Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Yüzleşiyorum
İslami Ekonomi’nin incelikleri
Mustafa Özel
ABDURREŞİT İbrahim’den 71 yıl sonra Tokyo Camii’nde “vaaz” veriyorum. Yüz kişi kadar meraklı ve dinç bir dinleyici topluluğu birkaç saat etrafımdan ayrılmıyor. Önce modern dünyanın iktisadi portresini çiziyor, ardından Cahiliye Mekke’sine kanat açıyor, oradan “aydınlanmış” Medine’ye uzanıyoruz. Medine Modeli’nden ilham almanın insanlık için bugün bir hayat memat meselesi haline geldiğini söylüyorum.
Konuşmamın burada sadece “Cahiliye Ekonomisi ve Medine Pazarı” bölümünü aktarabileceğim. Fakat konuya girmeden, Tokyo Camii hakkında biraz bilgi vereyim. Bugünkü muhteşem yapı, kendinden önceki camiinin arsasında on yıl kadar önce Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yaptırılmış. Camiinin ilk kurucuları, Kazan Türkleri. Hikayelerini özetleyelim:
“1917 Bolşevik ihtilalinden kaçan Kazan Türklerinin bir kısmı Mançurya’ya sığınır. Pasaportları olmadığından başka ülkelere gitmek için vize alamazlar. Japon hükümetinin 1.500 Yen teminat karşılığında vize verdiğini öğrenince, 1920’li yıllarda Japonya’ya gelmeye başlarlar. Kısa zaman içinde Japonya’daki hayata ayak uydururlar. Önce Kobe ve Tokyo şehirlerine yerleşirler. Tokyo’da ilk yerleştikleri bölge ise Okuba semtidir. Abdulhay Kurban Ali’nin Japonya’ya gelmesiyle daha organize olmaya başlarlar ve 1922 yılında onun başkanlığında Mehalle-i İslamiyye adıyla bir dernek kurarlar. Kazan Türklerinin T.C. vatandaşı olmasından sonra, 1953 yılında, bu derneğin adı Tokyo Türk Derneği olarak değiştirilir. Abdurreşit İbrahim’in 1933 yılında Japonya’ya gelmesi, Kazan Türkleri için ikinci bir dönüm noktası olur. Zira Abdurreşit İbrahim bu tarihten önce Japonya’ya yaptığı seyahatler esnasında birçok Japon devlet adamıyla tanışmış ve dostluk kurmuştur. Bu ilişkiler çerçevesinde, Kazan Türklerinin hayatı daha da kolaylaşır. 1928 yılında Mekteb-i İslamiye adıyla bir okul açarlar. Buradaki öğrenciler Türk ve Tatar hocalardan Türkçe, Tatarca, İngilizce ve Rusça öğrenir, ilkokul müfredatındaki bütün dersleri de Japonca okurlar. Daha sonra birkaç Japon şirketinin yardımı ile Shibuya semtindeki bir arazi satın alınır ve bu araziye 1935 yılında okul binası yapılarak, okul Tomigaya’dan buraya taşınır. 1938 yılında ise okulun yanındaki arazi üzerine Tokyo Camii inşa edilir. Camide zamanla çeşitli hasarlar meydana gelmeye başlar ve 1986 yılında cami binası yıkılır. Daha sonra cami ve okulun bulunduğu arazi, cami yapılması şartı ile T.C. Devleti’ne hibe edilir.” (http://www.tokyocamii.org/publicViews/home/lang:tr/)
 
İslam ve Ticaret Hayatı
İslamiyet, Çin/Hind ile Akdeniz/Avrupa arasında giderek yoğunlaşacak olan ticarî ilişkilerin güzergâhında zuhur etti. Hazreti Peygamber’in mensup olduğu Kureyş kabilesi tüccarü’l-Arab idi. Cahiliye Mekke’si, sadece Doğu-Batı kervan ticaretinin sıradan bir durağı değil, Batı Arabistan’da önemli bir dinî, ticarî ve siyasî merkez idi. Mekke tüccar sermayesi salt ticariydi, üretim araçlarının denetimine sahip değildi. Bu sermayenin temel dayanağı harem kurumuydu: Bireylerin can ve mülk emniyetine sahip olup serbestçe ticaret yapabildikleri kutsal alan ve kutsal zaman! Ticaret, organik biçimde hacc kurumuna bağlıydı.
Cahiliye Mekke’sini ticarî bakımdan harem sınırlarının ötesine taşıyan kişi, Hz. Peygamber’in dedesi Haşim oldu. Harem sınırlarına bağlı kalmak, Mekke tüccarının elini kolunu bağlıyor, yeterli finansman temin edemeyenler sık sık iflas ediyorlardı. Bir tacir iflas ettiği zaman, aşiretine yük olmamak için çoluk çocuğu ile çöle çekiliyor, bir daha geri dönmüyordu. (Bu manevî intihara i’tifad diyorlardı.)
“Haşim i’tifadın yıkıcılığını farketti. Benu Mahzum’lu bir tacir i’tifad yapmak üzereyken araya girdi ve Kureyşli kabiledaşlarına bu anlayışın onları neredeyse bitirdiğini, diğer Araplardan daha zayıf hale getirdiğini bildirdi. Çare olarak da ticarî girişimlerini gerçekleştirmede ortaklık kurmayı teklif etti. Kurulan ortaklık (mudarabe), birçok tacire sermayelerini bir araya getirerek, küçük yatırımcıyı emniyete alan ve tüccar sermayeyi daha önce misli görülmemiş ölçüde harekete geçiren büyük bir kervan kurma imkânı verdi. Tüccar sermayenin örgütlenme bakımından mahiyetini dönüştüren Haşim, ilâf kurumu sayesinde bu sermayeye haremden çıkış yolu sağladı.”
İlâf, Cahiliye tüccarını harem ve hatta Arabistan sınırları dışına taşıyan çok önemli bir kurumdu. Kur’an-ı Kerim’de bu meseleye doğrudan atıf bulunmaktadır: “Kureyş’in ilâfı için. Kış ve yaz yolculuklarının ilâfı için. Bu Beyt’in Rabbine kulluk etsinler. O Rabb ki, onları açlıktan kurtarmış ve korkuya karşı onları güvenlik altına almıştır.” (Kur’an-ı Kerim, 106.) İlâf kavramının anlaşılması için, önce yolculuk veya sefer (rihlet) kelimesine açıklık getirmek lâzımdır. Elmalılı tefsirinden kısaca takip edelim:
İbnü Abbas’tan rivayet edildiği üzere, Kureyş ticaret için kışın Yemen’e, yazın da Şam tarafına Basra’ya sefer ederlerdi. Aynı şekilde, gerek ticaret gerek başka maksatla yazın Taif’e gider, kışın Mekke’ye göçerlerdi. İlâf ashabı dört kardeş idi ki, bunlar Abd-i Menaf oğullarıdır: Haşim, Şam meliki ile anlaşırdı. Ondan atlar almış, onunla Şam ticaretinde emniyet bulmuştu. Abd-i Şems Habeş ile, Muttalib Yemen ile, Nevfel de Farisîlerle anlaşırdı. Bunların her biri kendi sefer bölgesinin melikinden bir ahd ve eman belgesi almıştı. Bunlara müttecirin denirdi; diğer kureyş tüccarı bu dört kardeşin adlarıyla ticarete gider, onlara da dokunulmazdı. Rihlet, cins isim olarak bir ve daha çok sefere şamil olabilir. Nitekim şair bu dört kardeşi methettiği şu beyitlerde bu mânâyı anlatmıştır:
Ey yükünü, seferlerini değiştiren adam!
Abd-i Menaf ailesine inseydin a...
Onlar ufuklarından ahd almışlardır,
Ve sefer-i ilâf için sefer ederler.
Bahşiş veren bulunmazken bahşiş verirler.
Misafirlere buyurun derler.
Zenginlerini fakirlerine karıştırırlar
Öyle ki, fakirleri de sıkıntı çekmez.”
İslamiyet, Cahiliye Mekke’sinden tevarüs ettiği tüccar ekonomiyi terbiye edip geliştirdi. Ribanın yasaklanması mal tedavülünü olumsuz etkilemedi; zira hem alternatif finans yöntemleri geliştirildi, hem şer’i hilelere (çarelere) başvuruldu, hem de bilhassa İran’ın fethiyle Darü’l-İslâm’a muazzam miktarda para-sermaye akmaya başladı. Gerek kendi iç dinamizmi, gerek fetihlerin sağladığı dış kaynaklarla muazzam bir gelişme gösteren İslam sermayesi, Avrupa tüccarı için de model alınan örgütlenme biçimleri gerçekleştirdi. Haçlı Seferleri neticesinde, belirli şirket ve sözleşme biçimleri Avrupa tüccarları tarafından ülkelerine taşındı. Çağdaş iki hukuk tarihçisi bu etkilenmeyi şöyle tespit etmektedirler:
“Avrupalılar, Haçlılar vasıtasıyla tıp dâhil olmak üzere Arap bilimini öğrendiler. Hantal Roma sayı sisteminin yerine geçen, dokuz rakam ve sıfıra dayalı matematik sistemini keşfedip getirdiler. Bir müddet sonra, çift-yanlı muhasebenin basit bir biçimini getirdiler... Doğu’dan geri dönen tüccar, Avrupa’ya Roma hukukunu, veya en azından bu hukukun Batı dünyasındaki herhangi bir yerde mevcut olanından daha sistemleştirilmiş ve ticarî bakımdan kullanılabilir biçimini de oradan getirdi.”
 
İlaf ve Hilf
Hz. Peygamber, Mekke’de doğmuş ve büyümüştü. Mekke, tarıma elverişli olmaması yüzünden, insanların büyük ölçüde ticaretle uğraşmak zorunda kaldıkları bir belde idi. Aynı zamanda beynelmilel (Hind-Bizans-Avrupa) ve bölgesel (Yemen-Irak-Suriye) ticaret yollarının üzerindeki önemli bir uğrak olan Mekke, kutsal bir yapı olan Kâbe’nin varlığından ötürü güvenli bir belde idi. Bu güvenlik ticarî ilişkileri kolaylaştırıyor ve Mekke ahalisi için önemli bir gelir kaynağı oluyordu. Kur’ân’daki bir ayette bu duruma şöyle işaret edilmektedir: “Onları katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürününün toplandığı güvenli ve kutlu bir yere (Mekke) yerleştirmedik mi?” (28: 57)
Cahiliye Mekke’si devrin şartlarına göre ileri ölçüde gelişmiş bir ticaret merkeziydi. Haram aylarda şehrin civarında muntazam panayırlar kurulurdu; bunların en önemlileri Ukaz, Mecenne ve Zu’l-Mecaz idi. Hz. Peygamber’in dedesi Haşim tarafından geliştirilen mudarabe sistemi ile Kureyş içinde bir nevi sermaye ortaklığı kurulmuş ve harem sınırlarının dışında da ticarî faaliyetlere girişilmişti. Mekke’den uzak mahallerde iktisadi güvenliği sağlayabilmek için ilâf kurumu geliştirilmişti. Buna göre, Kureyş kervanlarının geçtiği yollar üzerinde bulunan kabileler bu kervanların geçiş güvenliğini sağlayacak, bunun karşılığında ürettikleri mallar Mekke tüccarı tarafından uzak pazarlarda satılıp bedeli kendilerine teslim edilecekti. Bu durumda hem Mekke sermayesi güçleniyor, hem civardaki kabile ekonomileri gelişiyor, böylece Mekke merkezli geniş bir ekonomik alan oluşuyordu. Büyüyen sermayelerini kendi kabile ekonomileri içinde kullanamaz hale gelen tacirler Mekke’ye göç ediyorlardı. Mekke’ye yerleşen her tacir, hilf anlayışı gereğince, kendi dengi olan bir tacirle ittifak kurmak zorunda olduğundan, tüccar sermayesi daha da güçleniyor ve dar alanlara sığamaz hale geliyordu. Mahmud İbrahim’in tespitlerine göre;
“Haşim kabile reisleriyle akdettiği ilafı Suriye’ye giden ticaret yolu boyunca temin edip orada karşılaştığı Bizans liderlerini tüccarü’l-Arap olan Kureyş’le iş yapmaya ikna etti. Sonra, Gaza ve Busra gibi Mısır ve Suriye pazarlarını ziyarete başlayan Mekke tüccarı için Suriye’den emniyetli geçişi temin etti. Onun başlattığı âdeti kardeşleri devam ettirdi. Nevfel Irak’a giden yolu açtı, Abdüşşems Habeşistan’la olan ticareti geliştirdi, Abdülmuttalib ise Yemen ticaretini. Mekke tacirleri aynı zamanda gemi kiralayıp alışverişlerini Kızıl Deniz ve ötesine götürmekle meşhurdular. Haşim’in yenilikçi yaklaşımı Mekke’nin tüccar sermayesine daha büyük bir hareketlilik veriyor ve Mekkelilere beynelmilel ticarete katılma fırsatı yaratıyordu.”
Mekke büyük bir ticaret merkezi olma yolunda mesafe kat ettikçe, tacirlerin yanı sıra geniş bir hizmet sınıfı oluşmaya başladı. Bu durum hem toplumsal bir tabakalaşmaya, hem de sınıf içi çatışmalara yol açıyordu. Mekke tüccarı, elde ettiği servetten ötürü kibirleniyor ve tıpkı bu dünyada olduğu gibi öbür dünyada da itibar göreceklerini vehmediyorlardı. Kur’ân’da onların bu durumlarına birçok defa işaret edilmektedir:
“Malları ve çocukları en çok olan bizleriz, azaba uğratılacak da değiliz, derlerdi.” (34:35)
 
Erdem Birliği Nasıl Kuruldu?
Sınıf-içi çatışmaların şiddetini en iyi belgeleyen hadiselerden biri hilf’ul-fudul adı verilen ittifakın kurulmasıdır. Nispeten güçlü kesimler iktisadî ilişkilerin boyuna kendi lehlerine sonuç vermesini sağlamak için, yeri geldiğinde kaba güç kullanmaktan çekinmiyorlardı. Bu durum hem iç güvenliği zedeliyor, hem de civar bölge tüccarının Mekke panayırlarına itimadını sarsıyordu. Kureyş içinde Benu Ümeyye fırkası diğerlerine baskı yapıyor ve iktisadî rantın büyük bölümüne el koymak istiyordu. Bunun üzerine Benu Haşim, Zühre ve Teym fırkaları bir araya gelerek kendi ittifaklarını kurdular. Muhammed Hamidullah hilf’ul-fudul’un tesisini şöyle tasvir etmektedir:
Zengin ve itibarlı bir şahıs olan Abdullah ibn Cüd’an’ın evindeki törene genç, ihtiyar Mekkelilerden kalabalık bir grup iştirak etti ve şöylece yemin ettiler: “Allah’a yemin ederiz ki hepimiz mazlum ile birlikte zalime karşı, bu zalim mazlumun hakkını verinceye kadar, bir el gibi olacağız. Bu ittifakımız, denizde bir tüyü ıslatabilecek kadar su kalıncaya dek ve Hira ile Sabir tepeleri yerlerinde durdukça ve mazlumun iktisadî durumunda eşitliğe tamamen riayet edilerek devam edecektir.”
Cengiz Kallek’e göre, hilf’ul-fudul amilleri, hedefleri ve sonuçları bakımından tamamen karşılıklı iktisadî çıkarları idameye yönelik bir müessese olup, Kureyş’in itibarını koruduğu gibi, tehlikeye düşen ticarî güvenliğin ardından piyasaya, zayıfların gözetildiği bir insaf ve güven ortamı kazandırmıştır. Temeldeki iktisadî çıkar endişesine rağmen, ittifaka katılanların zulme karşı oluşunu takdirle karşılayan Hz. Peygamber de bu konuda hissiyatını şu sözlerle dile getirmiştir: “Abdullah ibn Cud’an’ın evinde öyle bir antlaşmaya tanıklık ettim ki orada bulunmayı kızıl develere değişmem. İslam’da böyle bir şeye davet edilsem muhakkak giderdim.”
Öyle anlaşılıyor ki, Mekke’nin önde gelenleri iktisadî sistem üzerinde tam bir tahakküm kurmuşlardı ve imtiyazlarına karşı çıkılması durumunda hemen tepki göstermekteydiler. Hamidullah, Belazuri’den naklen çok öğretici bir hadiseden söz etmektedir:
Zebid kabilesinden bir tacir Mekke’ye mal satmaya geldi. Ebu Cehil başka tacirleri Zebidli ile ticaretten menetti ve kendisi de çok düşük bir fiyat teklif etti. Ebu Cehil’in öyle bir nüfuzu vardı ki, kimse daha yüksek bir fiyat teklif edemedi. Tacir pek üzgün olarak Hz. Peygamber’e gitti. Resulullah, üç deveden müteşekkil malı mal sahibinin istediği fiyattan satın aldı ve Ebu Cehil ile sert münakaşalar oldu. Belki de bu hadise bir daha asla uzlaşmamak üzere aralarını açtı.
 
Medine Pazarının İlkeleri
Müslümanlar Mekke döneminde kendilerine ait bir iktisat siyaseti uygulama gücüne sahip değildiler. Bu imkanı Hicretten sonra Medine’de elde ettiler. Hz. Peygamber, Medine’de bir yandan Müslümanların siyasî hukukunu tespite yönelik adımlar atarken, bir yandan da Medine Pazarı’nın temelini atıyordu. Ayrı bir pazar kurulmasının başlıca iki amacı vardı: (1) İslamî ilkelerin uygulanacağı bir iktisadî düzen kurulması; (2) Bu sayede Müslümanların iktisadî güç elde etmeleri ve inanmayanların sultasından kurtulmaları. Medine Pazarı’nda üç temel ilke vazedildi: (1) Pazar yerinde kimse belirli bir yeri sahiplenmeyecektir; (2) Vergi alınmayacaktır. (3) Fiyatları Allah belirleyecektir!
Bu ilkeleri bugün şu şekilde yorumlamanın mümkün olduğunu düşünüyorum: (1) Siyasî otorite iktisadî hayat içinde rant oluşumunu engelleyici biçimde davranacaktır; (2) Piyasa düzenlemeleri üretici ve satıcılar için cazip olacak biçimde düzenlenecek, servet kazanılmadan vergilendirilmeyecektir. Böylece hem iktisadî hayata dinamizm gelecek, hem de müşteri konumundaki halk daha elverişli şartlarda mal temin edebilecektir. (3) Müslüman bir toplumun iktisat düzenini, müdahaleden mümkün olduğunca uzak bir serbest rekabet düzeni olarak tanımlayabiliriz. Hz. Peygamber’in narh konulması teklifini “Fiyatları belirleyen Allah’tır” diyerek geri çevirmesini, hiçbir beşerî örgütün -savaş veya kıtlık gibi zorlayıcı bir durum söz konusu olmadıkça- fiyat tespit hakkına sahip olmadığı tarzında yorumlayabiliriz. Mesela, hem bir âlim hem de bir muhtesip olan İbn Teymiye, normal (yani spekülasyondan uzak) piyasalarda resmî fiyat tespitinin doğru olmadığını söylemektedir. “Normal bir piyasada tüccar ve zanaatkârlar müşteriden maliyet fiyatlarını ve ilaveten risklerinin karşılığı olan bir fazla değeri talep ederler. Daha spekülatif bir piyasa durumunda ise piyasaya iştirak edenlerin öznel değerlendirmeleri önemli bir rol oynar. Merkezî otoritelerin (kıtlık ve benzeri durumlarda) zaman zaman vuku bulan müdahalesi ahalinin temel ihtiyaçlarının giderilmesi için faydalı olabilir. Ancak, loncalar veya resmî otoriteler tarafından genel fiyat tespiti, hem verimsiz, hem de etkisiz olması hasebiyle, doğru değildir.”

Paylaş Tavsiye Et