Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Topluyorum
Gribe kurban olmayalım

 

Evet, arkadaşlar. Bir ay ne kadar da çabuk geçti. Bu ay biraz daha erken toplandık bayram nedeniyle. Kasım ayında ülke gündeminde yoğun olarak yer alan konular; Demokratik Açılım, yargıdaki dinleme tartışmaları, darbe iddiaları ve Ergenekon Davası idi. Bunların yanında giderek yayılan domuz gribi ve bu gribin aşısıyla ilgili tartışmalar da gündeme damgasını vurdu. Dış politika gündeminde ise eksen tartışmaları ağırlık kazandı. Ayrıca Türkiye’de ve dünyada ekonomide toparlanma işaretleri arttı. İhracat uzun bir aradan sonra artış gösterdi.
Her zaman olduğu gibi iç gelişmeler ile başlayalım. Bir baba olarak beni geçtiğimiz ay en fazla ilgilendiren konu, domuz gribi ve aşısı ile ilgili tartışmalar oldu. Sağlık Bakanlığı erken sayılabilecek bir dönemde bu salgın ile ilgili çalışmalarını başlattı. Aşıları sipariş etti, kamuoyunu bilgilendirmeye çalıştı. Bunlar önemli adımlardı ama aşı kampanyası başlarken bir karışıklık oldu. Sağlık Bakanı aşılandı ama Başbakan kendisinin aşılanmayacağını söyledi ve herkes şüpheye düştü. Bu açıklamadan sonra en azından benim çevremdeki pek çok ebeveynin çocuklarını aşılatma konusunda oldukça çekimser olduğunu gördüm.
Türk insanının kobay olarak kullanıldığı iddiaları var. Bu türden iddiaları içeren mailler internet ortamında dolaşıyor.
Zaten halkın gündemini yoğun şekilde meşgul eden böylesi konular ile ilgili olarak her zaman çeşitli şehir efsaneleri yayılır. Hiç kimse kesin bir bilgiye sahip değildir ama “bir tanıdıklarının tanıdığı” bu konuda önemli bir duyum almıştır. O nedenle bu türden iddiaları ciddiye almamak lazım. Ben Sağlık Bakanlığı’nın tutumunu doğru buluyorum. Acele edildiği, gereğinden fazla ilaç alındığı düşüncelerine de katılmıyorum. Erken tedbir alınmasaydı bu sefer de “salgın biliniyordu, niye önceden gerekli hazırlıklar yapılmadı?” eleştirilerine muhatap olacaktı. O nedenle kamuoyunu salgının ciddiyeti konusunda uyarmanın doğru bir davranış olduğunu düşünüyorum. Salgına karşı Türkiye kadar hazırlıklı olmayan Ukrayna gibi bazı ülkelerin de bizden destek istedikleri basına yansıdı geçenlerde. Unutmayalım ki esas salgının Aralık ayından itibaren gelmesi bekleniyor. İnşallah bu hazırlıklar sayesinde can kayıpları en aza indirilebilir.
Bu aşının yan etkileri ile ilgili iddiaların test edilmesi için aslında Aralık ayına kadar zaman olacak. Biliyorsunuz ilk aşılananlar, hacı adayları ile sağlık personeli oldu. Eğer aşılarda iddia edilen türde bazı yan etkiler söz konusu ise geçen süre içerisinde bu etkiler görülerek gerekli tedbirler alınabilir.
Kurban Bayramı öncesinde hacı adaylarını kurban mı edeceğiz yani?
Senin bu eleştirel tutumun dolayısıyla böylesi bir müdahale bekliyordum açıkçası. Ben sadece rasyonel bir şekilde aşı ile ilgili endişelerin ortadan kaldırılmasına yönelik bir açıklamada bulundum. Şunu da unutmamak gerekir ki ilk olarak aşılanan kişiler, en fazla risk altında olanlardı. Hacılar dünyanın farklı yerlerinden yüz binlerce insanın bir araya geldiği bir mekana gidiyorlar. Sağlık çalışanları da sürekli olarak mikroplarla karşı karşıyalar; bulundukları ortam bu türden salgın hastalıkların yayılması için oldukça uygun.
Sağlık Bakanı’nın iki çocuğunun da bu hastalığa yakalanması ve aşı olmamalarına rağmen iyileşmeleri hakkında neler düşünüyorsunuz?
Bu açıklama Bakan’ın da bir baba olduğunu ve sıradan insanların başına gelen şeylerin onun çocukları için de geçerli olduğunu göstermek için yapılmış bir açıklama olabileceği gibi, gerçekten vaki olmuş da olabilir. Bu noktada bu salgın ile ilgili olarak henüz bilgi kirliliğinin tam olarak ortadan kalktığını söyleyemeyiz. Ölenlerin tetkiklerinin sağlıklı olarak yapılması ve kesin ölüm nedenlerinin domuz gribi virüsü olduğunun açıklanması gerekir. Bu yönde bazı açıklamalar gelse de, daha sonra gerçekleştirilen başka tetkiklerde farklı ölüm nedenleri ortaya çıkabiliyor. Bu domuz gribi ile ilgili tartışmalar bana birkaç sene önce yaşanan SARS ve kuş gribi hastalıklarını hatırlatıyor. O nedenle bu konuda sağlıklı bir karara varabilmek için biraz daha zamana ve bilgiye ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum. İnşallah çok geç olmadan bu konuda bir netlik ortaya çıkar. Bu arada isteyenler aşı olur, istemeyenler de bağışıklık sistemlerini güçlendirmek için beslenmelerine dikkat eder ve diğer tedbirleri alırlar.
Bu değerlendirmenin ardından gündemimizdeki diğer konulara da değinelim diyorum. Geçtiğimiz ay siyaset gündemini en çok meşgul eden konuların başında dinleme tartışmaları geliyordu. Kanunlu ve kanunsuz dinlemelerin ortaya döküldüğü bir dönemde tartışma daha çok Yargıtay üyelerinin ve İstanbul Başsavcısı’nın dinlenmesi çerçevesinde yoğunlaştı. Yine birilerinin kanunsuz bir şekilde Başbakan’ı uzun zamandan beridir dinledikleri de geçtiğimiz ay Aydınlık dergisinin görüşme kayıtlarını yayınlaması ile ortaya çıktı. Ama Başbakan’ın dinlenmesi herhalde “vakayı adiye”den sayıldığı için hâkimler kadar gürültü koparmadı.
Bu çifte standart ne yazık ki hep var oldu. Türkiye’de üst düzey yargı mensupları bulundukları konumun getirdiği avantajla keyfi yorumlar yapmaktan ve hukukun sınırlarını zorlamaktan hiç geri durmadılar. Hatırlarsanız daha önceden de insanlar siyasetçiler için ağzına geleni söylüyorlar ve bunlar eleştiri kapsamında değerlendiriliyordu; ama bir bürokrat eleştirilince veya bir siyasetçi bu noktadaki çifte standardı gündeme getirince hukuken mahkum edilebiliyordu. Son dönemde ortaya çıkan ilişkilere baktığımızda, geçtiğimiz dönemlerdeki tartışmalı hukuki kararların nasıl alındığını anlamak çok da zor değil. Üst düzey yargı mensuplarının son yaşanan dinleme olayları sonrasında verdikleri tepki, sahip oldukları ayrıcalıkları, hesap vermek zorunda olmaksızın kullanmaya devam etme isteğinden kaynaklanıyor. Daha önceki bazı davalarda hukuk mantığını zorlayan kararlara imza atanların bugün de benzer bir tutum içerisinde olduğunu söyleyebiliriz.
Geçtiğimiz ay içerisinde yine en fazla konuşulan konulardan biri de darbe iddialarına yönelik olarak bazı askerlerin mahkemeye sevk edilmesiydi. Genelkurmay Başkanı’nın “kağıt parçası” diye nitelendirdiği İrtica ile Mücadele Eylem Planı belgesinin orijinalinin bir asker tarafından savcılara gönderildiği ve Adli Tıp’ta yapılan incelemede belgenin altındaki imzanın Dursun Çiçek’e ait olduğu anlaşıldı. Dursun Çiçek yine tutuklandı ve yine kısa bir süre içerisinde serbest bırakıldı. Bir anlamda “biz bu filmi görmüştük” hissine kapıldık hepimiz.
Muhalif çevreler bu belgenin orijinalinin ortaya çıkışının zamanlaması ile ilgili eleştirilerde bulundular. Tam da açılım çerçevesinde Kuzey Irak’tan gelen PKK’lıların karşılanması sırasında yaşananlar dolayısıyla hükümet puan kaybederken bu belgenin ortaya çıkmasının hiç mi anlamı yok?
Bu türden bir eleştiri Genelkurmay’ın belgenin ortaya çıkmasından sonra, böyle bir belgenin nasıl ve niçin hazırlandığından çok, nasıl dışarıya sızdığını araştırması ve medyaya yansımasını eleştirmesine benziyor. Ortada bir suç delili var. Zamanlamasının hükümeti rahatlattığı doğru ama bu suç delilinin görmezden gelinmesine neden olacak bir durum yok ortada. Zaten benim gördüğüm kadarıyla artık kimsenin ordu içerisindeki bazı grupların böylesi eylem planları hazırladıkları ile ilgili şüphesi yok. Bu eylem planlarının belgelerinin dahi ortaya çıktığı bir ortamda bu soruşturmaların nereye kadar gideceği sorusu soruluyor artık. Bu belgelerin ve diğer gizli yazışmaların ortaya dökülmesi ve hükümete karşı bir darbe hazırlığının ortaya çıkmasının ardından Başbakan da işin sonuna kadar takipçisi olacakları mesajını verdi.
Olmaması düşünülemez zaten. Taraf gazetesi sürekli yeni belgeler, lahikalar ve planlar ortaya çıkarıyor. Ordu içerisindeki bazı kişilerin kurumun imajının arkasına saklanarak giriştikleri eylemlerle ilgili dokümanlar birbiri ardına sökün ediyor. Bütün bu girişimler de hükümete karşı olduğuna göre, kendi varlığına kastedenlere karşı sessiz kalması Erdoğan hükümetinin 27 Nisan e-muhtırası sırasındaki tavrına ters düşer. Unutmayalım ki 28 Şubat sürecinde Erbakan’ın izlediği tutum, onun itibar kaybında en önemli sebeplerden birisi oldu. Devam eden Ergenekon Davası’yla birlikte ortaya çıkan deliller de Türkiye’de bir darbe girişiminin ilk defa ciddi anlamda sorgulanmasını gündeme getiriyor.
Başbakan’a Genelkurmay Başkanı’nı görevden alması yönünde yapılan çağrıları nasıl yorumlamak lazım?
Bunlar belki iyi niyetli ve normal bir demokratik ülkede olması gereken uygulamalar olarak değerlendirilebilir ama Türkiye’nin siyasi gerçeklikleri henüz o aşamada değil. Ayrıca şu anda ciddi bir itibar kaybı var ordu açısından. Belgeler ardı ardına ortaya dökülüyor ve daha önce yalanlanan belgelerin orijinalleri bulunuyor. Bu gelişmeler dolayısıyla ben ordu üst yönetiminin de kurumsal anlamda imaj kaybına neden olan kişileri cezalandırma yönünde bir tutum benimseyeceğini düşünüyorum, aksi takdirde kurumun imajı yıpranmaya devam edecek. Bu yaşanan gelişmeler hükümetin elini ciddi şekilde rahatlattı ve ordunun siyasi alana yönelik müdahale istek ve kabiliyetlerini zayıflattı. Hükümet bir anlamda bu soruşturmaları ve ortaya çıkan gelişmeleri ordunun siyasete müdahalelerine karşı bir demoklesin kılıcı gibi kullanmak istiyor olabilir.
Ben bundan o kadar emin değilim. Tüm bu ortaya dökülenlere rağmen bazı kişilerin darbe heveslerinden vazgeçtiklerini gösteren deliller yok elimizde. Belki eskisi kadar rahat değiller. Ama devam eden Ergenekon Davası’ndan çıkacak sonuçlar bu konuda daha net değerlendirmeler yapmamıza imkan verecek. Geçen ay yaşananlar arasında atlamamamız gereken bir diğer önemli gelişme de 10 Kasım’da Meclis’te Demokratik Açılım ile ilgili olarak yapılan görüşmelerdi. Hükümetin bu görüşmeyi 10 Kasım gününe alması ile başlayan tartışmalar, görüşmeler sırasında yaşananlar ile daha da alevlendi. Meclis’te pankartların açılması sonrasında bir anlamda ortalık karışırken, açılım ile ilgili sağlıklı bir tartışma zeminin ortaya çıkması ihtimali de gitgide azaldı. Hükümet ve muhalefet konumlarını ve tutumlarını daha da muhkem hale getirmeye çalıştı ve bir anlamda işin özüne yönelik bir tartışma ortaya çıkmadı.
Hükümetin açıklamalarından da öyle beklendiği kadar büyük bir yenilik çıkmadı. Belki de yaşanan diğer gelişmeler, alınması planlanan tedbirlerle ilgili muhtemel tartışmaları önledi. Başbakan ve muhalefet liderleri birbirlerini bölücülük yapmakla suçladılar. İçişleri Bakanı’nın açılım ile ilgili konuşmasından anladığımız kadarıyla ileride anayasa değişikliği de yapılabilir; ama mevcut siyasi konjonktür buna müsait olmadığından şimdilik idari bazı düzenlemeler ile farklı dillerin medyada kullanımı, yer isimlerinin iadesi, gösteri yapan çocukların yargılanması ile ilgili bazı düzenlemeler öncelikli olarak gerçekleştirilecek. Geçtiğimiz ay yaşananlardan sonra DTP’nin de daha dikkatli bir tutum içine girdiğini gördük bu ay. Bakalım süreç içerisinde siyasi partilerimizin tavırlarında ne türlü değişimler ortaya çıkacak.
Bu açılım tartışmaları sırasında bir de Tunceli ile ilgili bir mini krizimiz oldu. CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in Başbakan Erdoğan’ın tutumunu eleştirirken kullandığı “Dersim’de analar ağlamadı mı?” ifadesi Aleviler arasında rahatsızlığa neden oldu. Hatta CHP içerisindeki parlayan isimlerden olan Kemal Kılıçdaroğlu, Öymen’i istifaya çağırdı.
Ama daha sonra çark etti. Zaten hatırlayacaksınız Deniz Baykal da Öymen’e sahip çıktı.
Baykal’ın Öymen’e sahip çıkması beklenebilir bir şeydi; ama bu yaşananlar bazı gerçekleri bir kez daha görmemize imkan sağladı. Öncelikli olarak Aleviler CHP’yi kendileri açısından doğal ve alternatifsiz bir seçenek olarak değerlendirseler de, taleplerinin CHP yönetimi tarafından her zaman dikkate alınmadığını bir kez daha gördüler. Ayrıca Öymen’in şahsında inanmış bir Kemalist’in tutumunu bir kez daha gördük. Devlet’in âli menfaatleri söz konusu olduğunda insanların varlıklarının bir önemi olmadığı, vatandaşların devlet tarafından tedip edilmesi gereken unsurlar olduğu, böylesi bir ihtiyaç duyulduğunda ise kimsenin gözünün yaşına bakılmaması gerektiği bir kez daha Öymen tarafından veciz bir şekilde ifade edildi. Bu anlamda CHP’nin oy aldığı kesimler arasında bazı farklılıklar olmakla beraber dayandığı ana damar veya partiyi yöneten kişilerin beslendikleri zihnî arka planın kodları bir kez daha ortaya konuldu.
Arkadaşlar, bu ay iç politika gelişmelerine biraz fazla zaman ayırdık. Hatırlatmak gerekirse geçtiğimiz ay Türkiye’nin dış politikada artan etkinliği sonrasında ortaya atılan eksen kayması tartışmaları gündemi meşgul etti. Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Son yıllarda özellikle Türkiye’nin Arap dünyası ve Müslüman ülkeler ile gelişen ilişkileri yabancı ve yerli çeşitli yorumcular tarafından farklı şekillerde değerlendirildi. Bu anlamda yakın bir zamana kadar ciddi sorunlarımızın olduğu Suriye ve Irak ile çok daha barışçıl bir ilişki kurmaya başlamamız ve İsrail ile 1990’larda zirveye çıkan ilişkilerde son dönemde yaşanan gerilim en fazla dikkat çekilen konular oldu. Bu ve benzeri gelişmeler, “Türkiye yüzünü Doğu’ya mı dönüyor, Türkiye eksen mi değiştiriyor?” sorularının sıkça sorulmasına neden oluyor. Bu soruların bir kısmının gerçekleri öğrenmek amacına matuf olduğunu kabul etmekle beraber, bazılarının da belirli bir hedefe yönelik olduğunu ve bu yeni tutumu eleştirmek amacını taşıdığını unutmamamız gerekir.
Zaten Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da bu tartışmalara oldukça sert çıkarak artık bu gelişmelere alışılması gerektiğini, dünyayı hâlâ Soğuk Savaş mantığıyla açıklamaya kalkmanın yanlışlığını ortaya koydu. Ben de bu türden eleştirilerin ve değerlendirmelerin büyük ölçüde maksatlı olduğunu düşünüyorum. Türkiye son yıllarda komşularıyla ilişkilerini düzeltmeye, sorunları ortadan kaldırmaya çalışan, dış politikada yıllardır ihmal edilen ülke ve bölgeler ile temaslar kuran bir yaklaşım izlemekte. Bu noktada yakın dönem içerisinde atılan adımların olumlu meyvelerini de toplamaya başladı. BM Güvenlik Konseyi’nin geçici üyeliğinin alınması, İKÖ Genel Sekreterliği’ne bir Türk’ün seçilmesi gibi örnekler artan etkinliğin birer sonucu olarak dikkat çekiyor.
Türkiye’nin Batı dışındaki ülkeler ile ilişkilerini geliştirmesi illaki dış politikasının ekseninin kaydığı anlamına gelmez. Türkiye’nin son dönemde izlediği politikayla ilgili olarak Dışişleri Bakanı, Türkiye’nin bir “merkez ülke” olduğunu vurguluyor ve izlenen politikayı da “çok kulvarlı” olarak nitelendiriyor. Türkiye’nin komşularıyla ve İslam dünyasıyla artan ilişkilerinin diğer herhangi bir ülke ile olan ilişkilerin alternatifi olmadığını da dile getiriyor. Cumhuriyet tarihimize baktığımızda, buna benzer başka örnekler de görebiliriz. Türkiye’nin Batı siyasal yapılarının bir parçası olmasının ardından yaşanan bazı olaylar sonrasında dış politika tercihlerinde değişikliklere gittiği açık. İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde Sovyet tehdidinin etkisiyle NATO’ya üye olunması ve ABD ile iyi ilişkiler geliştirilmesi dış politika önceliklerimizin de tamamen Soğuk Savaş mantığı etrafında şekillenmesine neden oldu. Bu noktada ABD’nin dış politika tercihleri bizim için çok belirleyici olmaya başladı. Ama 1962 Küba Füze Krizi sırasında yaşananlar, Türkiye’nin tercihlerini ABD’ye bu kadar dayandırmasının muhtemel sonuçlarını ortaya koydu. Kıbrıs sorunu, ekonomik sorunlar, Ortadoğu’daki Arap-İsrail savaşları, 1980 darbesinden sonra Avrupa ile yaşanan sorunlar Türkiye’nin dış ilişkilerinde yeni arayışlarını güçlendirdi ve bu noktada İslam Dünyası önemli bir alternatif oluşturuyordu.
Bu ifadelere katılmakla beraber şunları da eklemek isterim. Tarihsel verilerin ışığında günümüzde yaşanan değişimi değerlendirdiğimizde Türkiye’nin gerek stratejik gerekse ekonomik sebeplerle Batı dışı ülkeler ile ilişkilerini geliştirmeye çalıştığını görüyoruz. Bu noktada söylenmesi gereken, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından oluşmaya başlayan yeni düzenin artık çok kulvarlı bir politikayı gerektirdiği. Bunun yanında, son küresel ekonomik kriz de gösterdi ki, dünyanın güç merkezi Doğu’ya doğru kayıyor. Bu unsurları göz önüne alarak sadece İslam Dünyası ile değil, diğer ülkeler ile de ilişkileri geliştirmek yönünde atılan adımların doğru bir tercih olduğunu vurgulamak gerekir. Yeni dönemde farklı bölgeler ve ülkeler ile ilişkiler geliştirilirken, eski alışkanlıkların aksine artık bu ilişkilerin özellikle Batı’daki politika yapımcıları tarafından Türkiye’nin Batılı kimliğinin bir erozyonu gibi görülmediğini belirtmekte fayda var. Bu noktada Türkiye’nin Batı’dan koptuğu, yüzünü Doğu’ya çevirdiği yönünde eleştiriler getirenlerin, daha çok bu yeni gelişmeden rahatsızlık duyup bunu engellemeye ve yavaşlatmaya çalışan kişiler olduğunu görmek gerekir. Dış politikada alternatifleri artan bir Türkiye, pazarlık gücü daha yüksek bir ülke olmaya başlıyor. Türkiye’nin doğusundaki ülkeler ile geliştirdiği bu ilişkiler Avrupa Birliği ile olan ilişkilerini de olumlu şekilde etkiliyor. Nitekim her yıl yayınlanan AB İlerleme Raporları da Türkiye’nin bölgesindeki aktif ve yapıcı politikasını övüyorlar. Türkiye’nin üyelik süreci diğer aday ülkelerin aksine teknik değil de siyasi bir hale büründüğünden, bu görüşmeler sırasında siyasi gücü yüksek bir Türkiye daha rahat hareket edebiliyor.
Bu kapsamlı açıklamalarınızdan sonra basit bir soru sorabilir miyim? Hatırlarsınız Türkiye, Suriye ile İsrail arasında görüşmelere aracılık yapıyordu. Gazze saldırısı sonrasında süreç koptu. Şimdi bu süreci Fransa canlandırmaya ve Türkiye’nin oynadığı rolü oynamaya çalışıyor, ne diyorsunuz bu konuda? Türkiye’nin rolünü çalabilir mi Fransa?
Öncelikle şunu söyleyeyim. Geçtiğimiz ay Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad Fransa’yı ziyaret ederken, karşılama törenlerinden birinde Fransızlar Suriye bayrağı yerine, iki ülke bayraklarındaki benzerlik nedeniyle Irak bayrağı asmışlar. Bu durum Fransız basınında alay konusu oldu, arabuluculuk için girişim yaptığı bölge ile ilgili bilginin yetersizliğinin bir göstergesi gibi yorumlandı. İşin mizahi yönü bir tarafa, Benyamin Netanyahu Türkiye’yi arabulucu olarak güvenilir bulmadığını söylese de Esad ısrarla Türkiye’nin arabuluculuğunu istediğini dile getiriyor. O nedenle Fransa’nın Türkiye’nin yerini alması söz konusu değil. Ayrıca herkes şunu biliyor ki, Netanyahu’nun barış yapmak gibi bir niyeti yok. Daha önceki başbakanlığı dönemindeki performansı bu konuda yeterince veri sağlıyor.
Avrupa cephesinde de önemli gelişmeler oluyor. AB Lizbon Anlaşması sonrasında ilk başkanını seçti. Belçika Başbakanı Herman Van Rompuy, AB’nin yeni başkanı oldu. Bu kişinin seçimi Almanya ve Fransa gibi ülkelerin bu pozisyonu daha sembolik görme tutumlarının bir sonucu olarak değerlendirildi; çünkü Belçika Başbakanı çok parlak bir figür değil. Ama Rompuy’nün Türkiye’nin üyeliğine karşı olduğu çok açık bir şekilde ortaya çıkmıştı daha önceki açıklamalarında. Gerçi seçildikten sonra Konsey kararlarının önemli olduğunu söyledi kendisi bu üyelik noktasında. Fakat kesin bir değerlendirme yapmak için bundan sonra izleyeceği tutumu görmek gerekecek.
Evet arkadaşlar, aslında dış politika gündeminde ele almamız gereken daha başka konular da var. Kıbrıs’taki gelişmeler ve müzakere sürecinin geleceği ile önümüzdeki baharda yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri gibi. Bunun yanında Afganistan’daki seçimleri Hamid Karzai’nin kazandığının açıklanması ve Türkiye’nin ISAF’ın yönetimini yeniden bir dönem daha devralması da aslında unutmamamız gereken konular. Ne yazık ki zamanımız kalmadı. Başta da belirttiğim gibi bu ay Kurban Bayramı nedeniyle biraz erken toplandık. Şimdiden hepinizin bayramını kutluyorum. Bayram inşallah bayram gibi geçer, grip salgını bayram sevincine gölge düşürmez. Kurban Bayramı’nda gribe kurban olmayalım diyerek bu ayki toplantımızı sonlandırıyorum.

Paylaş Tavsiye Et