Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Kapak
AB ve tek boyutlu vizyonun iflası
Hasan Kösebalaban

AB KONSEYİ, Türkiye’nin imzaladığı Gümrük Birliği Ek Protokolü gereği limanlarını Kıbrıs Rum Kesimi’ne açmadığı gerekçesiyle üyelik müzakerelerinde otuz beş başlıktan sekizini dondurmaya, yirmi dört başlıkta ise müzarekelerin devamına karar verdi. Bu kararın ardından da, müzakereye hazır dört başlıktan biri olan ve “sanayi ve işletme politikası”nı ilgilendiren yirminci başlık için zamanı belirsiz bir yeşil ışık yaktı. Müzakerelerin başlama kararından bir yıl sonra Avrupa treninin frenine sonuna kadar basılmış durumda. Evet, tren raydan çıkmadı ancak durma derecesinde yavaşlatıldı. AB bu yavaşlatma taktiğinde Kıbrıs’ı bahane olarak kullanıyor; hatta bunu açıkça Finlandiya’ya AB dönem başkanlığı için teşekkür eden Almanya Başbakanı Angela Merkel de itiraf etti. Türkiye’nin üyeliğine muhalefetiyle tanınan Merkel, bu yılın sonunda ülkesinin AB Komisyonu dönem başkanlığına oldukça rahatlamış biçimde girecek.
Gerçekten de AB’nin, Kıbrıs dışında Türkiye’nin üyeliğini yavaşlatabileceği bir bahanesi kalmamış durumda. Kıbrıs konusunda ise AB bütünüyle haksız; zira Türk tarafı Annan Planı olarak bilinen çözüm planına ‘evet’ demiş; ‘hayır’ diyen ise Rumlar olmuştu. Bunun sorumlusu ise, Kıbrıs sorunu çözülmeden Rum tarafını bütün Ada’nın meşru temsilcisi olarak üyeliğe kabul eden ve dolayısıyla Rumlara Annan Planı’na ‘hayır’ deme yolunu gösteren AB’ydi. Buna rağmen AB, Türkiye’yi haksız bir şekilde baskı altında tutmayı sürdürüyor. Niyet “üzüm yemek yerine bağcıyı dövmek” olunca, Türkiye’nin son dakikada yaptığı diplomatik manevra da karşılığını bulmadı. Aslında Kıbrıs sorunu her ne kadar AB üyeliği için bir engel olarak sunulsa da, sorunun çözümsüzlüğünün asıl nedeni, AB’nin Türkiye’nin üyeliği konusunda son derece belirsiz bir tavır içinde olmasıydı. Türkiye eğer AB üyeliği konusunda tünelin ucunda bir ışık görmüş olsaydı bu konuda daha fedakar olabilirdi. Kısacası buradaki engelin kaynağı Türk tarafı değil, Avrupa’ydı.
Açıkcası gelinen noktada tünelin ucunda ışık görülmüyor ve tren de durma derecesinde yavaşladı. Bu şartlar Türk dış politikası için yeni arayışları gerekli kılıyor. Türkiye son yüz elli yılının birikimi olan bu tıkanmanın içinden ancak sakin bir yöntemle çıkabilir. Zira bu yeni arayış sürecinin kontrol edilememesi Türkiye için çok ciddi felaketler getirebilir.

Batı Yörüngesinin İflası: Japonya Örneği
Tarihte Türkiye’nin içinde bulunduğu duruma benzer bir örnek, 1920’lerin Japonya’sıdır. Meiji döneminde gerçekleştirmiş olduğu başarılı Batılılaşma sürecinden sonra İngiltere’yle ittifak kuran ve bu ittifakın ardından Birinci Dünya Savaşı’ndan büyük kazançlarla çıkan Japonya 1920’li yıllara liberal akımın etkisi altında girer. Japonya artık Batı’nın bir parçasıdır; içeride demokrasi yerleşirken, dışarıda Batı yanlısı liberal bir dış politika izlenir. Japonya’nın Batı’dan istediği, Asya’dan üstün ama Batı’yla eşit bir ülke olarak tanınmaktır. İlk şok 1919 Paris Konferansı’nda Japonya’nın önerdiği ırkların eşitliği ilkesinin Cemiyet-i Akvam mukavalesine dahil edilmesinin reddedilmesiyle gelir. Böylece Japonların beyazlarla eşit sayılmadıkları ilan edilmiştir. Bu şoku, 1922 yılında İngiltere ve ABD’nin, donanma gücünü sınırlayan bir anlaşmayı Japonya’ya dayatması izler. 1923 yılında meydana gelen, 140 bin insanın hayatını kaybettiği ve Japon ekonomisine büyük bir darbe indiren Tokyo merkezli Büyük Kanto Depremi sonrasında ise Japonya’da milliyetçi histeri artar. Depremin ardından çıkan yangınların, ülkede yaşayan Koreliler tarafından çıkarıldığı söylentileri nedeniyle bu insanlara karşı saldırılar başlar. ABD’nin artan Japon göçüne 1924’te yasaklama getirmesi Batı’ya karşı ikinci büyük hayal kırıklığının yaşanmasına neden olur. Bu tarihten sonra Japonya giderek içine kapanır, liberal entelektüeller teker teker saf değiştirip milliyetçi gruba dahil olurlar. Ilımlı politikacılar Kara Ejderhalar gibi askerî gruplarla bağlantılı aşırı milliyetçi çetelerin suikastına hedef olurken, siyasete ise yavaş yavaş ordu hakim olmaya başlar. 1929 yılına gelindiğinde Japonya, depremin devam eden ekonomik sarsıntılarının yanı sıra Büyük Buhran’ın da etkisiyle mali krizin içine sürüklenir. 1931’de ordu içinde bir grup Japonya’nın Mançurya’da bulundurduğu bir birliğe karşı girişilen düzmece saldırıyı bahane ederek bu bölgeyi işgal eder. Cemiyet-i Akvam’ın işgali sona erdirme kararına Japonya, Cemiyet’i terk ederek cevap verir. Kısa süre içinde sivil siyaset askıya alınır ve askerî yönetim Japonya’yı İkinci Dünya Savaşı’na sürükler. Sonrasını ise hepimiz biliyoruz. Farklı bir ülke, farklı bir dönem ancak ürkütücü benzerlikler var.


Yeni Küresel Dinamikler: Kırk Yıl Sonrası
Türk dış politikası için yeni arayışlar küresel dinamiklerin de bir gereği. 2030 yılında Çin GSMH açısından dünyanın bir numaralı ülkesi haline gelecek. Çin, Çince karakterlerle yazıldığında dünyanın merkezi anlamına geliyor; ancak bu beş bin yıl sonra ilk defa somut biçimde gerçekleşecek. 2050 yılında dünyanın en büyük ekonomisi Çin olmaya devam ederken, ikincilik Hindistan ile ABD arasında paylaşılacak. Hiç kuşkusuz o dönemde dünyanın en önemli ikili ilişkisi, toplam nüfusları dünya nüfusunun üçte birinden fazla olan Çin ile Hindistan arasındaki ilişkiler olacak. Yine 2050 yılında toplam nüfusu dünya nüfusunun üçte birini teşkil eden İslam dünyası küresel siyasetin merkezinde yer alacak. Kısacası dünya siyasetine ve ekonomisine, ülke bazında Çin, Hindistan ve giderek daha az derecede ABD hakim olurken, jeokültürel güç bazında ise İslam dünyası damgasını vuracak. ABD, Batı’nın yegane gücü olmayı ancak Latin nüfus göçleri sayesinde sürdürebilecek. Bu denklemlerde Avrupa yok; zira Avrupa’nın burada yer alabilmesinin tek şartı kendisini nüfus hareketlerine açması. Ancak Amerika’nın aksine Avrupa, Fas’tan Türkiye’ye kadar Müslüman nüfus dairesi ya da yeni-muhafazakâr deyimle İslam Hilal’i tarafından sarılmış durumda. Bir başka deyişle, Amerika daha fazla İspanyolca konuşmayı göze alarak küresel güç olmayı sürdürebilirken, Avrupa’nın küresel güç haline gelmesi ancak daha fazla Müslüman olmasıyla mümkün. Türkiye’nin üyeliğiyle birlikte düşünüldüğünde bu manzara Avrupa’nın muhafazakâr damarlarına baskı yapıyor. Avrupa’nın aklı, muhafazakâr reflekslerine galebe çalamıyor.
Onları kendi bunalımlarıyla baş başa bırakıp Türkiye’ye gelelim. Tünelin içinde sıkışan Türkiye, kendi jeopolitiğini yeniden tayin etmek durumunda. Önümüzdeki on yıl Türkiye için bir sorgulama dönemi olacak ve bu dönemin çok iyi değerlendirilmesi gerekiyor. Açıkçası Türkiye’nin gelecekteki elli yıllık vizyonu, AB’yi küresel güç haline getirmekten daha geniş ufuklu olmalıdır. Türkiye, AB üyeliğiyle ilgili düşünme meşgalesini ve zihinsel yorgunluğunu Avrupalılara bırakmalı, süreci devam ettirirken uzun vadeli neticeler doğuracak tavizlerden de kaçınmalıdır. Bu sorgulama sürecini sakin atlatmak Türkiye’nin hayrına olacaktır.
AB’den gelecek bir açık ‘hayır’ın ortaya çıkaracağı psikolojik tepki ve bu tepkiden beslenecek oluşumlar çok rahatlıkla Türkiye’yi kontrol edilemez bir sürecin içine sürükleyebilir. Bu durumu önlemenin yolu Türkiye’nin küresel ekonomiyle olan bağlarını çeşitlendirmesidir. Dünyayla daha fazla entegre olmuş ve AB rotasından sapmadan bu rotanın dış politikadaki tekelini kırmış bir Türkiye, sürecin iflas etmesinden etkilenmez. Türkiye’nin 2020’lerinin Japonların 1920’lerine benzememesi için küresel ve çok boyutlu bir vizyon gerekmektedir.


Paylaş Tavsiye Et