Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Topluyorum
Değişiklik istemezük!

 

Merhaba arkadaşlar. Cemrelerin düştüğü bir ayın sonunda yeniden birlikteyiz. Gerçi henüz havalar tam anlamıyla ısınmadı, ama başkent gündemi için aynı şeyi söyleyemeyiz. İç ve dış siyasette yaşadığımız gelişmelerin başlıklarını kısaca hatırlatmak istiyorum. İç gündemde “Ergenekon” bağlantılı tartışmalar özellikle Mart ayının ilk yarısında yoğunluktaydı. Şubat ayında HSYK, 3. Ordu Komutanı Saldıray Berk’i ifadeye çağıran Erzurum özel yetkili savcılarının yetkilerini kaldırmıştı; ama yerlerine atanan hâkimler de soruşturmanın açılmasını kabul ettiler. Yine Şubat ayında “Balyoz” soruşturması kapsamında eski kuvvet komutanlarının gözaltına alınması ve sonrasında Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un verdiği tepkiler uzun süre tartışma konusu oldu. Ay sonuna doğru iç siyasette gündemi en fazla meşgul eden konu ise anayasa değişikliği taslağı oldu. Dış gelişmeleri kısaca hatırlatacak olursak, komşumuz Irak’ta 7 Mart’ta genel seçimler yapıldı; 4 Mart’ta ABD Temsilciler Meclisi’nin Dış İlişkiler Komitesi’nde ve 11 Mart’ta İsveç Parlamentosu’nda Ermeni iddiaları ile ilgili tasarılar birer oy farkla kabul edildi; 9 Mart’ta da Başbakan Erdoğan’a Kral Faysal Ödülü verildi.
“Balyoz” soruşturması ile başlayalım. Şubat ayının sonunda ve Mart ayının ilk günlerinde gündemi yoğun bir şekilde meşgul eden bu konu ciddi gerginliklere sebep oldu. Emekli Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına ile emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek sorgulandıktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılırken, emekli 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan tutuklandı. Onunla beraber tutuklanan bazı isimler ise Mart ayının sonuna doğru tutuksuz yargılanmak üzere sessiz sedasız tahliye edildi. Emekli komutanların gözaltına alınması ve sorgulanması sırasında ve sonrasında askerî kanadın yaptığı toplantılar ve açıklamalar pek çok kişi tarafından hukuka müdahale olarak yorumlandı. Bütün generallerin 23 Şubat’ta Ankara’da bir araya gelmeleri bazı kişiler tarafından Hükümet’e bir mesaj olarak değerlendirildi. Tam da bu noktada HSYK devreye girerek 3. Ordu Komutanı Orgeneral Berk’i sorguya çağıran hâkimlerin yetkilerini ellerinden aldı.
Ben bu yaşananlar sırasında yapılan açıklamalara dikkat çekmek istiyorum. Hatırlarsanız generallerin toplandığı gün Başbakan Türkiye’de değildi. Ona vekalet eden kişi ise Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’ti. Bu sorunun aşılması için kendisinin Genelkurmay’a giderek görüşmeler yaptığı kamuoyuna açıklandı. Gerçi Genelkurmay Başkanı ile değil, İkinci Başkan ile görüştüğü de söylendi; ama durum ancak Başbakan’ın memlekete dönüşü sonrasında sakinleşti. Tabii bu noktada emekli kuvvet komutanlarının serbest bırakılmalarının etkisini de ihmal etmemek gerekir.
Genelkurmay Başkanı’nın kamuoyu oluşturma çabaları Mart ayı içerisinde de devam etti. Sırayla bazı gazetecileri kabul ederek onlar üzerinden kamuoyuna mesajlar verdi ve devam eden soruşturmalar ile ilgili açıklamalar yaptı. Halen görevlerine devam eden ve geçmişte beraber görev yaptığı insanlara destek çıkmasının eleştirilmesine de karşı çıkarak, bunun gayet doğal bir durum olduğunu belirtti. Özellikle 3. Ordu Komutanı Berk’e sahip çıkması ve kendisinin Berk ile görüştüğünü, onun da iddiaları yalanladığını, bir sorunun olmadığını söylemesi, bazı gazeteciler tarafından kendini yargının yerine koymak olarak değerlendirildi.
Haksızlık etmeyelim! Sadece kendisinin ifadelerine dayanarak Berk’i temize çıkarmadı, yanındaki yardımcısının onayını da aldı en azından. Bu durumda yargılamaya pek gerek kalmıyor herhalde!
Bu tutuklamalar olurken en fazla merak edilen konu Orgeneral Çetin Doğan’ın tutuklanıp tutuklanmayacağı idi. Hatırlarsanız Şubat ayı içerisinde Balyoz Planı ile ilgili iddialar gündeme geldiğinde televizyonlara çıkıp müstehzi ifadelerle iddiaları reddetmiş ve bir anlamda kendisine dokunulamayacağı imajını yaymaya çalışmıştı. Tıpkı eski 1. Ordu Komutanı Hurşit Tolon gibi. Ama hâkimler iddiaları ciddi bulmuş olmalı ki kendisini tutuklu yargılanmak üzere cezaevine gönderdiler. Sağlık sorunları nedeniyle hastaneye sevk edilmesi gündemdeydi. Nitekim hafıza kaybı, sağlık problemleri gibi nedenlerle tahliye edilerek tutuksuz yargılanan ama çeşitli askerî toplantılarda boy gösteren emekli askerler de yok değil. Bu gelişmeler, üst düzey emekli askerlerin bazıları salıverilirken bazılarının tutuklanmasının ardından bir gazetenin attığı manşeti aklıma getiriyor hep: “Orgeneraller Hukuku”.
“Balyoz”, “Kafes” gibi darbe planlarıyla ilgili gelişmeler ve yüksek yargının bu konuda takındığı tavır, Hükümet’in ay sonuna doğru tartıştığımız anayasa değişiklik taslağını hazırlamasına neden oldu. Eğitim alanında olsun, siyasi alanda olsun, ekonomi ile ilgili olsun atılan herhangi bir adımın hukuki gerekçelerden uzak bir şekilde engellenmesinden bıkan Hükümet, bence belli ölçüde risk de alarak böylesi bir taslak önerisi ile ortaya çıktı. AK Parti yetkilileri değişiklik tekliflerine açık olduklarını söylediler. Henüz taslak halindeki hazırlıklarda öne çıkan konular arasında Anayasa Mahkemesi ile HSYK’nın yapısının değiştirilmesi ve üye sayısının artırılması, YAŞ kararlarının yargı denetimine açılması, askere sivil yargı yolunun açılması, ombudsmanlık olarak bilinen kamu denetçiliğinin oluşturulması, sivillerin savaş hali dışında sadece sivil mahkemelerde yargılanması, memurlara toplu sözleşme hakkının tanınması gibi başlıklar var. Tüm bunların, darbe anayasasına son verecek yeni bir anayasanın yerini tutmasa da, yargı alanında önemli değişiklikleri beraberinde getireceği aşikâr.
Yapılması planlanan değişiklikler arasında dikkatimi çeken bazı noktalar var. 1960 ve 1980 darbelerinden sonra yapılan anayasalar, seçilmemiş anayasal kurumların güçlendirilmesi prensibine dayanıyordu. Bu anayasal düzenlemeler Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve kültürel gerçekliğine artık uymadığı için çeşitli defalar değişikliklere uğradı ve 1982 Anayasası’nın altmışa yakın maddesi değiştirildi. Yapılması planlanan değişiklikler ile Meclis, Anayasa Mahkemesi’ne üye seçiyor ama HSYK’ya seçmiyor. Her iki kuruma da Cumhurbaşkanı tarafından daha fazla sayıda atama yapılıyor. Yani bir anlamda Meclis’e verilmeyen yetki Cumhurbaşkanı’na veriliyor. Bu noktada demokratik açıdan bir eksiklik var. Çünkü ciddi bir anayasa reformu bekleyen insanlar, Avrupa’daki örneklerine benzer şekilde milletin temsilcilerinin, yani Meclis’in, bu yetkileri kendi eliyle kullanmasının daha doğru olacağını dile getiriyorlar.
Burada bundan sonra Cumhurbaşkanı’nın doğrudan halk tarafından seçilecek olmasının bir etkisi olamaz mı? Eğer halk, kendisini yönetecek kişiyi gerekirse iki turlu bir şekilde doğrudan seçecekse, o zaman bu yetkilerin Cumhurbaşkanı’na verilmesi pek de yanlış değil.
Haklı olabilirsin ama yine de şunu unutmamak lazım. Getirilen sistem, başkanlık sistemi değil. Hâlâ parlamenter demokrasi olarak tanımlanıyor ve daha ziyade Avrupa’da bazı ülkelerde geçerli olan yarı-başkanlık modeline yakın duruyor. Bu nedenle başkanlık sistemi havasını verecek düzenlemeler yapılması ve Cumhurbaşkanı’na bu yetkilerin verilmesi yerine, daha demokratik şekilde bunların Meclis’e verilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bence burada Hükümet, muhalefet partilerinin ve bazı yargı mensuplarının tepkilerini hafifletmeyi hedefliyor; ama bu çok fazla işe yarayacak gibi gözükmüyor. Ayrıca daha kapsamlı ve demokratik bir değişiklik teklifi bekleyen insanları da hayal kırıklığına uğratıyor. HSYK ve Yargıtay mensuplarının açıklamaları da Hükümet’in ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranamadığının bir göstergesi.
Üst düzey yargı mensuplarının ve HSYK’nın bu denli tepki vermesi, uzun süredir sahip oldukları bazı ayrıcalıkların ellerinden gideceğini anlayan seçkinler zümresinin tepkilerine benziyor. Gelişmiş ülkelerin hiçbirinde HSYK benzeri kurumların bu kadar gündelik siyasetin içinde yer aldıklarını, görüş beyan ettiklerini, gündemi meşgul ettiklerini görmüyoruz. Bana garip gelen şeylerden birisi de, bir dönem adı hiç duyulmayan bazı kurumların son dönemde ülke gündeminde en fazla konuşulan yapılar haline gelmesi. Ben şahsen HSYK’nın varlığından, Van Savcısı Ferhat Sarıkaya’yı görevden almasıyla haberdar oldum. Ayrıca yapılması planlanan değişiklikler ile yargının bağımsızlığına zarar verileceğini iddia edenler, Genelkurmay’ın isteği doğrultusunda bir savcı görevden men edilirken yargıya müdahale edildiğini pek akıllarına getirmiyorlar.
Anayasa değişiklik paketindeki öneriler Avrupa ülkelerindeki sistemlerle benzerlik gösteriyor. Hatta Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, bu adımların aynı zamanda Türkiye’nin üyelik sürecindeki uyum çalışmalarının bir parçası olarak görülmesi gerektiğini söyledi ve Avrupalı muhataplarını tasarı ile ilgili bilgilendirdi. Bu tekliflerin bir kısmının getirmek istediği demokratik standardın Avrupa ülkelerinden geri olduğu çeşitli yorumcular tarafından dile getirilmişken, hâlâ bunu yargıya müdahale diye eleştirmek, tekliflerin Anayasa’ya aykırı olduğunu ileri sürmek bana pek inandırıcı gelmiyor.
Söylediklerine kendilerinin de inandıklarını pek sanmıyorum ben. Ama başka türlü de bu tekliflere itiraz etmek çok kolay olmayacak.
Bu noktada diğer partilerin tekliflerle ilgili tutumlarını da değerlendirelim isterseniz. Meclis içindeki hiçbir parti grubu bu değişikliklere destek vermiyor, nasıl yorumluyorsunuz bunu?
CHP’nin destek vermesini beklemiyordun herhalde. Çünkü tekliflerin içeriği CHP’nin ve onu destekleyenlerin konumunu tartışmaya açıyor. Onların bu işe karşı çıkmaları gayet doğal. Ama bu karşı çıkışı milletvekili dokunulmazlığı gibi unsurlarla ilişkilendirerek, aslında Anayasa’nın tadil edilmesine karşı olmadıkları mesajını veriyorlar.
Ben bu açıklamaya pek katılmıyorum. Dikkat ederseniz CHP yetkilileri, AK Parti’nin Anayasa’yı değiştiremeyeceğini, bazı vekiller ise mevcut Meclis’in bu değişikliği yapamayacağını söylüyorlar. Yani onlar bu girişime kökten karşılar.
Sen CHP’ye köktenci bir parti mi demek istiyorsun veya “CHP her şeye karşı”?
Tabii senin her zamanki espritüel yaklaşımına göre öyle gözükebilir. Ben CHP-bürokrasi koalisyonunun, anayasa değişikliği girişiminin kredibilitesini düşürmek, bu girişimi tartışılır hale getirmek için çaba harcadıklarını düşünüyorum. Yargıtay ve HSYK başkanları ile CHP yetkililerinin açıklamaları arasındaki paralelliklere dikkatinizi çekerim.
Muhalefet eden sadece CHP değil arkadaşlar. MHP ve BDP de tasarıya destek vermiyor. BDP bazı şartlar altında destek verebileceğini belirtti, özellikle seçim barajının aşağıya çekilmesi gibi. Aynı zamanda Meclis dışındaki partiler de o kadar benimsemiş gözükmüyorlar değişiklikleri. Saadet Partisi her bir maddenin ayrı ayrı oylanmasını istiyor. AK Parti içinde de bazı vekillerin rahatsız oldukları noktalar bulunduğu ileri sürülüyor. Bu nedenle gizli oylama sırasında AK Parti’nin fire verebileceğini iddia edenler var.
Ben bu noktada muhalefet partilerinin tutumunu ilkesel olarak eleştiriyorum. Bir siyasi partinin varlığı, siyasi alanın düzenlenmesi ile ilgili böylesi bir girişimi tamamen yok saymaya, “hiçbir şekilde görüşmem” demeye dayanmamalı. Siyasi partiler konuşmalı, fikir beyan etmeli, daha iyisinin nasıl olacağını ortaya koymak adına çaba göstermeli. Ama bizde eskiden kalma bir “istemezük” mantığı hâkim. Yeniçerilerin her yeniliğe kendi konumlarını değiştireceği için, memleket menfaatine olsa bile, itiraz etmesine benziyor bu durum.
İç gelişmelerin gölgesinde kaldı ama bu ay dış gündemde de önemli başlıklar vardı. Özellikle Ermeni iddiaları ve Ermenistan ile ilişkilerde önemli gelişmeler yaşandı. 24 Nisan dolayısıyla önümüzdeki ay da bu konuyu konuşacağımız aşikâr. Ama yine de bu ay ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nde ve İsveç Parlamentosu’nda birer oy farkla kabul edilen soykırım tasarılarını ele alalım. Ayrıca Irak’taki seçimler de çok önemli. İyad Allavi önderliğindeki koalisyonun az bir farkla da olsa seçimleri kazanması sürpriz oldu. Ermenistan konusu ile başlayalım isterseniz.
Bu güncel gelişmeleri ele alırken genel resim ile ilgili bazı değerlendirmeler yapmakta fayda var. Türkiye ile Ermenistan arasında son yıllarda yaşanan yakınlaşma sürecinin büyük ölçüde Ankara’nın inisiyatifi ile ortaya çıktığını unutmamak lazım. Türkiye’nin bu girişiminin ardında çeşitli nedenler var: Son yıllarda diasporadaki Ermeni lobileri faaliyetlerini ciddi şekilde artırdılar. Bunda 1915 olaylarının 100. yıldönümünün yaklaşmasının da etkisi var. Ayrıca Türkiye, dış politikası üzerinde sürekli Demokles’in kılıcı gibi sallanıp duran bu unsurdan kurtulmak zorunda. Çünkü Ermeni sorunu her dış politika girişimini baltalayan bir faktör olarak karşımıza çıkıyor. “Komşularla sıfır problem” politikasının bir gereği olarak da Ermenistan ile ilişkilerimizin geliştirilmesini beklemek normal.
Bu yeni girişimin başlatılmasına neden olan bölgesel gelişmeleri de ihmal etmemek gerekir. Türkiye’yi bu konuda adım atmaya iten diğer bir faktör de 2008 yazında Gürcistan ile Rusya arasında yaşanan kısa süreli savaştı. Bu gelişme bize gösterdi ki, Kafkasya’daki statüko sağlıklı değil ve uzun süre devam ettirilemez. Ufak bir kıvılcım, tüm bölgeyi yakabilir. Bölgedeki üzeri örtülmüş sorunlar, NATO gibi örgütlerin de içine sürüklenebileceği çatışmalara dönüşebilir. Kafkasya’da uzun süredir devam eden en önemli sorunlardan birisi olan Karabağ sorununun da bir çözüme kavuşturulmadığı takdirde benzer sonuçlara yol açması ihtimali, Türkiye’yi harekete geçirdi. Türkiye’nin beklentisi, Azerbaycan’ın Türkiye ile Ermenistan arasındaki süreç konusunda ikna edilebilmesi için Karabağ sorununda çözüm yönünde bazı adımların atılması idi.
Ama bu beklentiler pek gerçekleşmedi. Tam tersine son dönemde ciddi sıkıntılar ortaya çıktı. Türkiye ile Ermenistan arasındaki yakınlaşma sürecinde son dönemde ortaya çıkan duraksama, Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin Protokoller ile ilgili yaptığı değerlendirme sonrasında başladı. Ermenistan tarafının sürecin içini boşaltmaya çalıştığını düşünen Türkiye’nin, Protokoller imzalanırken hazır bulunan ülkelerin devreye girip süreci kesintiye uğratmamak için çaba göstermelerini istediği bir dönemde, çeşitli ülkelerde üst üste “soykırım” tasarılarının gündeme gelmesi durumu daha da gerginleştirdi. Türkiye’de de Hükümet’e iki yönde eleştiriler gelmeye başladı. Bir kesim, Hükümet’in Protokollerden geri adım atması ve süreci sona erdirmesi gerektiğini, Protokoller ve açılım çabaları nedeniyle Azerbaycan’ın küstürüldüğünü savunurken; diğer bir kesim, verilen tepkileri abartılı bulup Hükümet’i başlangıçta gösterdiği cesareti gösterememekle suçluyor.
Hükümet’in büyükelçileri önce Türkiye’ye çağırıp sonra da geri göndermesine ne diyorsunuz? Gerçi henüz Türkiye’nin ABD Büyükelçisi Namık Tan geri dönmedi ama İsveç Büyükelçisi Zergün Korutürk dönüyor. Bu elçi çekme şeklindeki tepki politikasını nasıl değerlendirmek lazım?
Büyükelçilerin çekilmesi, Türkiye’nin tutumunun anlatılması noktasında bazı zorlukları beraberinde getiriyor; ancak karşı tarafa bir tepki verilmesi gerektiği de aşikâr. Bu noktada İsveç Hükümeti’nin, Parlamento’nun aldığı kararı doğru bulmadığını açıklamasının ardından Büyükelçi Korutürk’ün geri gönderilmesi kararı, AB içinde Türkiye’ye en fazla destek veren ülkelerden biri olan İsveç ile ilişkilerin sürmesine verilen önemin bir göstergesi. Daha önce benzer kararları kabul eden bazı ülkelere örtük ekonomik ambargolar uygulanmıştır. Bu ekonomik kısıtlamaların Türkiye’nin alternatiflerini azalttığının bilincinde olmalıyız. Örneğin Fransızların pek çok devlet ihalesine alınmaması diğer devletlerin şirketlerinin işini kolaylaştırıyor.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye’nin baskı altında karar almayacağını açıklayarak eski mantığın artık geçerli olamayacağını ortaya koydu. Bu noktada Türkiye “adil hafıza” kavramını ön plana çıkarmaya çalışıyor. Yaşananların bağlamından koparılarak değerlendirilmesinin yanlışlığına vurgu yapan bu kavramsallaştırma, Ermenilerin tarafında hâkim olan tartışılmaz “soykırım” anlayışını tartışmaya açmayı amaçlıyor. Türkiye’nin de kendi tarihi ile hesaplaşmasına vurgu yapan bu yaklaşım, sorunu soğukkanlı bir şekilde ele almaya çalışıyor. Tüm bu gelişmeler ışığında, bu sorun ile gerçek anlamda yüzleşmediğimiz ve çözmek için çaba harcamadığımız müddetçe, sürekli olarak dış politikamız önünde bir engel oluşturacağını unutmamak gerekir. Ermeni diasporasının ve Ermenistan’ın 2015 yılına kadar enerjisini bu konu üzerinde yoğunlaştıracağını dikkate alırsak, süreci ertelemenin ülkemize pek bir şey kazandırmayacağını görürüz. Ülke içerisinden gelen çeşitli eleştirilere rağmen bu süreci devam ettirmek yolunda çaba harcanmalı. Yakınlaşma sürecinin kolaylıkla ilerleyeceğini sanmak yanlış olur. Nitekim bunun böyle olmayacağı, daha İsviçre’de Protokoller imzalanırken yaşanan gecikmeden belli olmuştu. Fakat bölgesinde daha aktif bir dış politika güden Türkiye, bu ayak bağından kurtulmak zorunda.
Son olarak bizi yine yakından ilgilendiren ve önümüzdeki aylarda da konuşmaya devam edeceğimizi düşündüğüm Irak’taki gelişmeleri ele alalım. Seçim sonuçları kısa bir süre önce açıklandı, bu konuda neler söyleyeceksiniz?
Irak’ta birkaç ay gecikmeyle gerçekleştirilen seçimde, hiçbir parti veya grup 325 sandalyeli mecliste hükümeti kurmak için gerekli çoğunluk olan 163 sandalyeye yaklaşamadı. Seçimlerin galibi, çok az bir farkla eski başbakanlardan İyad Allavi oldu. Laik bir Şii olan Allavi’nin liderliğini yaptığı ve laik Şii grupların yanı sıra Sünni grupların çoğunluğu ile Türkmen cephesinin de yer aldığı el-Irakiye Koalisyonu, 91 sandalyeye ulaşarak beklenenden daha büyük bir başarı elde etti. Bu koalisyonun başarısı ülkenin geleceği açısından çok önemli. Çünkü mezhepsel ayrışmaların ötesinde bir siyaset, Irak’ın birliği için elzem.
Hukuk Devleti Koalisyonu ile seçimlere giren ve iki sandalye ile Allavi’nin gerisinde kalan mevcut Başbakan Nuri el-Maliki ise seçim sonuçlarını kabul etmeyeceğini ve oyların yeniden sayılması gerektiğini açıkladı.
Yenilen pehlivan güreşe doymazmış!
Geçtiğimiz yıl yapılan yerel seçimlerle mukayese edildiğinde Maliki’nin küçük bir gerileme kaydettiği görülüyor. Irak İslam Yüksek Konseyi (Ammar el-Hekim grubu)’nin liderliğindeki Irak Ulusal İttifakı ise sadece 70 sandalye kazanarak asıl kaybeden ittifak oldu. Seçimlerle ortaya çıkan yeni tabloda kısa süre içerisinde bir koalisyon hükümeti kurmak pek mümkün gözükmüyor. Kurulacak herhangi bir koalisyonun içinde ortaya çıkabilecek muhtemel ayrışmalar dikkate alınırsa, mevcut çok parçalı yapının sağlıklı bir yönetim çıkarması çok kolay olmayabilir.
Çok teşekkürler arkadaşlar. İnşallah önümüzdeki ay daha pozitif konuları tartıştığımız bir toplantı gerçekleştiririz.

Paylaş Tavsiye Et