Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Topluyorum
Tuzun koktuğu an!
 
Arkadaşlar, Türk siyaseti açısından Mayıs ayı, sıcak bir ay oldu. AKP’ye açılan kapatma davasının ardından başlayan tartışmalar, Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun yayınladığı bildiri ile yeni bir boyut kazandı. Bunu da Danıştay’ın ve Üniversitelerarası Kurul’un bildirileri ile hükümetin karşı bildirisi ve Cumhurbaşkanı’nın arayı bulma bildirisi izledi. Dolayısıyla bu akşamki ana gündem maddemiz bu bildiriler olacak.
 
“E-muhtıra”, “yargı darbesi” falan derken bir de “y-muhtıra”mız oldu. Türk siyaseti gittikçe ilginç bir hal alıyor. Allah sonumuzu hayreylesin.
Bu ayın diğer gelişmelerini unutmayalım lütfen. Gündem çok hızlı geliştiği için daha bu ayın başında yaşadığımız gelişmeleri sanki üzerinden aylar geçmiş gibi hatırlamakta güçlük çekiyoruz. Mesela 1 Mayıs olayları. Günlerce kamuoyunu meşgul eden bu meseleden geriye ne kaldı? Ya da AKP’nin hazırladığı savunma.
Savunma değil, cevap. AKP’liler bunda ısrarlı. Bu şekilde iddianamenin meşruiyetini sorgulamış oluyorlar.
 
Sanki meşruiyeti falan takan varmış gibi… Neyse, öyle olsun. AKP’nin hazırladığı “cevap” da bence burada konuşmaya değer. Eğer şu ana kadar okumamışsanız, okumanızı tavsiye ederim. Zira dili, üslubu ve argümanları bakımından Başsavcı’nın iddianamesiyle mukayese edilemeyecek kadar ciddi bir çalışma gibi geldi bana.
 
Belki şu Anayasa Mahkemesi üyesi Osman Paksüt’ün “izlenme” olayını ve Fikri Sağlar’ın dile getirdiği Dolmabahçe görüşmesini de konuşabiliriz bu akşam.
Doğrusu beni hayal kırıklığına uğrattınız. Gündemin keşmekeşi içerisinde belki de son yılların en önemli dış politika gelişmesini es geçtiğiniz anlaşılıyor. Bunu herkesten beklerdim, ama sizden beklemezdim.
Türkiye ile Kuzey Irak arasındaki ilişkileri mi kastediyorsun? Hani şu Ahmet Davutoğlu başkanlığındaki bir heyetin Bağdat’ta Cumhurbaşkanı Talabani ve Kürt bölgesinden bazı üst düzey yetkililerle yaptığı görüşme ile başlayan süreç. Biliyorsunuz bu görüşmelerin ardından Barzani tarafından şaşırtıcı açıklamalar gelmişti.
 
Ne gibi mesela?
Türkiye ile aralarındaki psikolojik engellerin artık ortadan kalktığı, Türkiye ile Kuzey Irak Kürt bölgesi arasında yeni bir dönemin başladığı belirtiliyordu bu açıklamalarda.
Bu da önemli ama benim asıl kastettiğim Türkiye’nin Suriye ile İsrail arasında yürüttüğü arabuluculuk. İç siyaset fokur fokur kaynarken, siyasiler ve siyasete özenen yargıçlar gırtlak gırtlağa boğuşurken, Türk Dışişleri dünya diplomasi tarihinin en mühim gelişmelerinden birine ön ayak oluyor. Bütün dünya medyası konuyu birinci haber olarak duyururken, bizim medyanın umurunda bile olmadı. Onlar hâlâ dönüp dönüp bina okuyor.
Ne desen haklısın. Öyleyse bu akşam hem Yargıtay bildirisini hem de Türkiye’nin Suriye ve İsrail arasındaki arabuluculuğunu konuşalım. Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun yayınladığı bildirinin siyaset teorisi açısından patolojik bir durum arz ettiği çok açık. Şöyle ki, ilk olarak, bu bildirinin kendisine hedef aldığı iktidar partisinin kapatılma davası Anayasa Mahkemesi’nde halen sürüyor. Böyle bir dava devam ederken, adli yargının en üst kurumunun açıkça AKP’ye cephe alması yargının tarafsızlığına gölge düşürmekte.
 
Yargının tarafsızlığına gölge mi düşürüyor? Yargının tarafsızlığını berhava ediyor, desene şuna.
Evet, her neyse! İkinci olarak, Anayasa Mahkemesi’nde AKP’ye karşı böyle bir dava görülmüyor olsaydı bile, bu bildiri yine çok sakıncalıdır. Çünkü bildiride hükümete yöneltilen eleştiriler öyle siyasi bir içeriğe sahip ki, Yargıtay bu eylemi ile adeta bir muhalefet partisi gibi davranmaktadır. Mesela şu ifadelere bir bakın: “Süreklilik gösteren bu davranışlar, toplumun, çözüm bekleyen sorunlarının ve gerçek gündeminin ötelenmesine, gelişimine harcanması gereken zamanın gereksiz biçimde yitirilmesine neden olur hale dönüşmüştür. Bu cümleden olarak; gelişen dünyaya uyumda yetersiz kalan Anayasa’nın kimi hükümlerinin yenilenmesi konusunda oluşan genel kabulden yararlanılmak suretiyle bir siyasi görüşün istek ve direktifi doğrultusunda bütünü değiştiren bir taslak hazırlattırılarak, ‘en doğru ve en çağdaş Anayasa’ tanımlamasıyla kamuoyuna sunulmuş, Anayasaların en geniş toplumsal mutabakatla, tartışma, uzlaşma ve sahiplenmelerle hazırlanması gerekeceği göz ardı edilmiş, böylece ilk ciddi gerilim, beklenmedik bir zamanda ve hiç de gerekli olmayan yöntemle gündeme yerleştirilmiştir.”
Duyan da sanki Yargıtay’ın çeyrek asırdır tamamen bir darbe anayasası olan ve toplumun hiçbir kesimi ile mutabakat arayışına girmemiş 1982 Anayasası’na tabi olmadığını zanneder.
Bildiri metninde buna benzer ifadeler çok maalesef. Şimdi, hükümetin, yani yürütme erkinin, icraatlarını hukuki açıdan değil de siyasi ya da yöntemsel açıdan değerlendirmek, yargı erkinin yürütme erkinin alanına tecavüzünden başka bir şey değildir. Başka bir ifadeyle bu, Yargıtay’ın haddini aşmasıdır. Tekrar ediyorum, yasamanın ve yürütmenin görevi ve sınırı yasa yapmak ve bu yasaları uygulamaktır. Yargının görevi ve sınırı ise eylemleri, yapılan yasalar uyarınca denetlemekten ibarettir. Bu sınırların bir santim ötesi tiranlıktır, oligarşidir ya da jüristokrasidir.
 
Benim dikkatimi çeken şey muhalefetin mahiyetindeki değişim. Daha önceleri hükümete muhalefet görevini askerler ifa etmekteydi. Ordunun siyasileşmesinin son derece tahripkar neticelerini 28 Şubat sürecinde gördük maalesef. Şimdi akıllarda kalan sadece koca bir yıkım, başka bir şey değil. Muhtemelen bu nedenle ya da dış konjonktür gereği AKP iktidarı döneminde muhalefet görevini ordu yerine eski Cumhurbaşkanı Sezer üstlendi. Cumhurbaşkanlığına Abdullah Gül’ün seçilmesiyle ortaya çıkan muhalefet boşluğunu demek ki yargı doldurur oldu.
 Yalnız arkadaşlar buradaki vahameti yadsımamalıyız. Cumhurbaşkanının siyasal bir tavır takınması katlanılabilecek bir sorundur. Ancak yargının, dolayısıyla hukukun siyasallaşması bir devletin sonunu getirir. Hukukun siyasallaştığı bir ortamda insanların kendilerini güvende hissetmeleri, geleceğe güvenle bakabilmeleri mümkün değildir. Umudun tükendiği yerde her şey tükenmiş demektir. Hukukun ya da yargıçların siyasal çekişmelere taraf olması, sistemin hiyerarşik yapısının -çünkü hukuk nihai mercidir- bozulup anarşik bir yapıya dönüşmesini beraberinde getirir. Bu da tam anlamıyla tuzun kokmasıdır.
 
Burada bir hususun da altı çizilmeli bence. Türkiye’de 1960’tan beri hukuk hep siyasetin içerisinde olageldi. Biliyorsunuz, 1950’de çok partili demokratik sisteme geçilmesiyle birlikte Türkiye’de millet iradesinin muktedir olması gibi bir tehlike ortaya çıktı. Bu tehlikeye karşı millet nezdinde yeterince muteber görünmeyen mevcut rejimin muhafazası icabetti. Nitekim 1961 Anayasası bu yönde yaptığı düzenlemelerle iktidar gücünü ya da egemenliği farklı kurumlar arasında paylaştırdı. İşte o günden bu yana yargı hep siyasetin bir parçası oldu. Bu anlamda mesela Demirel’in 1965’te söylediği “Şu taylar olmasa kırat yine koşacak” sözü meşhurdur. Kastı da Adalet Partisi’nin icraatlarının Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay tarafından sürekli engellenmesiydi. Ne var ki pratikteki tüm bu eylemlerine rağmen yargı prensipte bağımsız ve tarafsız imajını hep koruyabildi. Ta ki 2007 yılının 1 Mayıs’ına kadar.
Anayasa Mahkemesi’nin o meşhur 367 kararı.
Evet, o meşhur 367 kararı. 27 Nisan e-muhtırasından birkaç gün sonra alınan bu karar Türk siyaset ve hukuk tarihinde bir dönüm noktası oldu. O günden sonra hukuka duyulan güven sürekli bir biçimde erozyona uğradı. Bu karardan sonra Anayasa Mahkemesi’nin ne yapıp ne yapamayacağı hiçbir biçimde öngörülemez oldu. Zira 367 kararını alan bir kurulun alamayacağı bir karar yoktu. Bu öngörüsüzlük, sistemin iflas ettiği anlamına geliyordu. Ne var ki, bu vahim duruma rağmen yargı siyaseten tarafsız olduğu imajını sürdürmeye çalıştı. Ancak 21 Mayıs’ta Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun yayımladığı bildiri, yargının prensipte de olsa tarafsızlık imajından vazgeçtiği anlamına geliyor. Bu bildiri bence Türkiye’de hukukun intiharının tescili. Yargıçların da tarafsız ve bağımsız bir hukuk sisteminden vazgeçtiklerinin bir göstergesi.
 Bence bu durum bir tükenmişliğin ve çaresizliğin dışavurumundan başka bir şey değil. Eminim ki bu tarafgir tavırlarının orta ve uzun vadede sistemin sonunu getireceğini hem Anayasa Mahkemesi hem Yargıtay hem de Danıştay üyeleri çok iyi biliyorlar. Ama ait oldukları sosyal zümre bakımından yapabilecekleri başka bir şey kalmadı. Türkiye’de siyasi iktidar, para, bilgi ve kültür el değiştiriyor. Statükocu merkezî seçkinler her dört alanda da mevzilerini yavaş yavaş terk etmek durumunda kalıyorlar. Geçtiğimiz ay burada, hatırlarsanız, bu dönüşümün bir benzerinin en son Tanzimat’la başlayan süreçte yaşandığı, dolayısıyla da çok büyük ve kapsamlı olduğu ifade edilmişti. Bu sosyo-politik dönüşümü engellemek için pek çok yol denendi. Sarıkız ve Ayışığı adlı askerî darbeler planlandı; olmadı. Büyük yürüyüşler, nümayişler tertip edildi; olmadı. Ergenekon gibi paramiliter yapılanmalar devreye girdi; olmadı. Medya kampanyaları düzenlendi; olmadı. Seçimler erkene alındı; olmadı. AB’den ve ABD’den de istedikleri destek gelmedi. Hasılı kelam, bu yönde atılan her bir adım, bırakın zayıflatmayı, AKP iktidarını daha da güçlendirdi. Geriye bir tek seçenek kalmıştı, o da yargı darbesi.
Bir parantez açayım, izin verirsen. Geçen hafta gazetelerden okuduğuma göre Sabih Kanadoğlu, Şener Eruygur, Vural Savaş ve Mümtaz Soysal 18 Şubat’ta Başkent Üniversitesi’nde katıldıkları bir panelde “yargının bir silah gibi kullanılması gerektiği” fikrini savunmuşlar.
Doğrusu buna hiç şaşırmam. Şunun şurasında bu arkadaşlara fikir babalığı yapabilecek kaç kişi var ki? Ortalama bir zihnin, eldeki verilerle düşündüğünde, varacağı tek bir netice var. Dolayısıyla yargı gücünden başka geriye bir seçeneklerinin kalmadığının onlar da farkında. %47 oy almış ve beş buçuk yıldır iktidarda olan AKP’nin kapatılması için açılan dava, yargının bir silah olarak kullanılmasından başka nedir ki? Yargıtay ve Danıştay bildirileri de bu kapatma davasını tahkim etmek üzere yayımlanmış olmalı.
 Öyleyse biraz da bundan sonrasını konuşalım. Peki, bu bildirilerden sonra ne olacak?
Valla hükümet bu bildirileri sineye çekmedi. Sert bir karşı bildiri yayımladı. Yargıtay Başkanı da yaptıkları hatayı fark etmiş olacak ki amaçlarının çatışma olmadığını söyleyerek bir nevi geri adım attı.
 Bir komplocu olarak ben bu süreci biraz daha farklı okuma taraftarıyım. Bildiğiniz gibi AKP yönetiminin, her ne kadar ilk başta çok sert bir tepki vermiş olsa da, kapatma davası karşısında daha uzlaşmacı ve savunmacı bir tutum takındığı anlaşılıyor. Bu süreci Cemil Çiçek’in yönetiyor olması, Başbakan’ın ve diğer partili kurmayların söylemlerindeki yumuşama, Meclis Başkanı Toptan’ın dillendirdiği “üçüncü yol” formülü ve hepsinden önemlisi de Ergenekon soruşturmasının unutulmaya terk edilmesi, AKP’nin tavır değişikliğini gösteriyor.
Sence AKP bu uzlaşmacı tutumu bir anlaşma neticesinde mi benimsedi, yoksa karşı tarafın merhametine sığınarak ve durumdan vazife çıkararak mı böyle alttan almaya başladı?
Doğrusu, bunu bilebilecek bir durumda değilim. Ama son haftalarda okuduğum bazı köşe yazılarından ya da bazı önemli kişilerin demeçlerinden edindiğim intiba bir uzlaşı anlaşmasının yapıldığı ya da yapılmak üzere olduğu yönünde.
Aynı gazeteleri ben de okuyorum, ama nedense böyle bir intiba edinmedim ben hiç.
Referans gazetesi yazarlarından Eyüp Can, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ile görüşmesinin ardından onun şöyle dediğini yazdı: “Eyüp Bey inanın çıkacak karar ne olursa olsun, göreceksiniz hem demokrasimiz, hem laikliğimiz, hem de hukukumuz bu süreçten çok daha güçlenmiş çıkacak. Ve yine inanın bu söylediğim temenni değil.” Bunun dışında Ruşen Çakır Vatan’daki bir yazısında Anayasa Mahkemesi’nin altıya beş oyla AKP’nin aleyhine karar vereceğini, böylelikle AKP’nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiğinin tescil edilmiş olacağını, ancak parti kapatmak için gerekli yediye dört nitelikli çoğunluk sağlanamayacağı için partinin kapatılmayacağını ima eden bir yazı yazdı. Köksal Toptan’ın dillendirdiği üçüncü yolun da bu “sihirli formül” olabileceğini iddia ediyordu. Ayrıca Washington Post gibi ABD’nin en önemli gazetelerinden birinin bir başmakalesinde ABD’nin AKP’nin kapatılması karşısındaki ikircikli tutumu sert bir şekilde eleştiriliyordu. Muhtemelen bunun da etkisiyle geçtiğimiz haftalarda Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın Avrupa ve Avrasya İşleri Bürosu’nun etkili isimlerinden milli damadımız Matt Bryza’nın ABD’nin şu ana kadarki ikircikli tutumundan çok farklı bir beyanatı oldu: “Biz ne AKP’nin karşısındayız ne de yanındayız. Biz demokrasi tarafındayız.” AB ise AKP’nin kapatılmaması yönündeki kararlı desteğini artırarak sürdürüyor. Tüm bunları yan yana koyduğumda bende birden AKP’nin kapatılmayabileceği, gizli bir uzlaşmaya varıldığı fikri hâkim olmaya başladı.
Peki böyle bir “gizli uzlaşma”nın rasyonel zemini oluşmuş mu?
Geçtiğimiz ay hatırlarsanız AKP’nin kapatılmasının özellikle ekonomik ve siyasi açıdan hiç makul olmayacağını iddia etmiştik. Şimdi buna bir de dış politika boyutunu ekleyebiliriz. Mevcut imkan ve alternatifleri göz önüne alırsak, AKP’nin kapatılması durumunda içeride siyasi bir kaosun ortaya çıkacağı kesin. Bunu da büyük bir ekonomik krizin takip edeceğini öngörmek marifet değil. Tüm bu sürecin doğuracağı, Türkiye tarihinin en büyük meşruiyet krizi ise cabası. Bu durumda Türkiye’nin istikametini önceden kestirebilmek çok zor. Radikal hareketlerin ya da içe kapanmacı otoriter temayüllerin böyle ortamları sevdikleri unutulmamalı. Dış politika açısından da AKP’nin kapatılması hem Türkiye hem bölge hem de dünya açısından büyük kayıplara neden olabilir. Türkiye bir süredir Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk görevini yürütüyor. Eğer bu konuda başarılı olunursa bu dünya tarihine geçecek bir hadisedir. Öte yandan aylardır Lübnan’ı bir kan gölüne çeviren çatışmalar yine büyük ölçüde Türkiye’nin girişimiyle sona erdi. Ayrıca Irak’taki bütün taraflarla kurduğu yakın ilişki nedeniyle, Türkiye’nin kaderi Irak’ın kaderiyle yakından alakalı. Bunlara ilaveten Ortadoğu’da İran’ı dengeleyebilecek tek Sünni güç Türkiye. İşte siyasi ve ekonomik sonuçlarının yanı sıra, bütün bu dış politika dinamiklerini hesaba kattığınızda AKP’nin kapatılmasının maliyetinin hem Türkiye açısından hem de bölge ve ABD ve AB gibi küresel güçler açısından kolayca göze alınabileceğini zannetmiyorum ben.
 Bunların Yargıtay Bildirisi ile alakası ne?
 
 Eğer zannettiğim gibi bir uzlaşma ya da anlaşma olmuşsa Yargıtay Bildirisi bu süreci baltalayan bir gelişmedir. Bu arkadaşların yaptıkları işin farkında olup olmadıklarını bilemiyorum. Ama bana öyle geliyor ki, bu bildiriyi kullanarak derinlerde birileri AKP’nin kapatılmasını engelleyecek girişimlerin önüne geçmek istiyor olabilirler. Bildirinin “üçüncü yol” tartışmalarının hemen akabinde yayımlanmasına dikkat çekmek isterim. Tabii bu birilerinin kim olduğunu anlayabilmek için bu uzlaşma sürecinden içeride ve dışarıda kimlerin rahatsız olmuş olabileceğini düşünmek gerekir.
Doğrusu senin bu komplocu zihnine hayranım. Bir zan üzerine koskoca bir hikaye yazabiliyorsun. Neyse tahminlerinde isabetli olup olmadığını yakında göreceğiz. Madem söz dış politikaya geldi, isterseniz buradan devam edelim ve şu arabuluculuk meselesine değinelim. Benim bu konuda en çok merak ettiğim husus, Suriye ile İsrail arasındaki barış ve anlaşma ihtimalinin ne kadar gerçekçi olduğu? İsrail’in durup dururken neden böyle bir şey istediğini anlamış değilim?
 
Buna cevap verebilmek için bence önce Ortadoğu’nun tabiatını iyi anlamak gerekiyor. Bugün dünyada büyük bir savaşın çıkması en muhtemel coğrafya, kime sorarsanız sorun, Ortadoğu’dur. Aynı şekilde küresel ölçekte büyük bir paylaşıma konu olacak coğrafya da yine Ortadoğu’dur. Sahip olduğu kültürel birikimler ve ekonomik kaynaklarla büyük bir zenginliği barındıran Ortadoğu’nun böyle kırılgan bir yapı arz etmesinin iki mühim sebebi var: Birincisi bölgedeki siyasal parçalanmadan ileri gelen düzen eksikliği. Bu siyasal parçalanma doğal ekonomik havzaları ve kültürel yapıları birbirinden öyle bir koparmış ki, kendiliğinden bir düzenin ortaya çıkması mümkün değil maalesef. Bölgeye düzen ancak iki şekilde gelebilir: Ya bir güç temerküz edip, diğer unsurları zorla kendisine boyun eğdirecek ve bölgeyi tamamen hâkimiyeti altına alacak, ya da ortak akıl ve menfaatler uyarınca bir düzen inşa edilecek. Bölgenin tamamını kendine boyun eğdirebilecek çapta bir güç şimdilik ortada yok. Yakın gelecekte de böyle bir gücün ortaya çıkacağını zannetmiyorum. Öyleyse geriye ortak akıl ve menfaatler zemininde bir düzen oluşturmak kalıyor. Bölgenin kırılganlığının ikinci sebebi ise İsrail’in varlığı. İsrail ne bölgeye intibak edebiliyor, ne de bölgenin toparlanmasına izin veriyor.
 Sözü nereye getireceksin diye merak ediyorum.
Sabret o zaman. Bu düzensizliğin ve kırılganlığın ilelebet sürmesi mümkün değil. Pek çok yerde seçimler yaklaşıyor. Son derece hassas dengeler üzerine kurulu yapılar bu süreçte çözülebilir. Bir de buna Amerika’nın yakın zamanda bölgeden çekileceği gerçeğini ekleyin. Dolayısıyla önümüzdeki ayların çok büyük gerilimlere gebe olduğunu söyleyebilirim. Bölgedeki bütün aktörler de bunun farkında. Bakın arkadaşlar, barış ve anlaşmalar ya savaşların akabinde yapılır ya da savaş ihtimalinin belirdiği kritik zamanlarda. Bugün de Ortadoğu’da son derece kritik bir döneme giriyoruz.
Sence İsrail bu endişelerle mi masaya oturuyor?
İsrail’in bu Ortadoğu denklemi içerisinde varlığını sürdürebilmesinin tek bir şartı var, o da dışarıdan bir gücün desteğini garanti altına alması. Eğer böyle bir desteği sağlayamazsa, elindeki nükleer silahlara rağmen, orada barınamaz. İnsan gücü ya da coğrafyasının büyüklüğü ortada. Ayrıca İsrail, ABD’de kendisine en yakın grupların (Neo-conların) iktidarında bile arzu ettiği düzeni kuramadı Ortadoğu’da. Irak’ın bölünmesi bir zamanlar İsrail’in lehineymiş gibi görünürken, bugün aleyhine bir hal almış durumda. Çünkü güneyde kurulacak bir Şii Arap devleti, İran’ın nüfuz alanını ister istemez genişletecek. Ortada kurulacak bir Sünni Arap devletinin de radikal bir söylem ve tutum geliştirmesi çok muhtemel. Hal böyleyken İsrail’in bu güvensizlik ve kargaşa ortamının devamını arzu ettiğini düşünmemeliyiz. Amerika’daki tuzu kuru Yahudiler bölgenin geleceğine dair rüya görmeye, hayaller kurmaya devam edebilirler. Ancak Ortadoğu’daki kaosun ceremesini çekenler onlar değil, İsrail’de en basit güvenlik sorununu bile halledememiş Yahudiler. Zaten barışı ve normalleşmeyi gerçekten arzu edenler de onlar. O nedenle normalleşme, güvenlik ve belki bir de su teminatı karşılığında İsrail’in Golan’dan çekilmesi bence ne bir lütuftur ne de bir hayal. Ayrıca bu barış girişimini Olmert’in kişisel tasarrufu olarak da görmemek lazım. Öyle zannediyorum ki normalleşme bugün İsrail’de yaygınca kabul gören bir politika.
Sözünü kesiyorum, kusuruma bakma ama zamanımız bitti maalesef. Ama zaten barış görüşmeleri önümüzdeki aylarda da devam edecek gibi. Biz de o zaman bu konuyu daha tafsilatlı bir biçimde ele alırız inşallah.

Paylaş Tavsiye Et