Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (October 2009) > Söyleşiyorum > Halil Berktay: “Özgürlük yoksa, üniversite yoktur”
Söyleşiyorum
Halil Berktay: “Özgürlük yoksa, üniversite yoktur”
Konuşanlar: Ali Aslan - Ebru Afat
Son yıllarda halktan ve uluslararası toplumdan gelen baskılarla bir reform sürecine giren Türkiye’de yükseköğretimin kaderinin ne olacağı merak konusu. Bu noktada, hemen hemen her sosyal kurumun devlet etrafında ve devlet için örgütlendiği Türkiye’de üniversitelerin özerkliği, YÖK ve yükseköğretimde zihniyet değişikliği gibi konular gündemi işgal ediyor. Bir sosyal kurum olarak üniversitenin ne olduğunu ve Türkiye’de üniversite kurumunun geçirdiği aşamaları, kendisini “bağımsız solcu bir entelektüel” olarak tanımlayan Prof. Halil Berktay ile konuştuk. Berktay 1947’de İzmir’de doğdu. 1964’te Robert Kolej’den mezun olduktan sonra, Yale Üniversitesi’nde İktisat bölümünde 1968’de lisans, 1969’da da yüksek lisansını tamamladı. 1969-1971 ve 1978-1983 yılları arasında Ankara Üniversitesi’nde dersler verdi. 1992’de Birmingham Üniversitesi’nde Tarih alanında doktora derecesi aldı. 1992-1997 yılları arasında ODTÜ, Boğaziçi ve Koç üniversitelerinde çalıştı. 1997’de Harvard Üniversitesi’nde misafir öğretim görevlisi olarak ders veren Berktay, halen Sabancı Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi’nde görev yapıyor. 20. yüzyıl Türk milliyetçiliği, Türk tarih yazıcılığı, karşılaştırmalı Avrupa ve Ortaçağ sosyal ve iktisat tarihi, Türk milli hafızasının inşası gibi alanlara yoğunlaşan Berktay’ın belli başlı yayınları ise Kabileden Feodalizme (Kaynak Yayınları, 1983), Cumhuriyet İdeolojisi ve Fuad Köprülü (Kaynak Yayınları, 1983), Bir Dönem Kapanırken (Pencere Yayınları, 1991), Rönesans İtalyası ve Osmanlılar (Sakıp Sabancı Müzesi, 2004), ve Suraiya Faroqhi ile birlikte editörlüğünü yaptığı New Approaches to State and Peasant in Ottoman History (Frank Cass, 1992).
 
 
Üniversite sosyal bir olgu olarak insanlık tarihinde nereye oturur? Üniversite nedir?
Üniversitenin Ortaçağ kökenleri ile 19. yüzyılda önce Almanya’da, sonra diğer Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da nasıl yeniden tanımlandığını, bu yeni modelin dünyaya nasıl yayıldığını ve son olarak da bir ideal olarak üniversite olgusunu birbirinden ayırmak gerekir. 19. yüzyılda üniversitenin yeniden tanımlanması ve sonradan bunun bir ideal haline gelmesi çok muazzam bir olay. Bu idealin, insanlığın evrensel bilgi birikiminin tamamını kucaklama, bu evrensel bilgi birikiminin bileşenleri olan disipliner bilgi birikimini lisans öğrencilerine aktarma ve aynı zamanda bilginin yeni sınırlarını yoklayacak ve zorlayacak yeni araştırmacılar yetiştirme gibi boyutları vardı. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında ilk olarak Almanya’da şekillenen, ardından hızla Avrupa’nın tamamına ve sonra dünyanın diğer ülkelerine yayılan bir model var: “Araştırma üniversitesi”. Yani bir çeşit yüksek öğretmenlik koleji değil de, orjinal araştırmaların yapılmasını bir şemsiye altına alan kurum olarak üniversite. Bu hayati bir gelişmeydi.
Bizim bugün anladığımız şekliyle organize eğitim sistemi, -yani sadece üniversite değil, ilk ve orta öğretim de dâhil- 19. yüzyılın bir ürünü. Bunun da çok güçlü sebepleri var. Meslekler 19. yüzyılda icat ediliyor. Bu Sanayi Devrimi’nin bir sonucu. Sanayi Devrimi öncesi geleneksel toplumlarda mesleklerden, daha doğrusu serbest mesleklerden söz etmek çok zor; varsa da çok sınırlı. İngilizcedeki occupation-profession ayrımını Türkçede çok kolay veremiyoruz. Geleneksel tarım toplumunda köylülük bir meslek değildir. Nüfus cüzdanına çiftçi yazarlar ama o bir meslek değildir aslında. İnsanın içine doğduğu varoluş halidir. Osmanlı toplumu gibi bir toplumda meslekler yok mudur? Vardır, az sayıda da olsa. Hekimlik, cerrahlık vs. daima meslektir. Âlimlik, müderrislik, kadılık, şeyhülislamlık vs. iyi tanımlanmış eğitim süreçleri gerektirdiği için daima uzmanlaşmış mesleklerdir. Evet, berberlik gibi çeşitli zanaatlar da birer meslektir. Mimarlık da bir meslektir. Ama yine de Osmanlı veya Avrupa Ortaçağ toplumu gibi geleneksel tarım toplumlarının meslekler yelpazesi, günümüz sanayi veya sanayi sonrası toplumunun içerdiği mesleklerin pek azını kucaklar. Mesleklerin tanımlanması ve nitelikli elemanların yetiştirilmesini sağlayacak bir eğitim sisteminin kurulması, Sanayi Devrimi’yle, modernitenin bu son aşamasıyla gündeme geldi. Çünkü artık geleneksel usta-çıraklık ilişkilerinin, el yordamıyla ulaşılan ürün, meslek ve hizmet tanımlarının yeterli olmadığı bir noktaya gelindi. Mesela buhar makinesinin veya buhar makinesiyle çalışan metal çerçevesi olan bir dokuma tezgahının icadı, sadece buhar makinesinin silindirlerinin standart olarak aynı çapta imal edilmesini değil, onları aynı çapta imal edecek mühendisin de yetiştirilmesini gerektiriyordu. Makine mühendisi, doktor olacaksa standart bir eğitim alacak ki hayati hata yapmasın. Yani modern sanayi ekonomisinin işleyebilmesi için evrensel eğitim sistemleri ortaya çıktı.
 
Peki, modern yaygın eğitimin ya da organize eğitimin doğuşunda politik faktörlerin rolü nedir?
Organize eğitim sistemlerinin doğuşunda, sanayi toplumunun ihtiyaçlarının yanında bir de ulus-devlet yapılanmasının ihtiyaçları var. Ulus-devletin ideolojik ihtiyaçlarının karşılanması, milliyetçilik etrafında halkın devletle ilişkilerinin yeniden tanımlanması lazım. Tam da bu noktada önemli bir çelişki ortaya çıkıyor. Bilimin ve evrensel insanlığın beklentileri ile ulus-devletin beklentileri arasında bir gerilim oluşuyor. Nitekim bunu bugün Türkiye üniversitelerinde gayet net bir şekilde yaşıyoruz. Bir yanda bir insanlık ideali olarak bilim ve dolayısıyla üniversite diye bir şey var. Öte yandan her kurum, her sosyal fenomen gibi üniversiteler de ideal bir ütopyada, boşlukta durmuyorlar; somut bir toplumun bünyesinde ortaya çıkıyor ve kendi içlerinde hiyerarşik iktidar ilişkilerini, insanın insan üzerinde tahakkümünü beraberinde getiriyorlar. Üstelik üniversiteler pek çok örnekte, özellikle de Türkiye örneğinde, tahammül edilemeyecek derecede bir ulus-devlet kadrajı içinde yer alıyorlar. Bu da beraberinde bin türlü bozukluğu, ahlaksızlığı, kirliliği ve çarpıklığı getiriyor.
 
Türkiye özeline bakacak olursak…
Türkiye’ye has problemler var tabii. Temel problem, benim çok çeşitli bağlamlarda tekrar tekrar söylediğim gibi “Türkiye’nin Prusyalılığı”. Prusyalılığı yukarıdan aşağıya örgütlenmenin bir metaforu olarak kullanıyorum. Kapitalist modernitenin gelişiminde önde giden ülkeler var. Batı Avrupa’dan Orta ve Doğu Avrupa’ya, Güneydoğu Avrupa’ya doğru gittikçe karşımıza kapitalist gelişmede geciken ülkeler çıkıyor. Dolayısıyla kapitalist gelişmeyi hızlandırmak için devletin yukarıdan aşağıya yaptırım gücünü daha yüksek dozajlarda kullandığı toplumlarla karşılaşıyoruz. Bu sebeple Almanya’dan başlayarak Rusya’yla ve diğer Balkan ülkeleriyle vs. paylaştığımız pek çok ortak özellik var. Devlet göreceli özerkliği içinde yukarıdan aşağıya büyük bir yaptırım gücü uygulayarak modernitenin hızlandırıcısı rolünü oynamaya başlıyor. Almanya örneğinde diyebiliriz ki devlet, adeta toplum karşısında yani toplumu doğurtan veya yaratan Tanrı rolüne bürünüyor. Bu durum, Bismark Almanya’sında ve eğitim sisteminde oldukça belirgin. Son derece yukarıdan aşağıya doğru örgütlenen, otoriter ulus-devlet ideolojisinin olağanüstü güçlü olduğu bir üniversite sistemi kuruluyor. Bütün o kerli ferli profesörler varlıklarını, yani kürsülerini Prusya devletine ve Bismark’a borçlu olduklarını çok güçlü bir şekilde hissediyorlar. Bunu içselleştiriyorlar ve dolayısıyla devlete merbutiyetiyle övünen ve hatta bunu tamamen içselleştiren ve doğallaştıran, otoriteye itaat ve ulusal ideolojiye hizmet üzerine kurulu bir üniversite dünyası ortaya çıkıyor. Bu belki doğa bilimlerinde o kadar önemli değil; ama özellikle çok sesliliğe, renkliliğe ve özgür düşünceye fevkalade ihtiyaç duyulan insan ve toplum bilimlerinde gerçek bir üniversite atmosferinin ortaya çıkmasının önündeki en temel engel. Halbuki 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Almanya’da sosyal bilimlerde öyle insanlar çıkmaya başlıyor ki, dertleri varsa yoksa Alman devletinin varlığı, bekası. Öyle bir zihinsel dünya ki, milliyetçilikle devletçiliği ayırt etmek mümkün değil. Milliyetçi-devletçi bir sentez. Nazizm gökten zembille inmiş bir şey değil. Devletin peşinde koştuğu muazzam idealler karşısında tek bir insan hayatının önemi nedir ki? Bireyi tamamen hiçe sayan ve devleti yere göğe sığdıramayan, devlet fetişisti bir söylem gelişiyor. Nazizm de bunun üzerine oturuyor.
Bu durum Türkiye için de önemli ölçüde geçerli. Kemalist devrimin üniversitelerde vardığı nokta bu. 1930’ların başlarındaki “Darülfünun Reformu” çok kritik bir nokta. Burada yukarıdan aşağıya modernleşmeci ulus-devletimizin doğrudan doğruya üniversiteye müdahalesini görüyoruz, “ulusal devrimimizin ihtiyaçları böyle bir üniversite gerektirmektedir” söylemiyle. Bundan sonra Türk üniversite camiasını devletçi bir otoriterizmin dışında düşünmek zor. Bakın 1930’ların başlarında Büyük Buhran gelip çatmış. 1920’lerin görece daha ılımlı karma ekonomi anlayışının yerini çok daha katı ve otoriter bir ekonomi-politik almış. Mete Tuncay’ın ve başkalarının kitaplarından biliyoruz ki tek parti iktidarının kurulması esas orada başlıyor. 1925-27 Takrir-i Sükun Kanunu, İzmir suikastı, İstiklal Mahkemeleri’nin ikinci defa kurulmasının üzerine bir de Büyük Buhran ve ekonomide devletçiliğin çok daha katılaşması geliyor. Tek parti iktidarı esas bu noktada sistematize oluyor. Tamamen devlet eliyle icat edilmiş bir fantezi kurgu olan “Türk tarih tezi” burada ortaya çıkıyor. Resmî tarih doktrini bu olacak deniyor. Üniversite reformu işte böyle bir ortamın ürünü.
 
Üniversite reformunun içeriğinden bahsedebilir misiniz?
Burada üniversite reformu sırasında atılanların ne kadarı değerliydi, ne kadarı değersizdi tartışmasını yapmak istemiyorum. Gerçekten modası geçmiş bir anlayışın temsilcileri miydi, onlarla araştırma olmaz mıydı, kalanlar fevkalade araştırmacı mıydı gibi soruların peşinde değilim. Bu içinden çıkılabilir gibi değil. Zaten mesele bu değil. Devletin müdahalesi, el koyması ve bir kısım insanları atması, yeniden şekillendirmesinden itibaren üniversite camiasının bütünü üzerine çöken ve her zerresine nüfuz eden devletçi-otoriter zihniyet… işte asıl mesele bu. Yani devlete bağımlılık hissi; devletin dediğinden dışarı çıkmama, devlete hizmet etme inancı. Prusyalılık diye tarif ettiğim şey bu. Bu zihniyet o dönemde üniversitenin mayasına giriyor. Bu önemli bir kırılma noktası. Şunu da demek istemiyorum. O zamana kadar üniversite harikuladeydi de ondan sonra çok kötü oldu değil. Ama Türkiye’de modern bir üniversite sisteminin yaratılması veya üniversitenin modernleşmesi atılımı bu ideolojik boyutlarla el ele gidiyor. Bunları ayrıştırmak mümkün değil.
 
Bu dönemde Nazi Almanya’sındaki baskıdan kaçanların “Prusyalı” bir Türkiye’ye gelmiş olması bir çelişki değil mi?
Bu, tarihî bir tesadüf. Bir yandan devlet müdahalesiyle bir üniversite reformu yapılıyor ve hayli Prusyavari bir atmosfer yerleşiyor. Fakat o sırada Almanya’dan gelen mülteciler, kendi haline bırakılsa belki çok daha katı olabilecek çerçevenin içine büyük miktarlarda evrensel bilim enjekte ediyorlar. Türkiye’ye bir daha tekrarlanmayacak bir konjonktürde evrensel bilimi taşıyorlar. Deyim yerindeyse devletin üniversiteye müdahalesinin, Darülfünun Reformu’nun muhtemel daha kötü sonuçlarını yumuşatan ve hayli değiştiren bir dış faktör oluyor. Evrensel çapta bilim adamları geliyorlar, Almanca ders veriyorlar, asistanları tercümeler yapıyorlar. O şişe, öyle bir evrensel bilim şarabını tutmak için yapılmamış aslında. Fakat bir şekilde o şişenin içine bambaşka bir şey dolduruluyor. Yetiştirdikleri asistanlar ve öğrencilerle o katı devletçilik ve tek parti yıllarının dışarıya pek de öğrenci gönderemeyen Türkiye’sini evrensel bilim normlarıyla ve pratikleriyle, üniversite adabıyla tanıştırıyorlar.
Tabii bu insanlar değişik nedenlerden dolayı zihniyet anlamında pek bir değişiklik getiremiyorlar. Her şey de illa 12 Eylül’le iyice kötüleşmiş değil. Otoriter-devletçi çerçeve en başından itibaren var. Bu zaten üniversiteyle de sınırlı değil. 1930’ların tek parti dönemi ve bütün toplum hayli hiyerarşik bir sistem içinde şekilleniyor. Profesörlerle doçentler, doçentlerle asistanlar arasında muazzam uçurumlar var. Gerçekten kendi başınıza hoca olmak ancak profesörlükle mümkün. Çok uzun süre ders veremiyorsunuz. Ancak doçent olduktan sonra kendi adınıza ders vermeye başlıyorsunuz.
 
Darülfünun Reformu sonrası süreçte önemli kırılma noktaları olarak neleri görüyorsunuz?
Sonraki dönemde Türkiye toplumunun doğrudan doğruya nicel boyutlarıyla yani demografisi, ekonomisi, kişi başına düşen milli geliri ile büyümesi olayı var. Biz bir cihan harbinden ve İstiklal Harbi’nden çıkan Türkiye’nin ne kadar küçük bir ülke olduğunu unutuyoruz. Çocukluğumda, doğum yerim olan İzmir’in 200 bin civarında nüfusu vardı; Türkiye 24 milyondu, derken 26 milyon oldu. Liseyi okuduğum İstanbul 1,2 milyonluk bir kentti. Toplum büyüyor. Gitgide daha fazla ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite ihtiyacı doğuyor. 1920 ve 30’larda Türkiye iyi kötü kendine yeterli bir eğitim sistemi kurmuştu. Ama bu çatırdamaya başlıyor. Büyümenin yükünü taşıyacak kalifiye insan yok. Bu nicel büyüme, standartların düşürülmesini de beraberinde getiriyor.
İkinci boyut 1960 sonrası gerçekleşen aşırı politizasyon. Bu süreci bizzat yaşamış biriyim. 1969’da Türkiye’ye döndükten sonra solun bir parçası oldum. Bütün tahribatı 12 Mart ve 12 Eylül’ün bir sonucu olarak görmüyorum. Sağ-sol kutuplaşması ve aşırı politizasyonun başlı başına bir tahribat faktörü olduğu kanısındayım. Türkiye Batı’daki daha sabırlı, daha yavaş, daha olgun demokratikleşme ve özgürleşme süreçlerini yaşamadan, adeta çok otoriter bir önü iliklilik halinden çılgın bir sınırsız özgürleşme sarhoşluğuna atladı 1960’larda. Şimdi mutlaka birilerinin kaşları kalkacaktır bunları okuduğunda; ama solun içinden biri olarak söylüyorum ki, Türkiye’de sol çok karmaşık nedenlerle özgürlüğün ve demokrasinin kıymetini bilemedi. “Burjuva demokrasisi” ya da darbeci kesimlerin terminolojisinde “Filipin demokrasisi”, “cici demokrasi” söylemi çerçevesinde demokrasiyi horladı. Bununla birlikte sürekli mevcut özgürlüğü ve demokrasiyi istismar etmekten söz etti. Mevcut demokrasi ve özgürlüğü, solun kendi bağımsızlığını, yasal ya da yasadışı örgütlenmesini geliştirmede yararlanılacak bir fırsata indirgedi. Bunda 1960’larda Maocu Marksizm’in Türkiye’ye girişinin çok önemli rolü oldu. Türkiye liberalizmle, sosyal demokrasiyle, yani geniş bir ideolojiler spektrumuyla doğru dürüst tanışmadan, sol gençlik kendini tamamen silahlı devrim fikirleri üzerinden örgütlenmiş bir aşırı politizasyonun içinde buldu. Bunun karşısında vahşi bir sağ yer alıyordu. Sağ-sol vuruşması ilk önce 12 Mart, sonra da 12 Eylül askerî müdahalesine yol açtı. Dolayısıyla bu sağ-sol kutuplaşması ve vuruşmasının nasıl korkunç otoriter bir rejim empoze etmek için bahane olarak kullanıldığını biliyoruz. O aşırı politize ortamın başlı başına kendi tahribatı da oldu. Türkiye’de sağ da sol da üniversitelere kendi ideolojileri adına ele geçirilmesi gereken birer kale gözüyle baktı.
 
Size göre bir üniversite nasıl olmalı?
Üniversite benim idealimde özgür olmak zorunda. Yanlış ideolojiye karşı bir doğru ideoloji tarafından kurtarılmış yer anlamında bir özgürlükten bahsetmiyorum. Bütün görüş, ideoloji ve yaklaşım tarzlarının sokak varyantlarıyla değil, olabildiğince akademik varyantlarıyla serbestçe tartışılabildiği ve bütün alternatif ekoller, yaklaşımlar hakkında öğrencinin bilgilenebildiği ve kendi yorumlarını geliştirebildiği, fikirlerin serbestçe mukayese ve mübareze edilebildiği bir alan olmak zorunda üniversite. Bilimin itici gücü ancak ve ancak özgürlük ve serbest tartışma olabilir. Üniversiteye fırsatçı bir şekilde yaklaşmak yapılabilecek en büyük hatadır. Üniversite devletimizin şu ihtiyaçlarına cevap versin, şu konuda politika ve çözüm getirsin, şu ideolojiyi desteklesin şeklindeki fikirler oldukça yanlıştır. Üniversiteye bu şekilde yaklaşmak, bir toplumun kendi hayat damarlarını kendi eliyle kesmesi demektir. Çünkü yeknesak, tekdüze bir üniversiteden yeni fikir, bilim, yaratıcılık vs. çıkması imkansızdır.
Sovyetler Birliği neden çöktü? İdeolojik yeknesaklıktan. Sonuç olarak Sovyet sistemi, farklı yaratıcı fikirleri, serbestçe ve özgürce düşünmeye, üretmeye, yaratmaya elverişli olmadığı için Sovyet toplumu hem demokrasiyi hem de üretkenliği geliştiremedi. Türkiye’deki üniversiteleri düşünürken, hem kendi kendimize hem de bugünkü rejim veya 12 Eylül rejiminin haleflerine, ama öncelikle Türkiye’de sağın ve solun çeşitli anlamlarda mirasçılarına şunun sorulması lazım: Biz ne istiyoruz üniversitelerden? Sovyetler Birliği’ndeki Marksizm-Leninizm Enstitüsü gibi bir üniversite mi istiyoruz? 1930’ların yeni açılan Atatürk ilkeleri ve inkılap tarihi enstitüleri modeli üzerine kurulmuş, bir “izm”in ilkelerinin belletildiği ve herkesin bu tek çizgiye uydurulduğu bir üniversite mi istiyoruz? Dünyadaki yerini hâlâ bulamamış, gelişme potansiyelini hâlâ idrak edememiş ve idrak edip etmeyeceği de belli olmayan çok karmaşık, çok çelişkili bir Türkiye var. Bu toplumun önünü eğitimde, öğretimde ve bilimde özgürlük açabilir. Üniversiteler Kıbrıs politikasını destekleyecek çareler üretsin, Ermeni sorununda devlet çizgisine girsin, herkes Denktaş’ı destekleyen bildiri yayımlasın gibi emirler yağdırmak, bindiğimiz dalı kesmektir. Üniversite belirli bir anda devletin ve iktidarın şu veya bu pozisyonunu desteklemekle mükelleftir, milli çıkardan anlaşılan bu. Halbuki Türkiye’nin asıl milli çıkarı, özgürlüğün ürünü olabilecek bir yaratıcılık ve bilimsel gelişme atılımını coşkuyla ve bütün boyutlarıyla yaşamasıdır. Üniversiteye bir milli çizgiye itaat ve çizgi dışına çıkmama rolü empoze etmek, aslında Türkiye’ye verilebilecek en büyük zarardır.
 
12 Eylül’ün yükseköğretime etkisi ne oldu, nasıl bir üniversite sistemi doğdu?
Sağ ve sol, üniversiteler kimin kalesi olacak kavgası yaparken, onlardan çok daha büyük bir güç geldi. İkisini de tokatladı ve “Hayır, üniversiteler asıl benim kalem olacak; resmî devlet ideolojisinin, Atatürkçülüğün kalesi olacak” dedi. Tabii elinde bunu yaptıracak materyal gücü de vardı. Bu sefer Türkiye şöyle bir trajedi yaşadı. 1980 öncesi o korkunç toz duman ortamının, sağ-sol militanlaşmanın alternatifi olarak lafta bir depolitizasyon ve bir devlet Atatürkçülüğü biçiminde bir repolitizasyon dayatıldı. Zaten Türkiye’deki üniversite sisteminin içinde ta 1930’ların başından itibaren çok kuvvetli bir otoriterizm, devletçilik mayası vardı. 12 Eylül sonrası dönem, Türkiye’deki tek parti döneminin cenderesine adeta taş çıkartacak, devlete sımsıkı bağımlı bir üniversite sistemi getirdi. Mesele sadece YÖK’ten ibaret değil. Bu konudaki tartışmalarda sadece YÖK hedef alınmakla çok büyük bir hata yapılıyor. Evet, bütün üniversiteler korkunç otoriterleştirildi. Hepsinin tepesine yeni devlet Atatürkçülüğüne yüzde yüz sadık rektörler getirildi. Üniversitelerin ellerindeki az buçuk özerklikleri de alındı. Seçim yerine muazzam hiyerarşik bir atama sistemi getirildi. Bütün bunların tepesine de YÖK, genel ideolojik bir komiser olarak oturtuldu. İtaat ve hiyerarşi, adeta bu sistemin eti, kanı, soluduğu hava ve içtiği su haline geldi. Bir kışla zihniyeti yaratıldı. Profesörler rektörün, doçentler profesörlerin, asistanlar doçentlerin, öğrenci de herkesin karşısında susta duracak denildi.
 
Türkiye dünyadan kopuk bir ülke değil. Dünyada demokratikleşmeye ve daha fazla özgürlüğe yönelik bir eğilim var. Bu üniversitelerin akademik kadrolarına yansımıyor mu?
Her şey birdenbire olmuyor. Bazı faktörler var. İlk önce terazinin olumsuz kefesini biraz daha işleyelim. Bu YÖK sistemi veya 12 Eylül sistemi aynı zamanda muazzam bir üniversite artışına denk düştü. Türkiye’deki üniversite sayısı 70’leri buldu. Sosyo-ekonomik ve kültürel birikim ve gelişim şansları itibarıyla bir üniversiteyi taşımaya hiç elverişli olmayan bir yığın il merkezine, adı üniversite olan fakat fiiliyatta meslek okulu veya biraz görkemli bir lise olmaktan ileri geçmeyen pek çok diploma fabrikası kuruldu. Bu seviye düşüşünü büsbütün arttırdı. Toplumun demokratikleşme özlemi ve isteğinin üniversiteye yansıması çok karmaşık bir mekanizma. Nevşehir’de, Isparta’da veya başka herhangi bir yerde, oranın halkının ve gençliğinin demokrasi istemesiyle otomatik olarak üniversiteler demokratikleşmiyor. Müthiş dolayımlar var arada.
Benim tekrar tekrar sorduğum bir basit soru var, “devlet üniversitesi” denen isim tamlaması ile ilgili. Bu öncelikle devlet midir, yoksa öncelikle üniversite midir? Türkiye’de resmî makamların buna verdiği cevap çok açık: Devlet üniversitesi, devlettir; devletin bir üniversitesidir. Devletçi-milliyetçi ideoloji, devlet üniversitelerini devletin başka herhangi bir kurumundan farklı görmüyor. Üniversite olma vasfı değil, devlet olma vasfı ağır basıyor. Bu noktada her şeyden önce muazzam bir zihniyet değişikliği gerekli. Bu, üniversitelerin var olduğu yerleşim birimlerinden üniversiteye intikal etmez. Türkiye’de halkın bir demokratikleşme, özgürleşme iradesi varsa bu ilk önce bir şekilde siyaset kurumuna yansıyacak; sonra hükümete ve oradan da üniversitelere. Bunun başka türlü olması mümkün değil. Üniversite üniversitedir ve üniversiteden beklenebilecek azami fayda tamamen özgür ve özerk bir bilim kurumu olmasıdır. Evrensel gerçeği arayan, evrensel gerçeği aramakta özgür olan bir bilim kurumu olmasıdır. Böyle bir zihniyet değişikliğine ihtiyacımız var.

Paylaş Tavsiye Et