Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
2006: Siyasette mükerrer yıl
M. Mücahit Küçükyılmaz

TÜRK siyasetinin 3 Kasım 2002’de ne denli köklü bir tasfiye ve değişim yaşadığı bugün artık daha açıkça görülüyor. Ancak bu değişimin uzun vadede düzenli ve kararlı bir dönüşüm olarak kabul edilmesi ve tarihsel süreç içinde anlamlı bir yer edinmesi için 2007’de yapılacak genel seçimlerin sonucu büyük önem taşıyor. 2002’de tasfiye edildiğini düşündüğümüz siyasetçi tipi ve siyaset yapma biçimi, travmatik etkisini 1990’larda bile kısmen fiilî olarak, fakat daha çok hukuken sürdüren 12 Eylül Darbesi’nin doğal ürünüydü. Buna yarım darbe 28 Şubat Müdahalesi de eklenince, siyasetçinin refleksleri sivil-toplumsal eğilimleri ve evrensel insanî değerleri yansıtmaktan çok, ulusal güvenlik hassasiyetlerini ve dar alanda etkili olma çabalarını gösterir hale gelmişti. Oysa siyaset kurumu ve siyasetçi, Türkiye gibi devlet erki ile vatandaşı (buna avam-havas, seçkinler-tebaa, merkez-çevre, eşraf-ahali de diyebilirsiniz) ayıran hiyerarşik uçurumun gittikçe derinleştiği, Tanzimat’tan sonra bu ikisi arasındaki örtük uyumun, o “la yüs’el” sihirli bağın günbegün çözüldüğü bir ülkede hayatî bir araç, vazgeçilmez bir imkan olarak görülmelidir. Ne var ki, gerek askerî darbelerin travmatik etkisi ve katı bürokratik devlet geleneğinin düzenli baskısının, gerekse siyasal etik ve kültür eksikliğinin sonucu olarak sağıyla soluyla Türk siyasetçiler, devlet-millet ikiliğinin şizofrenik sembolleri olmaktan kendilerini kurtaramadılar.
Genellikle sağ ideolojilere mensup Türk siyasetçisi şöyle bir görünüm çizmiştir: Muhalefetteyken sinesinden çıktığı ‘çevre’ye yakın durur, iktidara gelince de o güne kadar tatmadığı “devlet adamı sorumluluğu” ile tanıştırılır; sivillikten taviz vermek ve nitelik-nicelik bakımından küçülmek pahasına da olsa ‘merkez’in çevresinde dönmeye başlar. Kitleden hızla kopmak zorunda kalan bu siyasetçi tipinin trajedisi, ‘herkesin adamı olmak’ ile ‘merkezin adamı olmak’ tercihleri arasında salınıp durmaktır. Bir de sürekli muhalefette kaldığı halde tercihini, belki de ontolojik bir zorunluluk olarak, açıkça devletten yana koymuş olan Cumhuriyet Halk Partisi var ki, hiçbir tutarlı ideoloji ya da bilimsel-akademik ölçüte sığmayacak kadar nev-i şahsına münhasır bir siyasal hizip örneğini temsil eder. CHP, taraftarlarının pek sevdiği ifadeyle, eğer ‘devlet’in ya da ‘Atatürk’ün partisi ise, devletin ve Atatürk’ün Demokratik Türkiye’de 56 yıldır muhalefette kaldığını mantıksal bir zorunluluk sonucu kabul etmek gerekecektir ki buna her şeyden önce CHP’nin itiraz etmesi beklenir.

Siyasette 2006 Manzarası
Türk siyasetinin 2006 yılındaki manzarasını yukarıdaki girizgahtan bağımsız olarak yorumlamak pek kolay değil. 2002’de, halk tarafından henüz denenmemiş, devlet tarafından denetlenmemiş, hatta kendi kendisini muhalefette denememiş bir siyasal hareket olan AK Parti, devletin partisi müzmin muhalif CHP ile birlikte meclis çatısında buluştu. “Müzmin muhalif” dediysek, buradan CHP’nin kendisini muhalefette denediği, pişirdiği ve hatalardan ders aldığı anlamı çıkmasın; çünkü CHP’lilerin başında 1960 Darbesi’nden beri iktidar yelleri esmeye devam ediyor. Bu da, iktidarın kaynağını demokratik seçimlerde ve halkın inisiyatifinde değil, atanmış bürokratik mekanizmalarda gören tuhaf bir siyasal anlayışın göstergesi olsa gerek. İşte 2006 yılının 2005’ten devraldığı AB üyeliği, Kuzey Irak’a operasyon, Kürt meselesi ve uzantıları, cumhurbaşkanlığı seçimi, genel seçimlerin zamanı, hatta Kıbrıs sorunu gibi iç siyasal tartışmalar, daha çok iktidar ve ana muhalefet partisi arasında cereyan etti ve 2007’ye de sarkmış bulunuyor. Yılın ikinci yarısında DYP lideri Mehmet Ağar’ın “dağda silah yerine ovada siyaset” söylemini kullanması, ses getiren bir muhalif çıkış olsa da, AK Parti-CHP arasındaki siyasal tartışma ortamında, aslında uzun vadede iktidardaki AK Parti’nin elini güçlendiren bir hamle olarak yerini aldı.
2005’ten devralınan -kimisi daha 2004 yılında seslendirilmeye başlanan- tartışmalar çerçevesinde bakıldığında, iktidarın ve muhalefetin siyasal bir başarı ortaya koyduğunu söylemek zor görünüyor. Üstelik icra makamında bulunması nedeniyle, özellikle katsayı adaletsizliği ve başörtüsü zulmüne ‘sorunlar’ arasında bile bir yer ayıramayan AK Parti’nin bu konudaki başarısızlığının daha sahici ve pratik bir nitelik taşıdığı söylenebilir. Eh, bu da bir başarı sayılsa gerek! Çankaya’ya çıkacak kişinin eşinin başının bağı ya da bağ(ım)sızlığı, cumhurbaşkanını bu meclisin seçip seçmeyeceği, genel seçimlerin 2006’da mı yoksa 2007’de mi yapılacağı, ülkenin doğusunda devlet-millet geriliminin hâlâ ciddiyetini koruyor olması gibi konular 2005’te de filmin temel temalarını oluşturuyordu. O halde vatandaş, 2006 yılı boyunca sık sık “Biz bu filmi görmüştük” duygusuna boşuna kapılmadı. 2006 yılı, neredeyse bütçe görüşmeleri, olağan haftalık görüşmeler, bayram kutlamaları ve nezaket ziyaretleri, her dönem kanunlarda yapılan ‘özgürlük’ makyajları gibi rutin gündemler dışında, Türk siyasal yaşamında önemli bir etki ve iz bırakmadı. Tamam, 2005’ten kalma Şemdinli tartışıldı, Danıştay baskını gerçekleşti, Yaşar Büyükanıt genelkurmay başkanı oldu, Bülent Ecevit öldü, Hakan Şükür AK Parti’ye göz kırptı… Ama bunlar hükümet ve muhalefet partilerinin başarı veya başarısızlık hanelerine yazabilecekleri eylemler değil; dışsal süreçlerdi. Ecevit’in ölümünün gölgelediği AK Parti Kongresi ile büyük basının bazı kalemlerine CHP-MHP koalisyonu ilhamı veren MHP Kongresi’ni de unutmayalım.
Bizzat siyaset kurumundan kaynaklanan süreç ve edimlere gelince, Mesut Yılmaz’ın siyasete döner gibi yapması ve artık günlük basında bile haber değeri kalmayan Rahşan Hanım’ın solda birlik diye tutturması ilk anda göze çarpıyor. Bir de Saadet Partisi ve AK Parti’den müşteki Mehmet Bekaroğlu ile Deniz Baykal’dan mustarip Ertuğrul Günay’ın “Müslüman sol hareket” girişimi var ki, ne demeli bilemiyorum.
Son tahlilde 2006, Türk siyasal yaşamında özellikle iktidar açısından ‘mükerrer’ bir yıl oldu. 1990’lı yılların kayıkçı kavgalı, “küçük olsun benim olsun”cu, negatif siyaset anlayışının 2002’de tasfiye edilemeyen kısmının temsilcisi konumunu ele geçiren CHP’nin 2004 sonundan itibaren ateşlemeye çalıştığı Çankaya-türban gerilimi, erken genel seçim nakaratı ve militarist siyaset söylemi çerçevesinde şekillenen 2006 gündemi, 2005’tekine benzer biçimde, AK Parti’yi peşinden sürükledi. AB sürecinde de sıkça vurgulandığı gibi, bir tren kazası yaşanmadı; çünkü tren hiç gardan ayrılmadı. 2006, erken seçime gitmeyen, AB yolundan çıkmayan, ekonomide hedeflerden sapmayan ve cumhurbaşkanlığı konusunda renk vermeyen AK Parti açısından belki kayıpsız; fakat katsayı adaletsizliği, başörtüsü yasağı, Kürt meselesi, toplumsal yozlaşma gibi makro sorunlara acil çözümler üretmesi gereken Türk siyaseti açısından kayıp bir yıl oldu. Bir Mustafa Sarıgül bile yoktu diyelim de, siz anlayın artık 2006’nın nasıl geçtiğini…
2007 yılında ise, zamanında yapılacak bir genel seçimin ortaya çıkaracağı tablo, 2002’de yaşanan değişimin konjonktürel bir kırılma mı yoksa istikrarlı bir dönüşüm mü olduğunu gösterecek. İkincisi gerçekleşirse, bir sonraki cumhurbaşkanının görev süresi biterken, yani 2014’e doğru, muhtemelen başkanlık sistemini tartışıyor olacağız.


Paylaş Tavsiye Et