Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2010) > Yüzleşiyorum > Ulusluğu aşıp Türk olalım!
Yüzleşiyorum
Ulusluğu aşıp Türk olalım!
Mustafa Özel
YEREL seçimleri AK Parti kaybetti, Erdoğan kazandı. CHP, oylarındaki bir iki puanlık artışla ilerlemedi; MHP ise gerilemedi. AKP kadrolarının yeterince çalışmadığı; ayrıca ekonomik krizin halk üzerindeki etkisini artık hissettirmeye başladığı ortaya çıktı. Başbakan’ın karizmatik şahsiyetinin birçok olumsuz faktörü birden dengelediği de, bu karizmanın sınırları da iyice anlaşıldı.
Fakat yerel seçimin en çarpıcı sonuçları Güneydoğu Anadolu’da ortaya çıktı. İktidar partisinin yapageldiği ekonomik ve kültürel yatırımların “işe yaramadığı”, bölge halkının bir şeye “hayır” dediği açıklık kazandı. Taraf gazetesi Kürtlerin “Edi bese” (artık yeter) dediklerini yazdı. O “şey”in ne olduğu, neye artık yeter dendiği anlaşılmadığı müddetçe ne Türkiye’nin iç barış ve bütünlüğü korunabilir ne de Türkiye Avrasya’nın merkez ülkesi olma idealini gerçekleştirebilir.
 
Milli başka, Milliyetçi başkadır!
Çağımızda eylem ile tefekkürü birleştirebilmiş ender Müslümanlardan biri olan Aliya İzzetbegoviç, “Cahillerin zihninde kargaşa yaratmak için başvurulacak ilk ve en etkili yol milli olanla milliyetçi olan arasındaki farkı gözden kaçırmaktır” diyor. Boşnak lidere göre bu fark bazen “sevgi ile nefret arasındaki fark kadar” büyük olabilir:
“Milli duyguları olan bir insan kendi halkını sever, onların kusurlarını da erdemlerini de kendi üstünde taşır, o halka aittir. Bir milliyetçi ise kendi halkını sevmekten çok başkalarından nefret eder, daha da önemlisi, uygulamada, başkalarının mülkü olan şeyi ister. Başkalarına ait farklılıkları boğar, hoşgörüsüzdür, fiziksel baskı uygular. Kendisine ait olanı savunmaz, kendisine ait olmayanı ister. Aşırı milliyetçiliğin özünde Tanrı’ya inanç yoktur. Dünyanın bütün büyük dinleri şu basit hakikati öğretmeye çalışır (ve bütün büyük hakikatler basittir): Sana yapılmasını istemediğin şeyi sen de başkasına yapma!” (Tarihe Tanıklığım, Klasik Yayınları, s. 550.)
Milliyetçilik, modern Avrupa tarihinin motorudur. Ulus-devlet yapılanması, milliyetçi ideolojiler olmadan gerçekleşemezdi. Kurulan her yeni devlet, pratikte çok sayıda küçük ölçekli siyasayı birleştiriyor; büyüdükçe de “başkalarının mülkü olan şeyleri istemeye” başlıyordu. Bu yolla yaklaşık 400 yılda Avrupa’daki 1.500 dolayındaki siyasi birim 30 dolayında milli devlete dönüştü. Biz ise bunun tam aksini yaşadık. Aynı süreçte büyük devletimiz 30 parçaya bölündü.
Birleştirilen parçaların, yeni büyük birimi kültürel bakımdan benimseyebilmeleri ve içselleştirebilmeleri için, eski inanç ve mitlerini büyük ölçüde terk etmeleri; sembolik dille söylersek, küçük küçük tanrılardan vazgeçerek büyük bir ortak tanrıya tapmaları gerekiyordu. Biz ise büyük bir devlete sahip iken büyük bir ortak tanrıya tapıyorduk. Parçalanmadan sonra, büyük tanrının yerini 30 küçük tanrı aldı! Okul ve evlerimizi, cadde ve iş yerlerimizi o tanrılarla süslemeye başladık. Mısırlıların, Suriyelilerin tanrılarına güldük; fakat kendi tanrımıza da onların güldüğünü fark etmedik.
Kürt milliyetçiliğinin yükselişini ve “Edi bese” retoriğini bu bağlamda değerlendirmeliyiz. Osmanlı mülkünde en geç kalmış milliyetçilik Türk milliyetçiliği, siyasi karşılığını bulamamış milliyetçilik ise Kürt milliyetçiliği idi. Biz bugünkü gerçeklikle er geç yüzleşecektik. 2009 seçimleri bu meseleyi köklü biçimde ele alma fırsatı yarattı. Ya bu fırsatı değerlendirip yeni bir “milli tahayyül” oluşturacağız; yahut “Cumhurbaşkanı Kürdistan dedi mi, demedi mi?” düzeyindeki tartışmalarla birbirimizi tüketeceğiz.
 
Davutoğlu Washington’da, Obama Ankara’da
Küreselleşmiş bir dünyada “ulusal” meseleleri büyük küresel oyundan yalıtarak ele alamayız. Geçen ay Doha’da katıldığım El-Cezire Forumu’nda, en demokrat görünümlü Batılı gazeteci ve akademisyenler bile Araplara Osmanlı dönemini hatırlatıp “Yeniden Türklerin hâkimiyeti altında yaşamak istemezsiniz, değil mi?” diyorlardı. Oysa Osmanlı yönetimi Arap veya Kürtlerin, Arnavut veya Boşnakların “Türk yönetimi” altında yaşamaları değildi. Bir kavim olarak Türkler de diğerleri gibi “Büyük Osmanlı Barışı”nın oluşturucusu ve müstefidleriydi. Hatta büyük devlet mantığı gereği, Osmanlıların Türk soyundan olmaları en fazla Türklerin iktidar alanından uzak tutulmasıyla sonuçlandı. Arapları ve diğer kavimleri Türkler yönetmedi; onları ve Türkleri, Osmanlı’nın devşirdiği yetenekli insanlar yönetti. İster devlet ister şirket olsun, büyük organizasyonların kaderi aynıdır: Muhacirler kurar, devşirmeler geliştirir ve yönetir. Türklük bu bağlamda bir soyun değil, bir adil yönetim bilincinin adıdır.
Dünyada yeni bir düzen kuruluyor. Ekonomik hegemonyasını yitiren ABD önce bu düzeni askerî gücüyle çok rahat kurabileceğini düşündü. Neoconculuk, çatırdayan kapitalist bir sistemde militarist bir hegemonya kurma düşüydü. Türkiye’yi Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi “çok ucuza kapatacaklarını” düşünen kaba Amerikan eliti (ve onların içimizdeki destekçileri), 1 Mart Tezkeresi ile ilk sarsıntıyı geçirdiler. Aradan geçen 6 yılda Türkiye’nin gerçek gücünü hissettiler ve sonunda yeni Amerikan Başkanı ilk yurtdışı gezisini Ankara’ya yapmak zorunda kaldı!
Aynı kişiliksiz (işbirlikçi mi deseydim?) destekçiler şimdi de “Amerika, Türkiye’ye Ortadoğu’da yeni bir rol biçiyor!” görüşünü yaymaya çalışıyor. Onlar da, sözde ABD muhalifi çevreler de ortak bir noktada birleşiyorlar: Güce tapmak! ABD’nin gücünü o kadar abartıyorlar ki, onun adeta tarihe hükmettiğini düşünüyorlar. Anlayış dergisinde biz de tam 6 yıldır “Tarihe hükmedilemez!” diye feryat ediyoruz. Tarihe hükmetmeye çalışanlar hep yanılmışlardır. Aliya, zindanda defterine şu notları düşüyordu: “Tarih matematik değildir; tarihte hiçbir matematik zorunluluk yoktur. Tarihî hadiselerde insanları sadece çıkarları değil idealleri de harekete geçirdiği için, tarih (büyük güçlerce) öngörülebilir değildir.”
Ne öngörülebilir ne de belirlenebilir! Tarihe insanlar değil, Allah hükmeder. Bu şuurla güçleri ve gelişmeleri tartar, sonra da “iyilerin safında” mücadeleye girersiniz. Yaptığınız tartım işlemi de mücadelenizin bir parçasıdır. 11 Eylül 2001’de New York’ta ikiz kuleler havaya uçurulduğunda yüzlerce komplo teorisi üretildi. Prof. Ahmet Davutoğlu ise 2001’in son üç ayında önde gelen TV kanallarında bir dizi konuşma yaptı. Bir kısmı sonradan Küresel Bunalım adlı küçük bir kitapta (Küre Yayınları, 2002) toplanan bu konuşmalarda ABD’nin yakın geleceğini şöyle tartıyordu:
ABD kendi evinde büyük bir yara aldı; onuru kırıldı. Gücünü bir şekilde göstermesi lazım. Bu muhtemelen Asya veya Afrika’da bir ülkeye yönelik harekat şeklinde olacaktır. Diğer büyük güçler de ABD’nin rehabilitasyonu maksadıyla bu harekata destek vereceklerdir. Harekattan doğrudan zarar görmeyen bölgesel güçler de ABD’nin yanında yer alacak, onu teselli etmiş olacaklardır. Böyle olunca, ABD tüm harekatı BM ve NATO üzerinden gerçekleştirecek, dolayısıyla ciddi bir hukukî meşruiyet sorunu yaşamayacaktır. (Afganistan işgali tam tamına böyle oldu. Fakat biz gene 2001 sonlarına dönelim ve Davutoğlu’nun analizini tamamlayalım.)
Bu harekattaki başarısı ve diğer güçlerin desteği Amerikan yönetimini şımartacak, elde edilen “zafer” onları tatmin etmeyecektir. İkinci aşamada gözlerini daha büyük bir hedefe dikecek ve yeni bir harekat düzenleyeceklerdir. Fakat bu sefer bütün büyük güçler geri çekilecek, ABD’nin daha fazla güç ve itibar kazanmasını istemeyeceklerdir. Ne Rusya destek verecektir ne de AB veya Çin. Bölgesel güçler de kendi milli hesaplarını daha titiz yapmaya başlayacaklardır. Böyle olunca ABD, BM gibi uluslararası organizasyonları eskisi gibi kendi amacına yönelik kullanamayacaktır. Bu durumda Amerikan yönetimi öfkelenecek ve harekata tek başına girişecektir. (Irak işgali aşağı yukarı böyle oldu!)
Tek başına hareket ABD’yi yalnızlaştıracak; BM ve diğer platformlarda sert bir biçimde eleştirilecektir. Dünya medya ve kamuoyu da Amerika aleyhine dönecek, tarihte hiç görülmeyen bir şiddette anti-Amerikancılık bütün dünyaya yayılacaktır. Önce bu durumu umursamayan Amerikan eliti, iradesine karşı çıkan herkesi küçümsemeye ve dışlamaya başlayacaktır. Fakat zamanla durumun vahametini kavrayacak ve (Anlayış jargonuyla söylersek) muhayyeli değil mümkünü aramaya başlayacaktır.
Bu şekilde başlayacak olan üçüncü aşamada Amerikan eliti kendini sorgulayacak ve dışlamanın sürdürülebilir, akılcı bir yol olmadığını kabul edecektir. Bu sefer kendini dünyaya kabul ettirmenin daha ince yollarını arayacak, dışlama yerine gerçek insani içerim peşinde koşacaktır. Bu dönemde ABD’ye zenci bir başkan gereklidir! (s. 55.)
Mart ayında yaptığı ABD ziyaretinde Davutoğlu, Amerikan yönetimi ve yönetim dışı elitine 8 yıl önceki analizlerini hatırlatarak, Neron gibi değil, Marcus Aurelius gibi davranmaları halinde hem itibar hem de güç kazanabileceklerini hatırlattı.
 
Tutarsız Devletin Gücü Olmaz!
Küresel Bunalım’dan bir yıl sonra yayımlanan Tutarsız İmparatorluk başlıklı eserinde sosyolog-tarihçi Michael Mann de Bush yönetimine benzer tavsiyelerde bulunuyordu. Mann’e göre, yeni emperyalizmin teorisi 1990-2001 arası dönemde geliştirildi, 11 Eylül saldırılarıyla da uygulamaya geçildi. 1. Körfez Savaşı’nda Baba Bush, BM’yi tarihî rolünü oynamaya çağırırken, 2. Körfez Savaşı’nda Oğul Bush BM’yi bir yana itiyor, ABD’nin tek yanlı ve tek başına hareketini dünyaya ilan ediyordu. Yeni emperyalizm askerlerin değil, sivillerin militarizmiydi.
Gücün dört türünü askerî, siyasi, ekonomik ve ideolojik güç olarak tanımlayan tarihçi, bu dört boyutta Amerikan gücünü tartıyor ve İmparatorluk projesinin niçin tutarsız olduğunu gözler önüne seriyordu. Mann’e göre ABD bugün askerî bir dev, ikinci sınıf bir ekonomik güç, siyasî bir şizofren ve ideolojik bir hayalettir. ABD Soğuk Savaş döneminde bir tür Batı Devleti idi. Bu devletin çekirdeğini Amerikan eliti, çevresini ise Batı Avrupa ve Japon eliti oluşturuyordu. Bu blok BM’de hemen hemen her istediğini yapabildiğinden, ABD fiilen Küresel Devlet konumundaydı. İki kutuplu gibi gözüken Soğuk Savaş döneminin küresel devleti, tek kutuplu gibi gözüken yeni dönemde küresel devlet olma özelliğinden çok uzağa düştü. Sadece Batı Avrupa devletleri değil, Türkiye, Mısır, Ürdün gibi “Üçüncü Dünyalı” müttefikler bile çıkarları gerektiğinde farklı çizgi tutturabiliyor. Amerikan politik şizofrenisine yol açan, bu çelişkili durumdur. ABD sadece ekonomik ve siyasi bakımdan gerilim ve gerileme yaşamıyor, ideolojik gücü de geriliyor. “Her yerde Amerika’dan niçin bu kadar nefret ediyorlar?” en yaygın soru olmaya başladı.
 
Türk Olmak Ne Olmaktır?
Türkler kendi otantik tanımlarına ters düşmemek istiyorlarsa ne Washington’ı büyük, ne de Erbil’i küçük görmelidirler. Türk tarihinin belki ilk abidevî eseri sayabileceğimiz Divan-ı Lügati’t-Türk’te Kaşgarlı Mahmud diyordu ki: Türk, Allah’ın verdiği bir addır. Bir hadise göre Allahu Teâlâ “Benim bir ordum vardır, ona Türk adını verdim. Onları doğuya yerleştirdim. Bir halka kızarsam, Türkleri o halk üzerine musallat kılarım.” buyurmuştur. Bu muhtemelen uydurma bir hadistir, fakat uydurma olması gerçek olması kadar önemlidir. Bir insan topluluğunun kendini nasıl görmek istediğiyle alakalıdır. “Allah’ın kızdığı bir toplumu cezalandırmakla görevli bir ordu.” Türk, kendi gözünde budur!
Türklük tarihsel bağlamda adaletin, adil yönetim bilincinin tecessümüdür. Osmanlılar bu bilinçle Kürt ve Arap’ı, Arnavut ve Boşnak’ı, Ermeni ve Rum’u asırlarca yaşatmayı bildiler. Fakat milliyetçilik mikrobu Osmanlı “milliyetler”ine bulaşmaya başlayıp da önce Balkan, sonra Arap illeri bir bir kopmaya yönelince; Türkler elde kalana sarıldılar. Aliya’nın ifadesiyle “başkalarına ait farklılıkları boğup, fiziksel baskı uyguladılar.” Fakat büyük devletler nasıl Türklerin tarihine hükmedemediyse, 29 Mart gösteriyor ki Türkler de Kürtlerin tarihine hükmedemiyor.
Tarihe hiç kimse hükmedemez, ne Türkler ne Amerikalılar ne de Asyalılar! Fakat ona etki edebilir, daha iyi yönde akmasına katkıda bulunabiliriz. 20. yüzyılın en “insan” önderi Aliya bunu en veciz biçimde dile getirenlerdendir: “İnsanlar tarihe hükmedemezler. Tarihe Allah hükmeder ve O ne dilerse, o olur. Yapmamız gereken, mümkün olan en iyi biçimde savaşmak, bilinç ve yeteneğimizin en üst düzeyini ortaya koymaktır. Tarih, öngörülemeyen gelişmelerin hikayesidir. Bizler tarih tarafından teslim alınmışız. Tarih içinde elimizden geleni yapmalıyız, fakat tarihin seyri bize bağlı değildir. Ve bu gerçekten iyi bir şeydir.”
29 Mart, siyasal karşılığını arayan Kürt milliyetçiliğinin, gecikmiş Türk milliyetçiliğine gecikmiş cevabıdır. Bu gelişmeyi ilkel Kürt ve Türk milliyetçilerinin mücadelesine dönüştürürsek, o zaman “Amerika, Türkiye’ye Ortadoğu’da yeni bir rol biçiyor!” diye ellerini ovuşturanları sevindirmiş oluruz. Amerika ilkel milliyetçiliği 19. yüzyılda aştı ve 50 eyaletten oluşan büyük bir devlet kurdu. Avrupa aynı şeyi beceremediği için 20. yüzyılda iki korkunç savaşa sahne oldu ve tam 60 milyon insan kaybetti. Sonra toparlandı ve 60 yıldır ABD benzeri bir ortak siyasa peşinde.
Kürt milliyetçileri ise kendi çaplarına uygun (ve modern Türklerinkine pek benzeyen) küçük bir tanrının peşindeler. Milliyetçi elit “yoldan çıkmış” olsa da, Kürt halkı, tıpkı Türk halkı gibi, ortak tanrıya dair derin bilinç ve inancını sürdürüyor. (TRT Şeş’teki mevlide halkın tepkisi bunu kanıtlamaya yeter.) Kapitalist Batı’da ulusluk büyük ölçüde aşılmış, Batı-dışı dünyada da bitmiştir. Daha doğrusu, tutmamıştır. Türklerin/Kürtlerin, bölgemize bu sefer ince bir siyasetle yönelen hegemonik ABD ile ilişkileri Türklerin “otantik Türklüğe özgü” projelerini engeller, Kürtleri de birer hazır kıta haline getirirse, ulusluk her ikisinin de mezarı olur.

Paylaş Tavsiye Et