Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (April 2010) > Topluyorum > Türkiye'ye çarşaflı başbakan istiyoruz
Topluyorum
Türkiye'ye çarşaflı başbakan istiyoruz

 

Merhaba arkadaşlar, geçen ay kaldığımız yerden devam ediyoruz tartışmamıza.
Arkası yarın kuşağı gibi. Niçin geçen aydan devam edelim ki? Koca bir ay geçti. Bir sürü hadise cereyan etti.
Bir önceki TopluYORUM’da da ifade edilmişti; biraz yaşadığımız çağdan, biraz içinde bulunduğumuz coğrafyadan olmalı, her yeni gündem maddesi kadim bir sorunumuzu depreştiriyor, onu biraz daha görünür kılıyor. O nedenle bir yıl önce de geçen ay da ne tartıştıysak yine aynı meseleler üzerine kafa yoracağız.
Ben buna peşin hükümlülük derim. Daha tartışmaya başlamadan, tartışmanın seyrini resmediyorsun. Bir kere Obama diye biri ABD’ye bu ay başkan seçildi. CHP, çarşaf giyen birkaç kadına bu ay parti rozeti taktı. Ya da ne bileyim, Mustafa filmi ile ilgili onca kıyamet bu ay koptu.
Evet, üç aşağı beş yukarı biz de bunları konuşacağız. Ama bu tekil hadiseler takdir edersin ki, birden ortaya çıkmadı. Geçen ay temas ettiğimiz problem sahalarının dışında da cereyan etmediler. Neyse, biz tartışmamıza geçelim. Bir zenci ilk defa ABD’ye başkan seçildi.
Barack Obama’nın başkanlığı etrafında yapılan tartışmalarda beni en fazla rahatsız eden şey, kullanılan dil oldu. “Amerika’ya zenci bir başkan seçildi” vurgusu yapılıyor sürekli. Eğer tartışmayı buradan başlatırsanız, bence çok sorunlu bir durumla karşı karşıya kalırsınız. Sırf derisinin rengi dolayısıyla Obama’nın başkan seçilmesini bir zafer olarak telakki etmek ırkçılık karşıtı bir durum değil, aksine ırkçılığın kültürel meşruiyetini pekiştiren bir durumdur bana göre.
İyi de Amerikan tarihini göz önünde bulundurduğumuzda, Amerika’daki beyaz ırkçılığının toplumsal kaynaklarını hatırımıza getirdiğimizde, Kenya kökenli bir zencinin başkan olması ciddi bir kırılmadır. Başlı başına önemli bir hadisedir bu ve ister istemez tartışma buraya gidiyor.
Bu nokta önemli olabilir. Fakat bu da insanların Amerikan toplumsal ya da siyasal tarihindeki bir kırılmaya ilişkin zihin yürütmelerinden değil, medyanın magazin severliği dolayısıyla ortaya attığı anlatılardan kaynaklanıyor. Bu anlatılar, kültürel anlamda ırkçılığı besliyor, insanların doğuştan gelen özelliklere odaklanmaları sağlanıyor. Kadınlık ya da erkeklik, sakatlık ya da sağlamlık, güzellik ya da çirkinlik, siyah ya da beyaz derililik vs. hep bu bağlamda gündeme geliyor. Zihniyet dünyaları, anlam haritaları, etik kodlar, değerler yüzeye çıkmıyor. Siyasal durumlar ya da toplumsal haller magazinleştirildikçe, muhalif söylemlerin odak noktası da kaymaya başlıyor.
Bunu biraz açar mısın?
Elbette. Obama’nın siyasal ontolojisini yeterince özgürlükçü bulmayan, dış politikadaki yaklaşımlarının Bush’tan radikal bir kopuşu temsil etmeyeceğini düşünenler, bir başka deyişle Obama’nın politik duruşundan bana göre olumlu anlamda haz etmeyenler bile onun zenciliği üzerinden bir eleştiri geliştiriyor. Onun “sokak zencisi” olmadığının altını çizmek için ona “ev zencisi” yaftasını yakıştırıyorlar.
Bu insanın hiçbir zihniyeti, hiçbir ideolojik çerçevesi, kültürel sermayesi, entelektüel donanımı yok mu? Bir kere bu seçimle birlikte Cumhuriyetçilerin ve onların sevimsiz başkanı Bush’un iktidarı bitmiş oldu. Ve yeni bir başkan seçildi ABD’ye. Bu da Amerika’yı, dolayısıyla da dünyayı rahatlatacak bir gelişmedir.
Anlayamadım, dünya niçin rahatlıyor?
ABD’nin yayılmacı, yeni-muhafazakâr politikalarına prim vermeyen bir başkan dünyayı rahatlatır.
Bunu nereden çıkarıyorsunuz ki? Yeni-muhafazakârlar zaten Cumhuriyetçilerin iktidarında da ciddi anlamda kızağa çekilmişlerdi.
Ne dünyanın ne de Amerikan toplumunun rahatlamasından söz etmek anlamlı geliyor bana. Obama’nın başkanlığını, sadece Obama’nın gayreti ya da performansı ile açıklayamayız. Obama, keşfedilmiş, önü açılmış bir siyasal figürdür.
Arkadaşlar ben de hem dünyanın hem de Amerikan toplumunun rahatlayacağını ve hatta şimdiden önemli oranda rahatladığını düşünüyorum. Fakat siyasal bir okuma yaptığımızda “rahatlama”nın çok da arzu edilir bir şey olmadığını ifade edebiliriz.
Neden?
Açıklayayım. Siyasal ve toplumsal rahatlamalar, öyle durduk yere olmazlar. Eğer toplumsal ya da siyasal anlamda bir rahatlamadan bahsediyorsanız, o takdirde gözünüzü rahatlatma politikalarına, bir başka deyişle rehabilitasyon projelerine döndürmeniz gerekir. Obama, tam da hem dünyanın hem de Amerikan toplumunun ciddi bir rehabilitasyona ihtiyaç duyduğu bir zamanda başa getirilmiştir. Bu yönüyle Obama’nın başkan seçilmesi, dünya çapında bir rehabilitasyon projesidir, ki bu pekala Obama’nın iradesinden bağımsız da cereyan edebilir. Yani, Obama’nın “Ben iktidara geleyim de şu dünya rehabilite olsun” filan demiş olması gerekmiyor.
Dikkat edin, Obama’nın başa gelmesinin ardından birdenbire bütün dünya Amerikan sistemine güven tazeledi. Bu yönüyle Obama’nın seçimden sonra yaptığı ilk konuşma çok önemli ipuçları içeriyordu bence. Ne diyordu Obama: “Eğer hâlâ Amerika’da her şeyin mümkün olduğundan şüphesi olanlar varsa, hâlâ atalarımızın hayallerinin gerçekleşebileceğinden kuşkusu olanlar varsa, demokrasimizden kuşku duyanlar varsa, bu seçim onlara çok güzel bir cevap oldu.” Evet, bu Amerikan rüyasına iman tazelemektir.
Belki de böyle bir rüya vardır, bak işte Amerika’da bir zenci başkan oldu. Hem de adı Hüseyin olan bir zenci.
Yeniden aynı tartışmaya dönmeyelim istersen. Obama’nın iktidara gelmesinin sembolik değerini ben de önemsiyorum; fakat seninkinden tamamen başka bir düzlemde. Obama’nın başkan seçilmesi, Amerikan siyasal sisteminin pragmatizmini simgeliyor. Amerikan siyasal elit sistemi Türkiye’dekinden çok daha dinamik bir sistem. Fakat bu, sistemin dönüşüm arzusundan kaynaklanan bir dinamizm değil. Sistemin içerme kapasitesinin geniş olmasından kaynaklanan bir dinamizm. Bu sistem, içerme kapasitesi oldukça yüksek bir siyasal sistem. Herhangi bir siyasal aktörün bu siyasal sistem içerisinde kendisine yer bulması, içerilme kapasitesi ile alakalı. Basit bir entegrasyon değil bu. Entegrasyonda geçmiş aidiyetler bütünüyle yitirilmez. Fakat siyasal anlamda içerildiğinizde geçmiş aidiyetleriniz, onlara ilişkin iddialarınızdan eser yoktur. Amerikan siyasal sistemi, farklı toplum kesimlerini içerme noktasında kabul edelim ki oldukça mahir. Bana göre bu da Amerika’nın tarihsizliğinden, Britanya’nın katı elit sistemine direnerek kendi elit sistemini ve dönüşüm stratejilerini oluşturmuş olmasından kaynaklanıyor. Obama, ne Martin Luther King, ne de Malcom X. O, Amerikan siyasal sistemi açısından bırakın bir tehdit olmayı, şu tarihsel dönemeçte tam da ihtiyaç duyulan bir siyasal figür.
Ayrıca Amerikan toplumu artık sadece WASP (White, Anglo-Saxon, Protestant) figürü ile temsil edilecek bir toplum değil. Böyle bir toplumun önüne sürekli WASP figürler koymak da siyasal sistem ve toplumsal yapı arasında derin çatlakların oluşmasına, toplumun siyasal sisteme olan güveninin azalmasına yol açabilir. Senin bahsettiğin ihtiyacın önemli bir nedeni şu bana göre: Dünyada anti-Amerikancılık, 1945 sonrasında Amerika’nın dünya egemenliğini ele geçirmesinden bu yana ilk kez bu denli küreselleşti. 11 Eylül sonrasındaki politikalar, Afganistan ve Irak savaşları, Amerika’nın Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın büyük bir bölümünde siyasal öteki olarak kurgulanmasını beraberinde getirdi. Türkiye’de de artan bu Amerikan karşıtlığı çoğu kez son derece yanlış bir biçimde AKP hükümetinin politikaları ile ilişkilendirildiyse de, Türk toplumu da dünyadaki genel eğilimden bağımsız hareket etmiyordu. Buna yol açan da Bush önderliğindeki yayılmacı, saldırgan Amerikan dış politikasıydı.
Bunları söylerken sanki Obama’nın kendine özgü, çok yumuşak bir dış politika çizgisi tutturacağını varsayıyorsun. Obama’nın ne kadar yumuşak bir dış politika çizgisi izleyeceğini süreç içinde göreceğiz, fakat kendine özgü bir dış politika çizgisi tutturamayacağına emin olabilirsin. Çünkü Obama’nın dış politika ekibi Clinton döneminin siyasal kurmaylarından müteşekkil ve dışişleri bakanı olacak kişi de Hillary Clinton. Clinton döneminin öncelikleriyle, parametreleriyle bir dış politika süreci yürüyecek ve bu politikaların izolasyonist bir çerçeveye sahip olmayacağı çok açık. Amerika yayılmacı politikalar izlemeye devam edecek; fakat bu politikaların inşa biçimi farklılaşacak. Bu bağlamda Amerika’nın Pakistan’a müdahalesi dahi gündeme gelebilecek. Bununla birlikte Amerika, usul usul Afrika’nın Amerikanlaşması politikasını devreye sokacak. Ayrıca Obama’nın arkasında güçlü bir Yahudi lobisi olduğu gerçeğini de unutmayalım. Bütün bunları göz önünde bulundurmadan Obama’nın başkanlığına sevinip, kimi politikacılarımızın birdenbire ve yeniden Amerikancı kesilmelerini ben en azından saflık olarak değerlendiriyorum.
Buraya kadar, Obama’nın başkanlığı ile ilgili yapısal faktörlerin, Amerikan siyasal sisteminin genel yapısının, Amerikan toplumunun beklentilerini vs. konuştuk. Fakat göz ardı ettiğimiz bir başka konu daha var. Dünya bir süredir ciddi bir kriz yaşıyor ve bu krizin patenti Amerika’ya ait. Yaşanan bu finansal kriz, Amerikan devletine çok ciddi bir yük bindirdi. Yılların birikimi bir anda uçup gitti. Ekonomik sistemin çatırdamasını engellemek için devlet devreye girdi. Ekonomik krizlerde devletin devreye girmesi demek, toplumun kolları sıvaması demektir. Yani, devletin bankalara dağıttığı paraları vergi namıyla karşılayacak olanlar vatandaşlardır. Önümüzdeki yıllarda Amerikan vergi sisteminde toplum aleyhine ciddi değişimler yapılacak ve bu süreç toplumun sempatik bulduğu, yeni bir figür tarafından idare olunacak. Tıpkı %20’lik elektrik zammına AKP hükümeti dolayısıyla ses çıkarmayan Türk halkı gibi, Amerikan halkı da söz konusu düzenlemelere karşı sessiz kalacak.
İyi de herkes Obama’yı destekliyormuş gibi konuşuyorsun.
Hayır toplumsal muhalefet, bugünden yarına şekillenmez. Oluşması zaman alır. Obama’ya karşı böyle bir muhalefetin kitleselleşmesi de zaman alacaktır. Gelinen noktada Bush’a karşı olan çok ciddi bir Cumhuriyetçi kesim vardı.
Evet, arkadaşlar ne diyelim, vatana millete hayırlı olsun. Hep birlikte göreceğiz neler olacağını. Fakat yine de analizlerimizi yaparken biraz daha az yapısalcı olsak keşke diye düşünüyorum. Sanki aktörlerin hiç rolü yok gibi konuşuyorsunuz. Neyse, buradan başka bir noktaya, Türk siyasetine getirmek istiyorum sözü. Bugünlerde hepinizin dikkatini çekmiştir, AKP’nin de CHP’nin de MHP’nin de söylemlerinde birtakım tuhaflıklar göze çarpıyor. CHP muhafazakârlaşıyor, AKP devletçileşiyor, MHP de liberalleşiyor sanki.
Burada nasıl bir tuhaflık var, pek anlayamadım. Ne AKP’nin devletçiliği, ne CHP’nin muhafazakârlığı, ne de MHP’deki liberalleşme yeni.
Hadi ilk ikisine bir şey diyemem ama, MHP’deki liberalleşmeyi nereden çıkarıyorsunuz arkadaşlar? MHP’nin liberalleşmesi demek, onun bütün varlık gerekçesini yok sayacak bir durumdur.
Sözümü tamamlayayım izin verirsen. AKP’nin konumunu bugün için devletçi diye niteleyenlerin temel gerekçesi, onun özellikle son zamanlarda ordu ile örtüşen açıklamalar yapması.
“Ordu ile örtüşen” sözü çok hafif kaldı bence. AKP, ordu ile örtüşen açıklamalar yapmıyor, belli meselelerde ordunun uygun gördüğü açıklamalar yapıyor. Daha açık bir söyleyişle, Genelkurmay yeni dönemde bir strateji izliyor ve AKP’nin bugün konuştuğumuz bazı politikaları da bu stratejiye uygun bir biçimde işliyor.
Fakat devlet olmak bu değil midir? AKP, legal bir parti ve hükümette. Orduyla illa çatışması mı gerekiyor?
Tabii bu bir tercih meselesi. AKP, iki yüzü olan bir siyasal hareket. Bir yanı değişimden, bir yanı statükodan yana. Burada tartıştığımız konu, AKP’nin statükocu yönünün giderek değişim isteyen yönüne galebe çalması. Bu süreçte, AKP Genelkurmay’ın Türkiye’nin hassas meseleleri ile ilgili politikalarını dillendiriyor. Bir taraftan Genelkurmay ortada görünmeyerek hükümetin güçlü olduğu izlenimi veriliyor, diğer taraftan Genelkurmay kendi söylemlerinin dillendirildiğini görmekten hoşnut oluyor.
Hem acele yorum yapıyor hem de haksızlık ediyorsunuz. Şu an itibariyle AKP’nin eli kolu bağlanmış durumda. Özellikle kapatma davasının ardından AKP ciddi anlamda hareket kabiliyetini yitirdi. Bu, yine de değişim isteyen yönünün ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. AKP’nin bütün politikaları güç toplamaya yönelik.
Niçin haksızlık edelim? Kimse burada niyet sorgulaması yapmıyor. Bizim yaptığımız sadece durumu teşhis etmek. AKP, bugün ne anayasayı değiştirmekten bahseder oldu, ne yeni açılımlardan. Bunun kaynağı her ne olursa olsun manzara net. AKP, bir şey yapamayacağını anladığında statükodan güç ve meşruiyet devşirmeye çalışıyor.
Yapmayın, ama. Ergenekon diye bir dava yürüyor halihazırda ve bu dava AKP değil de örneğin CHP ya da MHP hükümette olsaydı açılabilir miydi? Bir sürü problemin olduğunu biliyorum ama yine de kılıcınız fazla keskin bence.
Ergenekon davasını AKP ile niye ilintilendiriyorsun ki? Davayı bir savcı açtı ve hukuki bir süreç yürüyor.
İsviçre’de yaşadığını sanıyorsun herhalde. Bu ülkede siyasal konjonktür elvermediğinde hangi hukuki süreç başarıya ulaşmış ki? Eğer AKP’nin başında bulunduğu merkezî bir hükümet yapısı olmamış olsaydı, bugün bu dava çoktan hasır altı edilmişti.
Arkadaşlar ben sorumu yinelemek istiyorum, cevap alamadım. MHP’deki liberalleşmeyi nereden çıkardınız?
kavramını yakıştıramadıysan yumuşama diyelim. Bugüne kadar MHP, daima “Ya sev ya terk et” dedi. Bugün bunu Başbakan söylüyor. MHP de Başbakan’ın sözlerine karşılık “Sevmese de kalsın” diyor. Ya da Alevi mitingi ile gündeme gelen tartışmalarda MHP, kendisinden beklenemeyecek bir yaklaşım sergiliyor. Bakın sizin için Bahçeli’nin açıklamasını alıntılayayım: “Alevi kardeşlerimizin bazı sıkıntıları, sorunları olduğu bir gerçektir. Bu sorunların milli bütünlük ile ele alınıp çözüm yolları üzerinde iyi niyetli çaba gösterilmelidir. Yaşama bakış, insanlar arası ilişkiler ve vatana bağlılıkları itibariyle biz olan, bizden olan Alevi kardeşlerimizin sorunları, konuşulması çözülmesi en zor sorunlardan biri olmuştur.”
Devlet Bahçeli, Alevi sorununda asgari ortak zemin oluşturulamadığını da belirtti ve sorunun çözümünü güçleştiren etkenler arasında, önyargılar, aşılamayan korku ve endişeler, bilgi eksikliği, tanımlama, teşhis karmaşası, klişeler ve karşılıklı suçlamaları saydı. Gerçekten MHP için pek de alışık olmadığımız yorumlar. Aleviliği bir sorun olarak görüyor, bir süre sonra belki Kürt meselesi diye bir şeyin olduğunu bile kabul edebilir.
Daha önce de söyledim. Bu süreç MHP için de yeni değil. MHP, 1990’ların MHP’si değil artık. Bahçeli etrafında konuşlanan yenilikçi bir grup, artık MHP’nin ciddi dönüşüm stratejilerini hayata geçirmesi gerektiğini söylüyor. Bu tür açıklamaları ben bununla ilintilendiriyorum.
Arkadaşlar aslında o kadar da ciddi zihniyet dönüşümleri ile ya da ideolojik projelerle açıklamamıza gerek yok bu süreçleri. Mahalli seçimler yaklaşırken herkes birbirinden rol çalma hevesinde. MHP, AKP’den, AKP MHP’den, CHP AKP’den rol çalma arayışında. MHP’nin bu açıklamaları doğrudan AKP’nin politikalarına dönük ve kelimenin tam anlamıyla “oy toplama”ya dönük açıklamalar.
CHP’nin “çarşaf açılımı”nı da bu çerçevede mi değerlendiriyorsun?
Evet böyle değerlendiriyorum fakat Türkiye’de siyasetin niye bir ahlakı yok diye de kahrediyorum. Toplumsal bellekte CHP’nin başörtüsü meselesindeki tavrı hâlâ taptaze iken böylesi ucuz bir siyasete yönelmesi insanın gerçekten çok asabını bozuyor. Ortada o kadar çok tutarsızlık var ki, neredeyse tutarsızlığın CHP için bir norm olduğunu düşüneceğim. Nasıl olur da yok saydığınız, eğitim hakkını engellediğiniz, kamusal alandan kovduğunuz bir toplum kesimini seçimler yaklaşırken parti üyesi yaparsınız? Cevabı sorunun içinde gerçi. Seçimler yaklaşırken her şey mubah.
Bir de şöyle düşünelim. CHP Türkiye’de siyaset yapmanın toplumsal koşulları hakkında fikir sahibi oldu ve dindar insanları dışlayarak bir yere varamayacağını anladı.
İyi de CHP kurulduğundan beri bunu yapıyor. Buna ister din sömürüsü deyin ister başka bir şey; fakat CHP ya da müesses nizam ne dini, ne de dindarı yok saydı. Ona cephe de almadı. Ama onu yeniden tanımlamaktan, ondan yararlanmaktan da hiç vazgeçmedi. Din, bu memleketin aslî unsuru ve bu unsur öyle ya da böyle siyasal alana çıkan her aktörün kendisine karşı bir politika belirlemesi gereken bir unsur. CHP zihniyeti yıllardır bu yönüyle kelimenin tam anlamıyla “dini siyasete alet ediyor.” Baykal, çarşaflı hanımlara rozet taktıktan sonra yaptığı konuşmada: “Birlikte yola çıkıyoruz. Başörtülüsü, türbanlısı, başı açığı, Erzurumlusu, Erzincanlısı, kadını, erkeği ile birlikte yola çıkıyoruz” diyor; “Kimse seni inancından, mezhebinden, etnik kökeninden, memleketinden dolayı kınamasın. Hepimiz eşitiz. Hepimiz kardeşiz. Hiçbir dışlama yok. Bizi birbirimize düşürmeye çalışanların oyununa gelmeyeceğiz. Siyaseti inanç, mezhep, memleket ayrımıyla yapmayacağız. Bakın aramızda türbanlısı var, Kürtler, göçmenler var. Hepimiz kardeşiz, birbirimizi seviyoruz. Birbirimize ihtiyacımız var.” diye de ekliyor. Esasında bu söylenenler gerçekten olabilse ne iyi olurdu değil mi? Ama Türkiye’de statüko ve onu besleyen CHP Kemalizm’i bu sürecin en büyük engeli oldu.
Ben ortada bir açılım da görmüyorum açıkçası. Palyatif bir seçim tedbiri söz konusu. Buna toplumun da prim vermeyeceğini düşünüyorum. Baykal’ın bu hamlesi kendisinden ciddi beklentileri olan ve Kemalizm’i Batıcılığı dolayısıyla seven kesimleri hayal kırıklığına uğrattı. Oktay Ekşi, bu hadiseyi Atatürk devrimlerinin kazanımlarını toprağa gömmek, Tufan Türenç Türk kadının kimliğini silmek, onu yeniden toplumdan soyutlamak, Mustafa Mutlu CHP’nin tarihini, ilkelerini, onurunu, birikimini inkar etmesi, Oktay Gönensin kadınların tek görevlerinin çocuk doğurmak ve bunlara bakmak olduğunu düşünmenin simgesi, Ruhat Mengi devrim karşıtlığı, Güneri Civaoğlu ise CHP’nin içindeki laik damara basılması olarak niteledi.
Bahsettiğin isimler, Türk Batılılaşmasının ürettiği mürebbiye gazeteci tipini simgeliyor. Tutucu, statükocu ve oligarşi aşığı. Hiçbir açılımdan ya da yenilikten haz etmeyen monşerler onlar. Can Dündar’ın Mustafa belgeseline yönelik eleştiri bombardımanının neferleri arasında bu isimlerden bazıları da vardı.
Ne ilginç değil mi, Türkiye’de Kemalist popüler kültürün en önemli ürünlerini veren Can Dündar’ın yaptığı bir Atatürk belgeseli bile kesmiyor kimi Kemalistlerimizi. Kemalist tarih yazımının içerisinde üretilen, hiçbir aykırı söz etmeyen, birçok netameli meseleye hiç değinmeden geçen, Kemalizm’i muhkemleştirmekten başka bir derdi olmayan bir belgesele yönelik oluşan bu tahammülsüzlüğü anlamak çok zor. Türkiye’de statükonun ve bütün zihinsel enerjisini onun varlığını tahkim etmeye adayanların korkuları bizi hem geriyor, hem geri bırakıyor. Efsanelerle toplum yönetmenin vakti çoktan geçti.
Türkiye’de hak mücadelesi vermek, siyasete bir ahlak kazandırmak işte bu nedenlerle gerçekten hem zor hem de kendisinden kaçılamayacak bir görev. Umarız, Türkiye toplumunun kaderi, bu göreve bigane tiplerin elinde şekillenmeye devam etmez.

Paylaş Tavsiye Et