Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Yüzleşiyorum
İstikbal köklerdedir!
Mustafa Özel
ALİ Bulaç’ın “Suriye’de kaybolan kök” başlıklı çarpıcı yazısını okudunuz mu? Jandarma zaptiyesi olan dedesi Ali Çavuş, eski bir Arap geleneğine uyarak, doğan çocuklarını sütanneler emzirsin diye konargöçer bedevilere verirmiş. Babasının doğumundan önce, dedesi son bir kız çocuğunu daha bedevilere vermiş. “Verdikten sonra da hatlar çekilmiş, Türkiye ile Suriye birbirinden katı-kesin, acımasız sınırlarla ayrılmış. Dedemler fevka’l-hatta (Türkiye), küçücük halam tahte’l-hatta (Suriye) kalmış. Bir daha da yüzünü gören, haberini alan olmamış.” (Zaman, 23 Eylül 2009)
Ulus-devletlik Avrupa’da da aileleri böylesine acımasız bir biçimde mi ayırdı, yoksa “sonradan görme ulusluk” mu bu trajik sonuçları doğurdu? Vaka şu ki, Avrupa’da ulusluk daha çok bütünleştirici, bizde ise parçalayıcı bir işlev gördü. Yaklaşık 300 yılda (1650-1950), Avrupa’daki 1.500 siyasi birim 30 dolayında ulusa “yükseldi”; Osmanlı Devleti ise 30 dolayında ulusa “alçaldı”. Ali Çavuş ailesinin dramı, bu alçalışın toplumsal düzlemdeki binlerce yansımasından biridir.
Yükseliş ve düşüş, tarihte bildiğimiz bütün toplum sistemlerinin kaderidir. Düştüğünüzün farkındaysanız, yükseliş ümidi vardır. Ama düşüşü yükseliş zannediyorsanız, size kimsenin faydası olmaz. Türkiye’nin iç ve dış açılımlarına akıl erdiremeyenler, düştükleri yerde hâlâ yükseliş vehmi içinde kıvrananlardır.
Londra’da Arapça yayımlanan el-Kuds el-Arabî gazetesinin 19 Eylül 2009 tarihli başyazısı “Osmanlılar, Suriye kanalıyla dönüyor” başlığını taşıyordu. Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın “İki ülke arasındaki stratejik işbirliği anlaşmalarıyla sonuçlanan Türkiye ziyareti, İran, Suriye ve Türkiye arasında bölgenin çehresini değiştirebilecek yeni siyasi ve ekonomik koalisyonun nüvelerini oluşturuyor.”
 
Yeni Siyasi-Ekonomik Koalisyon!
Arap(ça) gazetenin üslubu kışkırtıcı: Bölgenin çehresini değiştirebilecek yeni bir siyasi ve ekonomik koalisyon! Daha beş-altı yıl önce, Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer Lübnan kriziyle ilgilenen hükümeti uyarıp, bizim Ortadoğu ile hiçbir işimiz yoktur diyordu. Tipik Cumhuriyet aydın ve bürokratına göre, Türkiye üç kenarı denizle, dört kenarı düşmanla çevrili bir ülkedir. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur!” Gazeteye göre, bu paranoya sona ermiş gözüküyor:
“Bu yeni koalisyonun işaretleri Türklerin ve Suriyelilerin doksan yıldan fazla bir süre ve özellikle de Osmanlı İmparatorluğu’nun düşüşünden bu yana devam eden ve genişleyen iki taraf arasındaki çatlağı onarmaları sonrası hızlı şekilde belirmeye başladı. Yeni Türkiye-Suriye koalisyonu siyasi ve ekonomik alanlarda stratejik ortaklığı, iki ülke vatandaşlarının giriş vizelerinin iptal edilmesini ve İstanbul’u yüz yıl önce Hicaz’daki kutsal topraklara bağlayan eski hac demiryolunun yeniden canlandırılmasını öngörüyor. Demiryolu 2012 yılında çalışmaya hazır hale gelecek.”
Mesele sadece Türkiye-Suriye ilişkileri değildir elbette. Türkiye bir bütün olarak “Merkez Ülke” olma yolundadır. Büyük milletler, ağır akan nehirlere benzer: Aktıkça, sayısız dere ve çay onlara katılmaya can atar. Arap dünyasının en önde gelen aydınlarından Fehmi Hüveydi, Katar’da yayımlanan eş-Şark gazetesinde (6 Eylül 2009) “Türklerin gerçekleri bizim hayalimizdir” diyordu:
“Türk Dışişleri Bakanı’nın Kahire’de geçirdiği üç gün zarfında bu adam bizi hasret ve hüzünle bıraktığı oranda gözümüzü kamaştırdı. Son altı yılda komşu Suriye’yi 36 kez ziyaret ettiğini duydum. Neredeyse utançtan yüzümü çevirecektim. Çünkü Mısır Dışişleri Bakanı’nın Mısır için oldukça önemli Sudan’ı aynı süre zarfında sadece iki defa ziyaret ettiğini biliyordum. Bu ziyaretler de Sudan için değil, Arap ve Afrika zirvelerine katılmak içindi. Davutoğlu’na göre Türkiye, Mısır gibi kendi içine kapanamıyor ve her ikisinin tarih ve coğrafik yapı gereği kaderin çizdiği rolleri var. Bir ülke kendi politikalarında ve yürüyüşünde çok şey değiştirebilir; ancak tarih veya coğrafyayı değiştiremez. Fakat tarihe ve coğrafyaya bakışını veya ilişki biçimini değiştirebilir. Türkiye içeride daha fazla demokrasi, özgürlük ve ekonomik güçlenme peşinde koşarken; dışarıda da ‘Sıfır Sorun’a dayalı bir bölgesel istikrar peşindedir. Konuşmanın bitiminde Prof. Davutoğlu ülkesinin bu başarıları, demokrasiyi yerleştirdiği, iradesini bağımsız kıldığı ve açık stratejik vizyona sahip olduğu için elde etmesiyle övünüyordu. Bu sözleri duyduğum zaman beni bir hüzün aldı. Çünkü Türklerin pratiğe geçirdiği siyaset, bizde halen özlem duyduğumuz bir umut ve ulaşılması uzak bir hayal.”
 
Önce “Ahlaki” Derinlik!
Merkez Ülke olabilmenin temel şartı stratejik derinliğini tarihî derinlikle bütünleştirmek ise, bu konumu muhafaza etmenin olmazsa olmazı ahlakî derinliktir. Dünya çapında bir siyaset bilimci olan Richard Falk aynı günlerde “Cumhuriyet döneminin en iyi Dışişleri Bakanı” başlıklı bir makale yazdı. Makalenin en önemli yanı, ahlakî derinliğe işaret etmesiydi:
“Davutoğlu’nu Malezya’da öğretim üyeliği yaptığı yıllarda tanıdım ve onun ‘uluslararası ilişkilerin yürütülmesinde kültür ve medeniyetin önemine dair derin kavrayışı’ beni sarstı. Makyavelli’den Kissenger’a uzanan Batı siyaset geleneği uluslararası ilişkilerde sadece güce vurgu yapagelmişti. Davutoğlu da elbette realistti ve gücün önemini kavrıyordu. Fakat onu diğerlerinden ayıran husus, Batı-dışı düşüncenin çağdaş dünyanın meydan okumalarına karşı bir ülkenin politika oluşturmasında taşıdığı önemi vurgulamasıydı. Davutoğlu Türkiye’ye dönünce üniversitede dersler vermeye başladı. Bir yandan da ülkesinin genç sosyal bilimcilerini eğiten gönüllü bir program başlattı. Bu amaçla bir sanat, kültür ve bilim vakfı kurdu ve orada katılımcılara bilgi aşkı aşılamaya çalıştı. Bu çabanın gözettiği bir amaç da Türkiye’nin ulusal, bölgesel ve küresel bir aktör olarak sahip olduğu potansiyeli değerlendirir bir konuma getirilmesiydi. Davutoğlu derslerinde bir makro-tarih perspektifiyle medeniyetlerin yükseliş ve düşüşlerini değerlendiriyor, Türkiye’nin rolünü Cumhuriyet’in kuruluşu ile sınırlı olmayan geniş bir tarihî çerçeveye yerleştiriyordu. Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun çoğulcu sosyo-kültürel yapı ve siyasetinden Türkiye’nin hayati dersler çıkarması gerektiğini vurguluyordu.”
Richard Falk uzun yazısını şu paragrafla bitiriyordu: “Türkiye, Davutoğlu gibi bir dışişleri bakanına sahip olduğu için talihlidir. Ankara’nın seçilmiş liderlerinin iseparti bağlantısı olmayan, bağımsız bir karakter ve alimâne bir mizaca sahip birine bu kadar sorumluluk vermiş olmaları takdire şayandır. Davutoğlu’nun ‘Stratejik Derinlik’ vurgusu hakkında bugüne kadar çok şey söylendi. Fakat inanıyorum ki nihayetinde Davutoğlu en fazla ‘Ahlaki Derinliği’ ile anılacaktır. Ahlaki derinlikten kastım, çatışmaları arabuluculuk ve uzlaşma ile çözmeye çalışmak, haklara karşılıklı saygı duymak ve kendini adalete, hakkaniyete adamaktır. Stratejik derinliği ahlakî derinlik ile bütünleştirmek, Davutoğlu mirasının hatıralara nakşedilen bir boyutu olacaktır.” (Today’s Zaman, 2 Eylül 2009)
 
Tarihdaş, Ayağa Kalk!
Ahmet Davutoğlu 21. yüzyıla üç kitap hazırlığı ile girmişti: Tarihî Derinlik, Siyasi Derinlik (Merkez Ülke), Stratejik Derinlik. Malzemenin dörtte üçü hazırdı ve kitaplar yukarıdaki sıraya göre yazılacaktı. Ben “İstikbal Köklerdedir” başlıklı bir kitapçık hazırlamış biri olarak aslında Tarihi Derinlik kitabına öncelik veriyordum. Fakat daha pratik nedenlerle Stratejik Derinlik çalışmasının daha önce yayınlanmasını önerdim; başka arkadaşlar da bana katılınca önce Stratejik Derinlik yayınlandı.
İstikbal Köklerdedir, Tanpınar’ın Yahya Kemal’e dair eserinde, 20. yüzyıl başı aydınlarımızın tarihe karşı tavırlarını tasvirle başlıyordu: “Tarihiliği, fert için olduğu kadar millî hayat için de çok lüzumlu ve zarurî olan ve hepimizi bir ağacın kökleri gibi asırların içinden doğru besleyen düşünceyi kaybetmiştik.” Tam yüz yıl sonra, Davutoğlu’nun bizi “bir ağacın kökleri gibi asırların içinden doğru besleyen düşünceyi” keşfetmeye çalışıyor olması şaşırtıcı değildi. Tarihi derinlik keşfedilmezse, boşlukta yüzmeye devam ederdik:
“Zaman ve hadiselerin okyanusunda, birtakım isimlere ve müphem duygulara, müphem hatıralara tutunarak, döğüşerek yüzüyorduk. Burada yüzüyorduk kelimesini tesadüf olarak kullanmadım. Köksüz şeyler daima yüzer, daima beyhude yere bir karşı sahil arar. Halbuki millî hayat devamdır. Devam ederek değişmek, değişerek devam etmektir.” (Tanpınar, Yahya Kemal, 1982, s. 124)
Ulusluk unutmaya, milletlik hatırlamaya dayanır. Ernest Renan 19. yüzyıl sonlarında, bir ulusun oluşumunda en temel etkenin unutma olduğunu söylüyor ve ekliyordu: Tarih araştırmaları bir ulus için çoğu zaman tehlikelidir. Niçin? Çünkü tarih gerçeği ortaya çıkarabilir. Oysa ulus (nation) kökü gerilere uzanmayan, kurulmuş bir devletin kurguladığı sanal topluluktur. “İtalya uğradığı bozgunlar sayesinde birleşiyor, Türkiye zaferleri yüzünden dağılıyor. Çünkü İtalya bir ulustur, Türkiye ise Anadolu dışında ulus değildir.” Renan’a göre, milliyetleri dine göre ayırma siyaseti Şark’ı mahvetti. “Selanik veya İzmir gibi şehirleri ele alınız. Oralarda, her birinin kendine ait hatıraları olan ve aralarında hemen hemen müşterek birşey bulunmayan beş altı cemaat bulursunuz. Halbuki bir ulusun esası, bütün fertlerinin birçok müşterek şeyleri olması ve hepsinin birçok başka şeyleri unutmuş bulunmalarıdır.”
Gerçek şu ki, Şark’ı mahveden uluslaşamama değil, tam aksine, emperyalizmin baskı ve desteği ile zorla uluslara ayrışma idi. Renan’ın 1882 yılında sözünü ettiği bu tekbiçimleştirici kurgu süreci, dünyamıza yüzyıllık bir sürede 200 ulus kazandırdı; yılda ortalama iki ulus! Merkezdeki uluslar, “Selanik veya İzmir’deki cemaatlerden” bazılarını kendi ulusal çıkarlarına hizmet edecek biçimde yönlendiriyor, diğerlerini de birbirlerine karşı kışkırtıyorlardı. “Arapların Türkleri arkadan hançerlemesi” bu sürecin meyvesidir.
Tekrar ediyorum: Avrupalılar, unutarak uluslaştılar; biz ise hatırlayarak millet olmaya mecburuz. Avrupalılar unutmaya mecburdu, çünkü Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasından sonra binlerce küçük parça halinde yaşamaya mahkum olmuşlardı. Uluslaşmak, kapitalist evrede daha güçlü ve güvenli bir sosyal sistem içinde yaşamak demekti. Renan, ulusluğun ideal değil, bir araç olduğunun farkındaydı: “Uluslar ebedî bir şey değildir. Başlamışlardır, biteceklerdir. Onların yerini belki Avrupa Konfederasyonu alacaktır.” (Renan, Nutuklar ve Konferanslar, MEB, 1946, s. 122)
2009 yılının Avrupa Birliği, Renan’ın 1882’de sözünü ettiği Avrupa Konfederasyonu’ndan başka bir şey değildir. Avrupa’nın tarihî derinliği, stratejik ihtiyaçlarıyla birleşmiş ve ortaya bir Avrupa Birleşik Devletleri taslağı çıkarmıştır. Avrupa’yı yüz yıldır Türklere örnek gösterenlerin ise bugün Türkiye’nin benzer yönelişini anlamada zorlanmaları “zaman ve hadiselerin okyanusunda, birtakım isimlere ve müphem duygulara, müphem hatıralara tutunarak yüzüyor olmalarındandır”. Beyhude yere bir karşı sahil arıyorlar!
Ali Bulaç’ın dedesi de karşı sahil arıyordu fakat umutluydu. Üzgün, mahzun ama umutlu. Babaannesinden defalarca dinlemişti: “Deden, belli etmiyordu, ama çok üzülüyordu. Her akşam, geniş avluya çıkar, alabildiğince uzanan Mezopotamya ovasına bakar dururdu. Ona sorarsan, yemeğe misafir arıyordu. Bana öyle geliyordu ki misafir bulmak üzere avluda saatlerce oturup bakması bahaneydi, o hep Mezopotamya ovasına, Suriye tarafına bakar, sanki ufuktan bir anda kızını verdiği sütannesi çıkıp gelecekmiş gibi beklerdi. Sert mizaçlı ve ketum biriydi. Kimseye zaafını belli etmezdi. Hayatının sonuna kadar kızının hasretiyle yaşadı, ama bir kere hat (sınır) çekilmiş, irtibat tamamen kopmuştu.”
Yapay hatlar irtibatları ancak bir-iki nesil koparabilir. Stratejik çıkarlarımızı tarihî derinliğimizle örtüştürmeye ve tüm bunları bir ahlakî derinlik duygusuyla gerçekleştirmeye bakalım!

Paylaş Tavsiye Et