Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (December 2009) > Topluyorum > İslam'ı bölmek
Topluyorum
İslam'ı bölmek
 

Arkadaşlar, geçtiğimiz aylara oranla bu ay daha çeşitli, bununla birlikte daha düşük yoğunluklu bir gündem duruyor önümüzde.

Çok şükür, bugünleri de gördük. Neydi o öyle; siyasi ayak oyunları, patlamalar, şehitler, gerginlikler, çatışmalar, savaş çığırtkanlığı!.. 
 

Bence bu denli bir iyimserlik için henüz erken. Zira Aralık ayından itibaren başlamak üzere, Türkiye’yi yeni ve gerilimli bir süreç bekliyor. Biliyorsunuz, 8 Aralık’ta YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’in görev süresi doluyor. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olarak yapacağı en kritik atamalardan biri yeni YÖK başkanı olacak. YÖK’ün Türkiye politik-sosyolojisindeki yerini ve önemini hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla hararetli bir tartışma dalgası bu atama üzerinden gelecek. Ardından yeni anayasa paketi, muhtemelen, gündemi meşgul edecek. Hazırlık çalışmaları bile sancılı geçen bu Anayasa taslağının yasalaşmasının da sükunetle hallolacağını düşünmek yanlış olur. Irak’taki gelişmelerin ve İran ile Amerika ve İsrail arasındaki gerginliğin yakamızı rahat bırakacağını da zannetmiyorsunuzdur herhalde. Bir de şu DTP’nin kapatılması meselesi var. Bu yönde verilecek yanlış bir karar, akim kalan Irak operasyonunun yapamadıklarını yapabilir, Pandora’nın kutusunu sonunda açabilir. Tüm bunlara Türkiye’nin her zamanki problemlerini ve gerilimlerini de eklersek, önümüzdeki günlerin çok da hareketsiz geçmeyeceğini tahmin edebiliriz.

Söylediklerinde sonuna kadar haklısın. Zaten ben de mutlak değil, nispî bir sükunetten bahsetmiştim. Zira cumhurbaşkanlığı tartışmalarıyla başlayan; ardından pek çok anti-demokratik tavır ve müdahalelerle gelişen; erken genel seçimlerle, gerilimli bir cumhurbaşkanlığı seçimiyle ve Anayasa değişikliği referandumuyla devam eden; nihayet yükselen PKK terörü ile son derece kritik bir noktaya erişen süreci göz önüne alırsak, nispeten durgun bir dönem içerisinde olduğumuzu sen de kabul edersin herhalde. Hatırlarsanız, geçen ay bu toplantımızı yaptığımızda önümüzdeki günlerin nelere gebe olduğuna dair zihinlerimiz pek net değildi. 22 Temmuz’un hemen öncesinde başlayan PKK terörü, kısa bir ara verdikten sonra, gittikçe şiddetlenmiş ve Dağlıca baskını ile zirveye ulaşmıştı. Zaten gergin olan halk, muhalefet partilerinin ve medyanın da kışkırtmasıyla sokağa dökülmüş, öfkeli kalabalıkların sorumsuz davranışları ülkeyi bir Kürt-Türk çatışmasının eşiğine getirmiş ve aklıselim yerini kör bir duygusallığa bırakmıştı. Soğukkanlılığını korumaya çalışan hükümet vatan hainliği ile suçlanır olmuştu. Kuzey Irak’a yönelik kapsamlı bir operasyon artık bir seçenek olmaktan çıkmış, “mahalle baskısı” ile adeta bir zorunluluk haline gelmişti. Ne var ki, aradan geçen birkaç hafta olayların yönünü tamamen değiştirdi. Şimdi daha sakin ve serinkanlı bir karar alma süreci hâkim gibi görünüyor.

Madem iç politikada nispî de olsa bir sükunet dönemini yakaladık, bence bu akşam, epeydir ihmal ettiğimiz bir konuyu, dış politikayı konuşalım. Hem geçtiğimiz ay Türkiye açısından dış politikada oldukça hareketli günler yaşandı. Bildiğiniz gibi Kasım ayı İstanbul’da yapılan Irak’a Komşu Ülkeler Dışişleri Bakanları Toplantısı ile başladı. Ardından Başbakan’ın ABD ziyareti ve Bush ile kritik bir görüşmesi oldu. Ayrıca Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ve İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres de Türkiye’nin arabuluculuğunda bir araya geldi; her ikisi de TBMM’de tarihî sayılabilecek birer konuşma yaptı. Bunlara ilaveten Suudi Arabistan Kralı Abdullah Ankara’yı ziyaret etti.
 
Kral Abdullah’ın Ziyareti ve Protokoler Zihniyet   

 

Valla, ziyaret eden Kral Abdullah mıydı, yoksa Cumhurbaşkanı Abdullah mı anlayamadım! Bizim bildiğimiz ev sahibi misafirin ayağına gitmez. Ama Abdullah Gül, Kral’ı gidip otelinde ziyaret etti. Onu memnun edebilmek için elinden geleni yaptı; bir önünde diz çöküp oturmadığı kaldı.

Tam bir üçüncü dünyalı gibi konuştun.

Üçüncü dünyalı nasıl olurmuş?

Aynen senin gibi olur. İşin muhtevasını bir kenara bırakıp, şekle takılıp kalır. Lütfen tepkimi mazur gör, ama Kral Abdullah’ın ziyaretinin Türk kamuoyunda başlattığı protokol tartışması beni çok rahatsız etti.

Kardeşim, burada Türkiye’nin onurundan söz ediyoruz. Niye bu kadar rahatsız oluyorsun, anlamıyorum!

Türkiye’nin onurunun böyle korunduğunu da nereden çıkarıyorsun? Bakın arkadaşlar, basitmiş gibi görünen bu olay Türk siyasi kültürü açısından bence patolojik bir durum arz ediyor. Oxford profesörlerinden Ortadoğu ve Türkiye uzmanı Philip Robins’in Türklerle alakalı son derece yerinde ve maalesef bir o kadar da acı bir tespiti var. Diyor ki bir makalesinde Robins: “Türkiye ile iş tutmanın yüzde sekseni sunuş tarzıdır.” Bu ne demek biliyor musunuz? Türklere ne sunduğunuz değil, nasıl sunduğunuz önemlidir, demek. Türklerin kafası işin mahiyetine fazla basmaz, demek. En kötü malı/anlaşmayı/kararı, cafcaflı bir ambalajla, afili bir sunuşla Türklere rahatlıkla kakalayabilirsiniz, demek. Kısacası, çocuk kandırır gibi kandırabilirsiniz Türkleri, demek. Şimdi soruyorum size: Bu acı tespiti teyit edercesine, Ortadoğu için son derece kritik bir zamanda, yine stratejik açıdan Ortadoğu’nun ve (sahip olduğu petrol kartını hesaba katarsak) dünyanın en mühim ülkelerinden birinin lideri ile yapılmış olan son derece anlamlı bir görüşmeyi, basit bir protokol tartışmasına indirgemek Türkiye’nin onurunu korumak mı oluyor?

Genel olarak sana katılıyorum. Ama bir de şöyle düşün: Aynı adam gelseydi, önce Anıtkabir’i ziyaret etseydi, deftere Atatürk’ü öven üç beş satır karalasaydı, 10 Kasım’da bayraklarını yarıya indirtseydi, Abdullah Gül’le otelinde değil de Çankaya Köşkü’nde görüşseydi, sağa sola gülücükler dağıtsaydı, mesela Türkiye’nin ne kadar büyük ve önemli bir ülke olduğundan falan bahsetseydi fena mı olurdu?

 

Hayır, fena olmazdı. Maalesef Robins’in tespiti biz Türkler için ne kadar doğruysa, Araplar için de o kadar doğru. Hatta Araplarla iş tutmanın tamamının sunuş tarzı olduğunu bile söyleyebiliriz. Eminim ki, Kral Abdullah da, sanki marifetmiş gibi, Gül ile Çankaya Köşkü’nde değil de otelinde görüştüğü için kurum kurum kuruluyordur. Şürekası da ziyaretin gerçekleştirilme biçiminden kendilerine pay çıkarmışlardır.

Medyada bu ziyareti protokol tartışmalarına hapseden kalemşorlar, bu özelliklerinden dolayı Araplarla aynı zihnî düzeyi paylaştıklarını bilselerdi kahrolurlardı herhalde.

 

Aynen öyle. Eğer böyle bir ziyareti siyasi aklı daha yüksek ve sofistike bir liderliğin temsilcisi, mesela İsrail’in cumhurbaşkanı yapsaydı, biraz önce saydığın protokol kurallarına harfiyen uyardı. Anıtkabir’e de giderdi, Atatürk’ü göklere de çıkarırdı. 500 sene önce İspanya’dan kovulduklarında Yahudilere tek kucak açan devletin Osmanlı Devleti olduğunu hatırlatarak, Türklere ne kadar minnettar olduklarını her fırsatta dile getirirdi. Türkiye’nin, bölgesinde ne kadar büyük ve mühim bir ülke olduğunu söylemeyi de ihmal etmezdi tabii. Kısacası kaz gelecek yerden tavuğu esirgemezdi. Bizimkilerin de yağları erir, kendilerinden geçerlerdi. İsrail kamuoyunda da hiçbir aklı başında yorumcu cumhurbaşkanlarının İsrail’in itibarını zedelediğini düşünmezdi. Tekrar soruna dönecek olursam; evet, Kral Abdullah da böyle yapsaydı fena olmazdı. En azından Türkiye’den alabileceğinin azamisini alırdı. Ne yazık ki (hatta bana kalırsa, iyi ki) böyle yapmadı. O böyle yapmadı diye görüşmeyi de yok sayamayız herhalde. Benim canımı sıkan, insanların görüşmenin içeriğini ve anlamını görmezden gelip, şekle saplanıp kalmaları.

Hatta bu söylediklerine bakarak Abdullah Gül’ün iyi ki Kral Abdullah’ın ayağına gittiğini bile söyleyebiliriz. Öyle ya; eğer Kral bu tür şeylerden hoşlanıyorsa, böyle şekil şartlarıyla avunuyorsa, karşılığında da istediklerimizi veriyorsa, neden biz de kaz gelecek yerden tavuk esirgeyelim ki? Bence Abdullah Gül’ün bu tavrı Türkiye’nin onurunu zedelemek şöyle dursun, ne kadar özgüveni yüksek bir devlet olduğumuzu gösteriyor.

 

Bu özgüven meselesi önemli. Ancak özgüveni eksik insanlar şekil şartlarında ısrarcı olurlar. Öz değerleriyle değil de, dış görünüşleriyle, kıyafetleriyle, makam ve mevkileriyle kendilerinin var olduklarını zannederler. Bu, toplumlar ve devletler için de böyledir. Özgüveni yüksek toplumlar ve onların temsilcileri biraz önce bahsi geçen protokol kurallarına çok itibar etmezler. Muhtevayı olumsuz yönde etkilemediği sürece şekli önemsemezler. Bilirler ki, “yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadrü kıymetten”. Hatta bu kuralları Türkiye ve Arabistan gibi muhataplarını ikna etme, etkileme veya kandırma aracı olarak kullanırlar. George Bush’un Erdoğan’ın Beyaz Saray ziyaretinde ne kadar samimi ya da laubali davrandığını biliyorsunuz. Türk heyetinin üyelerinin her biriyle, özellikle de Egemen Bağış ile nasıl yakından ilgilendiğini hatırlayın. Şimdi, böyle yaptı diye Amerika büyüklüğünden bir şey mi kaybetti? Yoksa bu yakın ilgi, bizim Türk heyetinin, özellikle de Egemen Bağış’ın başını mı döndürdü?

“Hey, bakın kim gelmiş” demiş Bush, Erdoğan’ı görünce. Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Ergun Saygun’un da elini sıkmak yerine, omzuna vurmuş ve “Harika bir ordunuz var” demiş. Senin de dediğin gibi, Bush en çok da Egemen Bağış’a ilgi göstermiş. Onu omuzlarından yakalamış ve uzun süredir görmediği bir okul arkadaşını görmüş gibi kucaklamış.

 

Ortadoğu’da Şii-Sünni Cepheleşmesi

Eee, adamlar akıllı. Kimi nasıl etkileyeceklerini iyi biliyorlar. Neyse, benim asıl söylemek istediğim bunlar değildi. Suudi Arabistan Kralı’nın ziyaretinin ne anlama geldiğine dikkat çekecektim asıl. Bildiğiniz gibi bu, Kral Abdullah’ın ikinci ziyareti. Bir önceki geçtiğimiz sene gerçekleşmişti. 1966’da Kral Faysal’ın ziyaretinden tam 40 yıl sonra.

Sence Kral ziyaretlerini neden sıklaştırdı?

Başlıca üç nedeni olduğunu düşünüyorum. Birincisi, artık Soğuk Savaş dünyasında yaşamıyoruz. Dolayısıyla uluslararası sistemik aidiyetlerde köklü değişimler yaşanıyor. Uluslararası ilişkiler açısından dünya çok daha karmaşık bir hal almış bulunuyor. İlişkilerinizi çeşitlendirmek, farklı katmanlarda farklı ilişkiler ağı kurmak durumundasınız. Sadece ABD’ye bağlı kalmak, sadece Sovyetler Birliği’nin ve müttefiklerinin karşısında yer almak pek bir anlam ifade etmiyor bugün. Suudi Arabistan’ın, biraz gecikmeli de olsa, böyle bir baskıyı üzerinde hissettiğini söyleyebiliriz. İkincisi, Irak’ın işgali ile başlayan Ortadoğu’daki fiilî durum. Bildiğiniz gibi Saddam döneminde Irak etnik ve dinî açıdan heterojen bir toplum yapısına sahipti.

Lübnan gibi yani.

Çeşitlilik açısından evet. Ama önemli bir farkı unutmamalıyız. Irak hem sahip olduğu insan unsuru hem de zengin petrol rezervleri itibariyle, Lübnan’ın aksine, Ortadoğu’nun en güçlü ülkelerinden biriydi. Yönetiminin Sünnî Arapların elinde olması da onu İran’a karşı daha avantajlı bir konuma getirmekteydi. Bugünse Irak dağılmış vaziyette. Sünnî Araplar ülke genelindeki üstünlüklerini tamamen yitirdiler. Irak’ın kuzeyindeki petrol yatakları Kürtlerin, güneydekiler ise Şii Arapların kontrolünde. Öte taraftan Hizbullah’ın Lübnan’daki nüfuzu malum. Özellikle İsrail’e karşı verdiği başarılı mücadele ile bu ülkedeki etkinliğini artırdı Hizbullah. Halkayı biraz daha genişletirsek, biliyorsunuz, Afganistan’daki Taliban rejimi de Amerika’nın işgali ile sona erdi.

Ne demek istediğini biraz daha açık ifade eder misin? Eğer unuttuysan, hatırlatayım ki, Suud Kralı’nın Türkiye’yi ziyaretini konuşuyorduk.

Şimdi oraya geliyorum. Evet; Afganistan, diyordum. Şii olmalarından ötürü İran’ı Müslüman bir ülke addetmeyen Taliban rejiminin sona ermesi belki de en çok İran’ın hoşuna gitti. Gördüğünüz gibi 11 Eylül 2001’den itibaren bölgemizde yaşanan gelişmeler hep İran’ın işine geliyor. İran’ın ve Şii nüfusun Ortadoğu’daki etkinliği giderek artıyor. Sünni Araplar ve özellikle de Suudi Arabistan bundan çok rahatsız. Dolayısıyla Arabistan, İran’a ve yükselen Şii etkisine karşı yeni bir Sünni cephe oluşturma peşinde. Suudi Arabistan Kralı’nın Türkiye’ye gelişinin üçüncü bir nedeni de, Türkiye’nin son beş yıllık dış politika performansı. Daha önce defalarca bunu konuştuğumuz için, burada detaylara girecek değilim. Şunu söylemekle yetineyim; güttüğü aktif ve çok boyutlu dış politika açılımlarıyla Türkiye, genelde Ortadoğu bölgesinde, özelde de Irak konusunda son derece önemli bir inisiyatif elde etti. Dolayısıyla Irak’a yönelik bir politika geliştirmek isteyen herhangi bir ülke ister istemez Türkiye ile masaya oturmak zorunda. İşte Suud Kralı’nın Türkiye ziyaretini bu parametreler ışığında ele almalıyız bence.

Bölgedeki son gelişmelerin İran’ın işine geldiğini söyledin ya, aklıma bir şey takıldı. Aylar önce ben bunun bir proje dâhilinde yapıldığını söylemiştim de, hepiniz beni komploculukla suçlamıştınız. Bakın, söylediğim yere geldiniz işte. Bence, Irak Savaşı, petrol gibi hususların yanı sıra, Sünni dünyaya karşı İran’ı ve Şiileri güçlendirmeyi amaçlıyordu. Biliyorsunuz, çatışma eşitler arasında yaşanır. Taraflar arasındaki güç farkı çok fazlaysa orada çatışma çıkması beklenmez. Zayıf taraf güçlü tarafa boyun eğer. Ya da boyun eğmek durumunda kalmasa bile, gücünü, etkisini ve menfaatlerini artırıcı, yayılmacı bir politika gütmez. Taraflar arasındaki güç farkının azalması ise çatışmayı beraberinde getirir. Çünkü yükselen güç, menfaatlerini ve etkisini artırmak; düşen güç de sahip olduğu etki ve menfaatleri korumak ister. Bu tarihin demir kuralıdır ve hem uluslararası sistemde hem de ulus-altı yapılanmalarda geçerlidir. Uluslararası ilişkilerdeki Realist okulun ta Thucydides’ten beri temel şiarlarından biri olmuştur bu kural. Amerika’daki Irak Savaşı’nı destekleyen derin beyinler, ki hepsi Realist okula mensupturlar ve Thucydides’i ezbere bilirler, bu kural uyarınca hızla yükselen İslam Dünyası’nın yükselişini durdurmak ve Müslümanlara birbirlerini kırdırmak için bu planı devreye soktular. Amaç İran’ı ve Şiileri bölgede güçlendirmek, sonunda da Sünnilerle çatıştırmaktı. Irak örneğinde bu planın başarıyla hayata geçtiğini görmekteyiz. Suudilerin endişesine bakılırsa bu plan daha geniş ölçekte de başarılı bir şekilde uygulanıyor gibi.

İyi de, Sünniler İslam dünyasının %83’ünü teşkil ediyorlar. Şiilerin genel Müslüman nüfusa oranı ise sadece %16. Sence bu fark kapanır mı?

Sayıca kapanmaz tabii ki. Zaten gerekmez de. Zira jeostratejik ve jeoekonomik açıdan son derece kritik bölgelerde yoğunlaşmış bir Şii nüfus söz konusu. İran’ın ve Irak’ın çoğunluğunu Şiiler oluşturuyor, ki sahip oldukları petrol ve doğalgaz rezervlerini ve İran’ın kısa bir zaman içerisinde edineceği öngörülen nükleer silahı göz önüne alırsanız, bunun ne denli büyük bir güce tekabül ettiğini görebilirsiniz. Ayrıca Lübnan’daki en büyük azınlık da yine Şiiler. Hizbullah’ın Lübnan’daki etkisini ve gücünü söylemeye bile gerek yok. Dolayısıyla, sayıca olmasa da, ekonomik ve askerî güç açısından Sünniler ile baş edebilecek bir seviyeye ulaşacak Şiiler.

Realist ekolün yaşayan en büyük temsilcilerinden Henry Kissinger bundan birkaç sene önce, “Artık savaş İslam’ın kendi içinde yaşanacak” şeklinde bir öngörüde bulunmuştu. O zamanlar bu ifade “ılımlı Müslümanlar”la “fundamentalist Müslümanlar” arasında vuku bulması varsayılan çatışmaya hamledilmişti. Acaba Kissinger’in gerçek kastı Şiiler ile Sünniler miydi?

Her ikisi de olabilir. The American Conservative dergisi Eylül 2005 sayısında bu konuyu işledi. Kapak da Splitting Islam, yani “İslam’ı Bölmek” şeklindeydi. Aynı başlığı taşıyan makalesinde James Kurth, İslam Dünyası’na yönelik olarak Amerika’nın önünde bulunan politika tercihlerini uzun uzun tartıştıktan sonra tek çıkar yolun İslam Dünyası’nı, “ılımlılar” ve “fundamentalistler” ile Şiiler ve Sünniler olarak bölmek olduğunu savunuyor. Model olarak da Kurth, Soğuk Savaş’ın kaderini değiştirmiş olan ve Kissinger’in stratejik dehasını gösteren “Sino-Sovyet Bölünmesi”ni gösteriyor.

Bu söylediklerinde haklılık payı olabilir. Ancak elinde bu sürecin önceden planlandığı yönündeki yargını destekleyebilecek somut veriler yok. Mesela, Irak Savaşı’nın gerçek nedeninin, İsrail’in menfaatleri doğrultusunda, sadece Irak’ı parçalamak olduğunu söyleyenlerin iddiaları da seninki kadar doğru olabilir. Gerçek amacın petrol olduğunu söyleyenlerin durumu da aynı. Dolayısıyla savaşın öncesindeki niyetlerin ne olduğuna yönelik ne söylersek söyleyelim net bir yargıya ulaşamayız. Ancak, Irak işgalinin geldiği noktada birkaç husus çok açık bir biçimde önümüzde duruyor: Birincisi, bu işgalden ve Afganistan işgalinden en çok İran kazançlı çıktı. Şiiler Ortadoğu’da son derece kritik bir güç elde ettiler. Yine bu çerçevede Irak’ta zaten gittikçe içinden çıkılmaz bir hal alan Şii-Sünni çatışması bütün bölgeye yayılabilecek bir potansiyele sahip. İkincisi, işgal neticesinde Irak fiilen parçalanmış durumda. Artık Irak eskisi kadar güçlü olamayacaktır hiçbir zaman. Bundan da en kazançlı çıkan, İran’ın güçlenmesini bir kenara koyarsak, İsrail olmuştur. Üçüncüsü, Amerika Irak’ın petrol kaynakları üzerinde stratejik bir kontrol kurmuş bulunmaktadır. Buna ilaveten Irak aracılığıyla Amerika’nın bölgedeki askerî varlığı daha uzun süre devam edecektir.

Ayrıca, eğer Amerika’nın hedefi, iddia edildiği gibi, İran’ı güçlendirmek olsaydı, onun nükleer silah sahibi olmasına karşı çıkar mıydı? Söylentilere bakılırsa, ABD çok yakında İsrail ile birlikte İran’ı vurmayı planlıyor. Hatta geçtiğimiz günlerde ABD İsrail’e oldukça büyük miktarda “sığınak delici” füze ve mühimmat verme kararı aldı.

Her şeyden önce, Amerika’nın, İran’ın nükleer güç olmasını engelleyip, engellemeyeceğini bilmiyoruz henüz. Belki de kopardığı onca gürültüye rağmen, ABD İran’ın nükleer çalışmalarına göz yumacaktır. İkincisi, ABD buna göz yummasa bile, bu Sünni dünyaya karşı bir Şii dünyası ortaya çıkarma planı ile çelişmek zorunda değil. Nükleer güce dönüşmüş bir İran’ı, ne olursa olsun İsrail’in kabul etmeyeceği açık. Dolayısıyla ABD İran’ı vursa bile, ben iddiamın arkasında duruyorum: ABD, önünde sonunda Şiilerle Sünnileri birbirine kapıştırmayı planlıyor. Bunun yolu da Şiileri güçlendirmekten geçiyor.

Spekülasyonlar bir tarafa, ABD’nin İran’ı vurup vurmayacağı bir muamma. Geçenlerde Washington’un önde gelen düşünce kuruluşlarından CSIS, Global Forecast: The Top Security Challenges of 2008 adlı bir rapor yayımladı. Raporun İran bölümünü kaleme alan ve aynı zamanda CSIS’ın başkanı da olan John J. Hamre, bütün ihtimalleri ve imkanları tartıştıktan sonra 2008’de ABD’nin İran’ı vurmasının pek muhtemel olmadığı sonucuna varıyor. Sebepleri de çok açık. Washington kulislerinde, Irak Savaşı öncesinden farklı olarak, İran’a karşı bir savaşa çok soğuk bakılıyor. Bunda, Irak Savaşı’nda gelinen açmazın rolü büyük. Dahası, dört buçuk yıldır Irak’ta ve altı yıldır da Afganistan’da savaşıyor olan Pentagon durumdan oldukça rahatsız. Dolayısıyla, askerî yetkililerin İran Savaşı’na kolayca evet demeyecekleri ortada. En önemlisi de, Amerika İran’ı karadan işgal edebilecek bir güce sahip değil. Onun için bir kara harekatı kimsenin aklından bile geçmiyor. Havadan bombardıman yoluyla yapılması muhtemel olan operasyonun ise etkinliği sorgulanıyor. Böyle sınırlı bir operasyonun, İran’ın nükleer çalışmalarında yer alan teknik insan networkunu ve küçük sayılabilecek nükleer teçhizatı yok edebileceğini düşünmek güç. Ayrıca kaybedecek bir şeyi kalmayan İran’ın savaş başladıktan sonra, Irak’taki direnişçilere son derece sofistike silahlar (mesela omuzdan atılan uçaksavar füzeleri) temin etmesi işten bile değil. Bunun da Washington’un halihazırdaki stratejik düşüncesine ters olduğu ortada. Zira Amerika kademeli bir şekilde Irak’taki askerî varlığını azaltmayı düşünüyor. Böyle bir zamanda işlerin daha da kötüye gitmesini istemeyecektir. 

Peki Amerika hiçbir şey yapmayacak mı İran’a karşı?

 

Yapmaya çalışacaktır şüphesiz. Diplomatik kanalları ve ekonomik yaptırımlar gibi diğer askerî olmayan araçları seferber edecektir mesela. Hatta bu yaptırımlara ilaveten İran’ın nükleer çalışmalarına karşı sınırlı ya da gizli operasyonlar da düzenleyebilir. Nitekim, BM Güvenlik Konseyi’nden İran’a karşı etkili bir yaptırım kararı çıkartamayınca, ABD G-8 platformunu devreye sokmaya çalıştı. Belki Türkiye ile de bu konuda bir pazarlık yürütüyordur. Mesela, Erdoğan’ın son Washington ziyaretinde bu konu ele alınmış olabilir.

Zaten ben de, acaba Türkiye Amerika’ya karşı nasıl bir koz koydu masaya da, Amerika’yı PKK’ya karşı harekete geçmeye zorladı diye merak ediyordum.

 

 

PKK Bitiyor mu?

Evet, söz döndü, dolaştı yine PKK’ya geldi. Bu vesileyle tekrar iç politikaya dönelim isterseniz. Başbakan’ın 5 Kasım’daki kritik Washington ziyaretinin ardından, Kuzey Irak’tan Türkiye’nin yüzünü güldürecek haberler gelmeye başladı. Talabani ve özellikle de Barzani daha önceki “şımarık” söylemlerinden vazgeçtiler ve PKK’ya karşı, Türkiye’yi memnun edecek kalıcı önlemler almaya başladılar. Hatta bu çerçevede PKK liderlerinden Karayılan ve Bayık’ın yakalandığı ve İtalya’ya götürüldüğü haberleri duyuldu. İşin teferruatını ve arka planını bilmiyoruz; ama öyle anlaşılıyor ki, Türkiye PKK konusunda ABD’nin desteğini sağladı ve bir sınır ötesi operasyona ihtiyaç duymadan bu sorunu kontrol altına alıyor. Karşılığında ise Türkiye, İran konusunda ABD’ye önemli taahhütlerde bulundu mu bulunmadı mı, bilmiyoruz.

 

Diyelim ki Türkiye İran konusunda ABD’ye destek sözü verdi ve karşılığında da PKK’ya karşı ABD’nin desteğini aldı. Ama benim komplocu zihnim burada durmuyor. Diyor ki, son zamanlarda yükselen PKK terörü aslında Türkiye’yi İran konusunda bir anlaşma yapmaya zorlamak için ABD tarafından kullanılan bir araçtı. Zaten Dağlıca baskınının cesameti, mesela askerî haberalma sistemlerinin devre dışı kalmasını sağlayan elektronik karıştırmanın kullanılması, büyük bir gücün yardımını gerekli kılmıyor mu?

Eğer son aylarda yükselen PKK terörünün ardında Amerika varsa bile, bunu senin burada kurguladığın şekilde yapmamıştır herhalde. Mutlaka kendisi ile PKK arasına başka aracılar koymuştur. Zira ABD gibi büyük bir gücün böyle adi bir oyun oynadığı ortaya çıkarsa, bütün itibarı ve inandırıcılığı yerle bir olur. Neyse, bence burada konuşmamız gereken daha kritik bir mesele var. Siz de kabul edersiniz ki, Kürt sorunu PKK sorununa indirgenemez. Dolayısıyla PKK’nın etkisiz hale getirilmesi bu sorunun çözüldüğü anlamına gelmez. Kürt halkının daha fazla yabancılaştırılmasına izin vermemek lazım. Mesela Dağlıca baskınından sonra merkez medyanın takındığı kışkırtıcı tavır, bence Kürt halkı nezdinde onulmayacak yaralar açtı. Sokağa dökülen kör kalabalıkların eylemleri neticesinde PKK ile hiçbir alakası olmayan Kürt kökenli vatandaşların mağazaları yağmalandı. Devletin vakit geçirmeden bu insanların zararını tazmin etmesi, bir nebze de olsa verilen zararı hafifletecektir. DTP’nin kapatılması Kürt halkını Türk siyasetine yabancılaştıracağı için Türkiye’ye zarar, PKK’nın varlığını Kürt halkı nezdinde meşrulaştıracağı için de PKK’ya fayda sağlayacaktır. Bu konuda karar verme konumunda olanların son derece dikkatli olmaları gerekmektedir. Terörün sosyo-ekonomik bir zeminden beslendiği malum. Bu bataklığı kurutmak için hükümetin vakit geçirmeden Doğu ve Güneydoğu’ya yönelik uygulanabilir sosyo-ekonomik projeler geliştirmesi hayati derecede ehemmiyet arz ediyor. Hepsinden önemlisi de, devletin Kürt halkını bu ülkeye bağlayacak psiko-ontolojik bağlar oluşturması icap ediyor. Unutmayalım ki, etnik temelde tanımlanmış mekanik bir vatandaşlık anlayışı bu ülkeyi parçalarken, ancak ortak varlık algılaması zemininde geliştirilecek olan bir aidiyet şuuru birliğimizi ve bütünlüğümüzü muhafaza edebilir.


Paylaş Tavsiye Et