Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (November 2009) > Asılıyorum > Ütopik nostalji
Asılıyorum
Ütopik nostalji
Şevket Muamma Toksöz
Nerede o eski Ramazanlar!
Şimdiki Ramazanların o eski tadı, havası, neşesi yok.
Halbuki eskiden bambaşkaydı Ramazanlar.
Eskiden dediğim 2009’lar 2010’lar filan.
Demokratik Açılım’ın yeni yeni konuşulduğu yıllar.
O zamanlar orta yaşlarda bir gazeteciyim.
Şimdi 2050’lerde olduğumuzu düşünecek olursak dile kolay bir 40 yıl öncesinden bahsediyorum.
Çocukluğumu yani 60-70’leri hatırlamıyorum bile. Neden?
Yaşları 80 ya da 90’larda olanlar ancak bilirler, o zamanlar TF’ler yani timefikserler çok ilkel otomatlardı.
ZS’lere yani zamansabitleyicilere o zamanlar fotoğraf makinesi deniliyordu.
Makine, mekanik o zamanlar çok cafcaflı laflardı.
Bulaşık makinesi, çamaşır makinesi vs, vs…
Fotoğraf makinesi dediğin şöyle kocaman siyah bir kutu, önünde körüklü dev gibi bir objektif.
Otomat filan değil, ilkel bir makine.
Bir tuşa basıyorsun, görüntü kaydoluyor. Nereye?
Kara kutunun içindeki film şeridine.
O bobin dedikleri film şeridini gün ışığına göstermeden çıkaracaksın da, karanlık odaya alacaksın da, banyo dedikleri özel sıvılara daldıracaksın da, sonra kurutacaksın da, 25-30 adet siyah beyaz sabitlenmiş görüntü elde edeceksin.
Onu da o mesleğin erbabı yapacak. Ölme uçargiderim ölme!
O yüzden küçüklüğüme ait ZS çok azdır.
Çok sonraları, zannediyorum 90’lı yıllarda digital ZS’ler çıkmıştı da 25-30 senede çekilen ZS sayısı birkaç saatte çekilebilir olmuştu.
O zamanlar “ölme uçargiderim ölme” tabiri bile “ölme eşeğim ölme” idi.
Hatırladıkça gülmekten gözümden yaş geliyor. “Ne alakası var?” diyeceksiniz.
O yıllarda eşek denen, atgillerden küçük hayvanlar vardı, şöyle büyük kulaklı, koca gözlü.
İnanmayacaksınız ama, o hayvanlar işte o yıllarda hâlâ ulaşım aracı olarak kullanılıyorlardı.
Bizim uçargiderlerimizin o zamanki adı da otomobil idi.
Altında dört tane teker, üstünde kaporta dedikleri bir teneke kutu, sadece karada seyreden bir araç.
O karada seyrediyor, yol kenarındakiler onu seyrediyor.
Tekerler lastik, yağmur yağsa kayar, çiviye rastlasa patlar.
Öyle koordinatları gir, tuşa bas, havalan git, nerede…
Ha eşeğin yularını tutmuşsun, ha otomobilin direksiyonuna geçmişsin.
Hiçbir fark yok. Biri organik, biri mekanik o kadar.
Eşekle çok yavaş gidiyorsun ama uyursan ya da hayvan ürküp azarsa en fazla düşüyorsun.
Araba ile hızlı gidiyorsun ama uyursan ya da araba kontrolden çıkarsa kesine yakın, ölüyorsun. Bir de o fark var.
Bu yıllardan bakınca eşeğe binenler daha akıllı imiş gibi geliyor insana.
Ama o zamanlar otomobiller olmasa idi bugün Fly and Go’larımız (uçargider) kısacası FAG’lerimiz olmazdı.
Bütün bunca lafın Ramazan ayı ile ne alakası var peki?
Şu alakası var;
O dört tekerli otomobillerle kelle koltukta gitmenin beni nasıl heyecanlandırdığını unutamıyorum, bir.
Minarelerarası Ramazan ayı şenliklerini unutamıyorum, iki.
Minarelerarası Ramazan şenliklerini Direklerarası Ramazan şenlikleri ile karıştırmamak lazım.
Nurhan Damcıoğlu muydu neydi bir hanım vardı, rahmetli.
Çocukken hayal meyal ilk ondan dinlediğimi hatırlıyorum;
Direklerarası’nda kanto yaparak Ramazan’da nasıl eğlendiklerini anlatırdı.
Vur patlansın, çal oynansın bir ay zannederdim o yaşlarda Ramazan’ı.
Sonradan öğrendim ki direklerarası denen yer Fatih, Süleymaniye, Şehzadebaşı camilerinin oluşturduğu üçgene verilen admış.
Gayrimüslimler Beyoğlu ve civarında eğlenirlermiş.
Müslüman, biraz da gariban ahali Ramazan ayında Direklerarası’nda tertiplenen şenliklere katılırlar, Karagöz izlerlermiş.
Kanto yaparlar veya seyrederler miydi, bilmiyorum.
Karagöz de ne derseniz, şimdiki “hologram”ın atası gibi bir şey.
Arkadan yansıyan ışığın perdeye düşürdüğü gölgeleri seyredip eğlenirmiş izleyenler.
Sonra tabii hologramdan önce bir de sinema filan çıktıydı.
Üç boyutlu LCH televizyonlar 2015’lerde yaygınlaştıktan sonra sinema da yavaş yavaş kalktı piyasadan.
Ama küçüklüğümde, yani 70’lerde, 80’lerde “şöyle teravih kılınırdı, böyle mukabele okunurdu, itikafa girilirdi, pek mutlu olurdu insanlar Ramazan aylarında” denildiğini doğrusu pek hatırlamıyorum o iptidai televizyonlarda.
95-96’ydı sanırım, birtakım mürteciler büyük belediyeleri ellerine geçirdiler.
Pat, Ankara’nın, İstanbul’un göbeğinde önce büyük iftar çadırları kurulur oldu.
Halk çadırlara hücum etti, vatandaşla omuz omuza aynı çorbaya kaşık sallar oldu.
Halbuki önceleri “Halk plajlara hücum etti, vatandaş denize giremez oldu” diye manşetler atılırdı.
Bu çadırlar büyük küçük bütün kentlere sirayet etti.
Çadırlarda toplanan büyük kalabalıklar ekonomik krizle ilişkili açlığa mı yoksa manevi birlikteliğe duyulan açlığa mı işaret ediyor, tartışılır oldu.
Yetmedi, ardından büyük camiler geceleri ışıl ışıl aydınlatılır oldu.
Üstüne üstlük resmî, gayriresmî bütün kanallar iftar programları başlatıp cami avlularından, iftar çadırlarından, Saraybosna’dan, Priştine’den, Erbil’den, Diyarbakır’dan canlı kandil geceleri, Miraç geceleri yayınları yapar oldular.
Hiç tınmayan kanallar vardı ama onların da Kanto oynattıklarını hatırlamıyorum.
İşte tam o yıllar iftar çadırları buluşundan sonra bir icatları daha oldu belediyelerin.
Büyük camilerin önünde Ramazan şenlikleri başlattılar.
Onların arasında en cafcaflıları da Sultanahmet Meydanı’nda kurulu olandı.
Bir tarafta bütün haşmetiyle Ayasofya, bir tarafta koskoca Sultanahmet.
Pırıl pırıl aydınlatılmış gökyüzünü delip geçen on tane gümüş renkli minare.
Zamanla oradaki programlar Minarelerarası Ramazan Şenlikleri olarak anılır oldu.
Eski Bizanslıların at yarıştırdıkları o müstesna meydanda kebapçı, kokoreççi, simitçi, çaycı, pamuk helvacı birbirine karışmıştı.
O yıllarda o hercümerci hep kınayarak karşıladığımı hatırlıyorum.
Ayasofya’yı görmeye gelmiş canım turistlere rezil oluyoruz diye utancımdan yerin dibine geçiyordum.
Ta ki bir gece o macuncuya rastlayıncaya kadar.
Sosyolojik gözlem yapıp, ertesi gün gazetedeki köşemde kınayıcı bir yazı kaleme almak üzere Sultanahmet Meydanı’na gittiğim bir yaz akşamıydı.
Dört tekerli otomobilime yer bulmam tam bir saatimi aldı.
Öyle bir mahşerî kalabalık.
Sivil görüneyim diye yanıma 8 yaşındaki oğlumu da almıştım.
“Baba bak burada ne var!” diye seslenmesiyle macuncuyla burun buruna geldim.
Derince bir tepsi içinde rengarenk onlarca macun.
Çocukluğumun geçtiği küçük kasabada 8 yaşındayken yediğim büyülü macunun aynısı.
“Yok artık, macuncu da herhalde o eski macuncu değildir” derken ezan okunmaya başladı.
Rengarenk inanılmaz büyülü macunlar ve dört bir yandan gelen inanılmaz ezan sesleri.
İtiraf ediyorum, hayatımda ilk kez içimdeki meleğe uydum.
Oğlumun elinden tuttuğum gibi daldım kalabalığa, vardım camiye, uydum hazır olan imama.
Kıl babam kıldık, kıl babam kıldık.
Meğer Ramazanlarda normal vaktin üstüne ilave 20 rekat daha kılıyormuşsun.
Ama o gece değil 20, 100 rekat kılsalardı, kılardım. Zaten ilk ve tek gecem oldu benim.
Tıpkı Orhan Pamuk gibi. O da bir tek gün oruç tutmuş ömrü hayatında.
Öyle yazıyor hatıratında. Ben de böyle yazdım.
Ama benim oğlan bir daha bırakmadı namazı, niyazı.
Kaybettik çocuğu ama saygıda kusur etmez kerata.
Kerata dediğime bakmayın, bugün 58 yaşında.
O hızla hâlâ gider, Ramazan’da Minarelerarası’na, hiç aksatmaz.
Ben de ara sıra uğruyorum.
Uçargiderle bir dakikada varıp, paraşütle iniyorsun aşağı.
Park derdi sıfır ama yine inanılmaz kalabalık meydan.
Sultanahmet’in, Selimiye’nin, Ulu Camii’nin, Ayasofya’nın holograma yansıtılmış birebir üç boyutlu görüntüleri var alanda.
Hangisinde istersen namaza durabiliyorsun.
Yaşar Hoca’nın torunu, imamın aslı değil sanal görüntüsü de olsa namaz caiz olur diyor ama gerçek imamın arkasında durmayı tercih ediyor millet.
Diğer dinlerin mensupları da kendi kutsal günlerinde istedikleri hologramın altında yapıyorlar ibadetlerini.
Ama macunu ve macuncuyu ara ki bulasın.
Sadece üstünde macun, pamuk helva, koz helva yazan tabletlerden alabiliyorsun.
Tatları belki aynı ama o eski hercümerci özlüyor insan.
Hercümerç dedim de aklıma geldi.
Yeni hükümet bir Demokratik Açılım tutturmuş gidiyor.
Şuna açık açık Arap Açılımı demeye çekiniyorlar.
Evet, Kürt Açılımı eskiden başarılı olmuş olabilir.
O başarılı oldu diye sınırlarımızı daha da genişletmenin bir anlamının olmadığını düşünüyorum.
Bu kadar petrol geliri ve bu kadar GSMH neyimize yetmiyor anlayabilmiş değilim.
Pakette ne olduğunu görmeden ve herkesle uzlaşmadan açılıma karşıyım.

Paylaş Tavsiye Et