktu. Demokrasi yolunda Türkiye siyasetinin ayağına takılmış bukağı olan Siyasi Partiler Kanunu’nu tepeden tırnağa değiştirebilirdi mesela. Keza Seçim Kanunu’nu temsilde adaleti sağlayacak hale getirebilirdi. Ve tabii 1982 Anayasası’nı ele alabilirdi.
Ne yazık ki AKP bunların hiç birini gerçekleştiremedi. Belli ki mevcut haliyle Siyasi Partiler Kanunu AKP’nin de işine geldi, keza Seçim Kanunu da.
İlk iki sene için AKP’yi mazeretli saydım açıkçası. Parti’nin yeni kurulmuşluğuna, kurulur kurulmaz iktidara gelmişliğine, yani acemiliğine, kadrosunu yerine oturtmakta zorluk yaşamışlığına verdim hareketsizliğini. Ama AKP’nin üçüncü yılı da AB-İMF hattında geçti, dördüncü senesi yani 2006 da…
3 Kasım 2002 seçimleri sonrası ortaya çıkan tablo ‘tasfiye’ intibaı bıraktığı için Türkiye siyasetinin AKP-CHP ekseninde iki partiye dayalı olarak devam edeceği düşünülmüştü. Nitekim gerek Tayyip Erdoğan’ın gerekse Deniz Baykal’ın ağzından bu yönde yapılmış açıklamalar da vardı. Türk seçmeninin bundan böyle geleneksel sağı AKP’nin, mutedil solu CHP’nin temsil edeceği bir siyasi yapıyı arzuladığı düşünülüyordu. Bu hayalin temelinde demokrasi içinde istikrar ve ekonomik büyüme talebi yatıyordu elbette. Ancak geçen dört yılda ne AKP ne de CHP bu talebi bütün halinde kavrayan bir fotoğraf verdi. CHP, toplumda yükselen demokratikleşme taleplerini karşılayacağı taahhüdü doğrultusunda güven uyandıramadı; AKP de dinî duyarlıklara cevap olmayan konularda demokratik açılımı önemsediğini gösteremedi. Kaldı ki iktidar partisi, kendisine hayat veren muhafazakâr düşünce istikametinde de tek bir adım dahi atamadı.
Bu durum dört yıl önce “tasfiyeye uğradıkları” düşünülen siyasi partileri anketlerde yeniden görünür kıldı. Ve 2006, bir sene sonra yapılacak seçimde mecliste en az dört partinin yer alacağı kanaatinin ivme kazandığı bir dönem oldu. Dolayısıyla bürokrasinin koalisyon ihtimallerini düşünerek çekingenlik hattına gerilediği bir sene yaşadık. Bunun işaretleri AB’yle ilişkilerde, Silahlı Kuvvetler’de, ekonomi bürokrasisinde giderek daha sık görülmeye başlandı. Ve neticede Türkiye analizlerinde 2006’ya stabil olma yani “mevcudu koruma, sürdürme” çabası damgasını vurdu. Ama daha önemlisi bu anlayışın 2007’de de her alanda bir miktar geriye kayma riski göze alınarak devam edeceği ortaya çıktı.
Türkçede güzel bir söz var: “Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir” diye. 2007’nin nasıl geçeceği de 2006’dan belli. Önümüzdeki sene bugünlerde geriye dönüp baktığımızda geçen beş yılı belki görece istikrar içinde geçirdiğimizi, fazla çalkantı yaşamadığımızı ama temel meseleler açısından önemli bir zaman dilimini kaybettiğimizi daha iyi göreceğiz.
Ancak ‘kayıp’tan söz ederken dahi sistemin demokrasi kuralları içinde sorunları aşmaya çalışacağı varsayımına dayanıyorum. Oysa Türkiye’nin 2006’yı “askerî müdahale” olasılıklarının da alttan alta tartışıldığı, hatta kimilerince kışkırtıldığı bir atmosferi soluyarak geçirdiğini biliyorum. Böyle bir ihtimal gerçekleşir mi sorusuna cevabım ‘hayır’dır. Ama bu, Türkiye’nin gerginlik yaşamayacağı anlamına gelmiyor. 2007’nin Nisan ayında ABD Kongresi’nde Ermeni tasarısının yeniden gündeme geleceği ve bu defa kabul edileceğinin anlaşıldığı bir ortamda Ankara’da cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacak; hemen ardından da genel seçim için start verilecek. Bu tabloya aynı süre zarfında Kuzey Irak’ta, AB ilişkilerinde, Kıbrıs meselesinde ortaya çıkacak yeni koşulların davet edeceği sıkıntı ve gerilimlerin ekonomiye yansımasının faturasını da ekleyebiliriz. Dolayısıyla 2006’nın, siyasetin aculluğu yüzünden Türkiye’nin dikkatini önündeki engelleri aşmaktan çok ertesi sene yaşanacakların endişesine çevirdiği yıl olarak noktalandığını söylemek mümkün.
AKP’nin önümüzdeki seçimi kazanıp kazanmayacağı meçhul; kazansa dahi bir daha bu düzeyde çoğunluk desteğine sahip olacağını düşünmek hayal. CHP, DYP ve MHP’nin duyarlılık ifade ettikleri konulara bakıldığında da demokratikleşme konusunda iyimser olmak zor.
AKP kazansa iyi olur manasında bir yakınma, hayıflanma içinde olmadığımı hemen ifade edeyim. AKP’nin neye ve ne kadar niyetli olduğunu iktidarı yıllarında anladık. Demokrasi konusunda AKP’yi kendi iddialarıyla sıkıştırmak mümkündü. Ancak diğer partiler böyle bir konumda da değil. DYP’nin resmî parti programının 1983 tarihli olduğunu söyleyeyim, ötesini siz düşünün.
2006’ya girerken AKP çevrelerinden gelen sinyaller, bu yılın sprinter yani kısa mesafe koşucusu hızıyla yaşanacağı yönündeydi. Özel sohbetlerde bu konuda kuşku ifade edildiğinde gücenip iddiaya giren milletvekilleri bile vardı. Ve ne yazık ki sonuç herkesin malumu olduğu şekilde tecelli etti.
Son dört yılında AKP’nin söz sahibi olduğu politikalar sadece siyasi reform ve atılımları gerçekleştirememiş olma sorumluluğuyla malul kalmadı. AKP, sorunların hayata yansımasını zamanında ve doğru tahlil edemediği için sosyal problemler, kritik denge dediğimiz patlama hattına dayandı. Ahlaki çözülme, suça eğilim, şiddete yöneliş, uyuşturucu kullanımındaki artış gündemin birinci konusu haline geldi. Ve genel olarak Türk toplumu dokunulduğunda patlamaya hazır gergin bir kitleye dönüştü.
Denilebilir ki “Bundan dolayı tek başına AKP’yi suçlamak haksızlıktır.” Doğru! Ancak beş yıl kısa bir zaman dilimi değil; üstelik AKP’nin görünen gidişatı engellemek için tek bir şey yapmadığı da bir gerçek. AKP, bu sorunu ulaştığı boyutta kavrayamamışlığı bir yana adeta üstünü örtmek isteyen bir tutum içine girdi. Ve sonuç olarak geniş kesimler açısından bu durum, Türkiye’nin öncelikli sorununun ne AB’yle ilişkiler, ne Kıbrıs meselesi, ne Güneydoğu sorunu, ne de Kuzey Irak olduğunu düşündürecek noktaya tırmandı.
Yaşanan bu olumsuzluklara bakarken önemli bir husus da Türkiye tablosunun sayılarla izahı eğiliminin AKP’de de güçlenmeye başlamış olması. Sevgi, ahlak, çözülme, şiddet, sosyal dayanışma gibi AKP’yi iktidara taşıyan moral kavramlar yerine dikkatler ihracatta ulaşılan düzey, borsa endeksi, kur dengesi, enflasyon oranı vs. üzerinde yoğunlaşmış görünüyor. Her geçen gün büyüyen cari açık endişe verse de AKP’nin ekonomi alanında ulaşılan hedefleri ön plana çıkarma çabasını yadırgamamak elde değil.


Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar