Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2009) > Dosya > Yoksulluk ve festival bağlamında Ramazan fenomenolojisi
Dosya
Yoksulluk ve festival bağlamında Ramazan fenomenolojisi
Yasin Aktay
RAMAZAN dinî anlam ve muhtevasının yanında başka anlam ve boyutları da olan bir sosyal olgu, bir fenomendir. Fenomen olma boyutu herkesin kendi zihin ve anlam dünyasında onunla ilgili bambaşka bir karşılık bulabilmesinde yatıyor. Bu kadar yoğun bir biçimde ve bütün toplumsal kesimler üzerinde bir etki yaratacak şekilde yaşanan bir hadisenin herkesi farklı şekillerde etkilemesi kaçınılmazdır. O yüzden Ramazan’ın “asıl anlamı” üzerine kim ne biliyorsa, kim ne algılayıp ne anlıyorsa; onu anlatır durur. Herkes Ramazan’dan kendi anladığının daha sahih, daha gerçek ve daha ehemmiyetli olduğunda ısrarcıdır. Doğal olarak, sonuçta hiçbirisinin dediği diğerininkini çok da geçersiz saymaz.
Örneğin daha dindar ve sahihlik iddiasında baskın olan bir eğilim, Ramazan’ın festivalleşmesinden şikayet eder ve buna karşı alınması gereken esaslı tedbirlerden söz eder. Oysa bu bahis belki bazılarını etkileyerek festival boyutundan uzaklaştırabilir ama Ramazan’ın bir sosyal hadise olarak bir de bu şekilde tezahür etmesini engelleyemez. Haddi zatında Ramazan’ın bir de festival boyutu olduğu, kimilerine de olayın en çok bu kısmının cazip geldiği tartışmasız bir gerçektir. O nedenle fenomen yani Osmanlıcadaki deyimiyle zahiriye, herkese kendi anlam dünyasına göre bir karşılığın bulunduğu çok yönlü bir durumu en güzel anlatan kelime olsa gerek.
Diğer yandan festival kavramının Türkçe çağrışımları galiba kulağa biraz olumsuz geliyor, oysa kelimenin Avrupa dillerindeki karşılığı tam da bayrama veya herkesi bir arada toplayan ve insanlara ortak bir anlam alanı kuran kutsal bir zaman ve mekan tecrübesine denk düşüyor. Bu da Ramazan’dan daha fazla bir zahiriyeye yakışmaz herhalde. Yılın bütün aşamalarında iş hayatı veya başka özelliklerinden dolayı ayrışan insanların bütün bu ayrıştırıcı meşgalelere ara vererek buluşabildikleri bir ortak anlam dünyasıdır festival. O yüzden festival deyip geçmemek gerekiyor. Ramazan’ın, bu festival alanını Türkiye’de en güçlü biçimde kuran, bütün farklar düzeninin bir anda duraklatıldığı bir fasıla olduğu bir gerçektir. Bu fasıla içinde ibadet edene de, kendine bir eğlence alanı bulana da hitap eden bir yanın olması Ramazan’ın toplumsallığı kuran, kültürü inşa eden gücüne işaret ediyor. Festivale herkes kendi imkanlarıyla, algısıyla, takvasıyla, kişiliğiyle bir bütün olarak katılır. Ama sonuçta herkes kendisinden önce ve kendisinden bir ölçüde bağımsız olarak var olan bir festivale katılır. Hiçbir bireysel veya fırkasal birimde, kendi özünde festival olmayan bir hadiseyi festivalleştirme gücü yoktur.
Dünya zaman içinde ne kadar değişmiş ve bir çağ, içerisinde ne kadar farklı kültürleri barındırıyor olursa olsun, hepsini aynı eylem kalıbı içinde birleştiren bir zamansal sabitedir Ramazan. Her yıl çıkageldiğinde insanlar arasındaki bütün farklılaşmaları, rölativist kopuşları gideren ve insanları yeniden “Bir”in dünyasına çeken bir ayettir. İnsanlar Ramazan Hilal’ini gördüklerinde artık “bir şey görmemiş olma” veya “diğerinin gördüğünü görmemiş olma” mazeretine sığınamıyorlar. Her şeyi herkes kadar görmüş oluyorlar.
 
Ramazan ve Yoksulluk
Bir fenomen olarak Ramazan’ın yoksullukla olan ilişkisi, yoksullarla ilgili bazı uygulamaları ve endişeleri hatırlatıyor olması, onun doğasının en önemli sonucu veya parçasıdır. Orucun doğal bir sonucu, insanın kendini başka insanlardan bedensel düzeyde koparan bütün farklılaşmaları en ortak insani deneyimde gidermesi, insanlar arasındaki deneyim ortaklığının farkına vardırması, diğerkâmlık duygusunu canlandırmasıdır. Üstelik başkalarının hatırlanması, yoksulun haline dair bir sorumluluk duygusunun yaşanması, bir doğrudan deneyimle gerçekleşir. Her insan tekinin, en geç arife gününe kadar ödemekle mükellef olduğu fitre borcu için yana yakıla “ihtiyaç sahibi arayışı”na girişmesi eşsiz bir deneyimdir. Hasbelkader son güne kadar bu vecibeyi ihmal etmiş veya yerine getirememiş birinin son günkü arayışını görmüş olmak lazım. Kendisine ait görünenin asla kendine ait olmadığı duygu ve bilincini bu kadar güçlü bir biçimde hissettiren başka bir eğitim sistemi var mıdır acep? İnsanın kendi bencil hapishanesinden çıkışının sembolik bir yoludur bu arayış. Dinî vecibe boyutu dolayısıyla kaçınılamayan bir görev olması, yükümlülüğün yerine getirilmesinde, kuşkusuz insani üslup ve kalite farklarının ortaya çıkmasına da neden olur.
Tabii ki Ramazan’da yoksula yönelik tek uygulama bu değildir. Orucun insanı içine soktuğu rahmet ve merhamet havası, yoksulla dayanışma için de yine eşsiz imkanlar ve tablolar sağlar. Bir dinî zorunluluk olmadığı halde genellikle zekâtın bu ay içinde verilmesi tercih edilir.
Bir dinî vecibe olarak yoksulların gözetilmesi ile yoksula yönelik yaklaşımların bir “politika” haline gelmesi arasında bir çelişki yoksa da, ikincisinde politikanın devlet marifetiyle yürütülen bir uygulama olarak anlaşıldığını hesaba katmalıyız. Değişen toplumsal şartlar, kuşkusuz yoksullara yönelik bireysel yaklaşımlarda da bazı farklılaşmaları kaçınılmaz kılmıştır. Geleneksel kır toplumunda ihtiyaç sahiplerinin durumu ve tespiti, belki birincil ilişki tiplerinin başatlığı dolayısıyla çok daha kolaydır. Oysa kent ortamı, yoksulluğun standartlarını da tezahür biçimlerini de değiştirir. Kent ortamında gözle görülür sefalet boyutlarında bir yoksulluk kadar, ancak kent ortamında ortaya çıkan ama bu ortamda temel sayılan ihtiyaçlarının önemli bir kısmını karşılayamayan çok kalabalık nüfuslar oluşur. Bunların doğrudan veya dolaylı yardımın ne kadarına ihtiyaç hissettiklerini tespit etmek kolay değildir. Her halükarda farklı ölçütlerin devreye girmesi kaçınılmazdır.
Diğer yandan yardımların üslubu konusunda kentleşme ile birlikte daha kurumsal mekanizmaların geliştirilmesi de bir ihtiyaç olarak ortaya çıkar. Yardımın her zaman yüz yüze ilişki içerisinde ulaştırılması rencide edici olabilmektedir. Bu durumda bazı kurumlar aracılığıyla bu yardımların sürdürülmesi bir yoldur. Ancak bu yolun gelişmesiyle birlikte yoksul ile zengin arasındaki doğrudan temasın bütün yollarını kesmenin de bazı sakıncaları olduğunu kaydetmek gerekiyor. İnsani yardımın, infakın, hatta zekatın, zengin ile yoksulun hiçbir şekilde birbirlerinin hallerine dair bir iletişim ve etkileşim yaşamadıkları bazı modern-kentli kurumlar aracılığıyla sürdürülmesi, yardımı bir tür vergiye dönüştürebiliyor. Oysa bu yardımlaşmanın bir insani iletişimin vasatı olarak da çalışmasında büyük hikmetler vardır. Alan el ile veren elin iletişimi bazı insani durumların devreye girmesiyle farklı ve istenmeyen komplekslerin oluşmasına yol açabiliyor. Riya, tenezzül, başa kakma, reklam veya minnettarlık duyguları her zaman insani açıdan rahatsız edici görüntülere neden olabiliyor. Bu durum alan el ile veren el arasındaki teması asgari dereceye indirerek büyük ölçüde giderilebilir. Aracı kurumlar bu açıdan işlevseldir ve zaten kentleşme düzeyinin artışıyla bu mekanizmaların gelişimi arasında da doğal bir paralellik vardır. Ancak yine de alan el ile veren elin temasını tamamen koparmanın, tam da bu alış-verişin içerdiği bir dizi eğitsel boyut dolayısıyla hayırlı olmadığını düşünüyorum. Bu eğitsel fayda sadece yardımı alana değil verene de hatta ona daha fazla dokunan bir faydadır. Hiç kuşku yok, infak, yardım, sadaka, maldan ve mülkten feragat insanı özgürleştirir, mala bağımlı olmaktan kurtarır, insanda bir azatlık duygusunun tohumunu atar. Zira insanı mutsuz kılan en önemli faktörlerden birisi mülkiyet duygusudur. Mülkün özünde kendisine ait olmadığının idrakine varmak insanı az mı rahatlatır?
Bazı insani yardım kuruluşlarının yardım faaliyetlerini, kurumsal bir reklama dönüştürerek verdiği de ifade ediliyor. Bu tür kuruluşların özellikle medyayı kullanarak verdikleri hayırseverlik görüntüleri, yoksulluğu kökünden çözmeye çalışmak yerine muhtaç insanlara erzak dağıtarak vicdanları aklamaya hizmet ettikleri gerekçesiyle eleştiriliyor. Özetle bu eleştiriler, bu tür yardım yönteminde, yoksulluğun kapitalizmin ürettiği bir sorun olduğu gerçeğini kamufle etmesi, devletin çözmesi gereken bir sorun olmaktan çıkarıp halkın merhamet duygularına terk etmesi, insanları yardım eden ve yardım alan kategorilerinde suni bir ayrıştırmaya gitmesi tehlikesine işaret ediyorlar.
Bütün bu eleştirilerin haklılık payı var; ancak bu yaklaşımlar da yoksulluk sorununun devlet marifetiyle tamamen çözülmüş olduğu, henüz dünyanın hiçbir yerinde gerçekleşmemiş mekanik bir toplumu işaret ettiklerinin farkında değiller. Hiç kimsenin hiç kimseden yardım almadığı, bütün ihtiyaçların bir şekilde sosyal devlet makinesince çözüldüğü bir toplum ütopyası bu. Ayrıca böyle bir mekanik toplumun gerçekleşmesi mümkün olsa bile o zamana kadarki yoksullara ne yapılması gerektiğine dair en ufak bir fikir içermiyor bu eleştiriler. Toplum olarak çok uzakta olduğumuz o zamana kadar mevcut yoksulların ihtiyaçlarını nasıl gidereceğiz? Ayrıca insani yardımlaşmaya hiç yer bırakmayan makine gibi bir toplumun bütün insani özellikleri yok ettiğini ütopyalar çağının örnekleri yeterince göstermiştir bize.
Yoksa yardımı, infakı sadece ihtiyacı olana verilen basit bir vergi mi zannediyoruz? Yardımın felsefesi bazılarının zannettiğinden kuşkusuz çok daha derindir. Yardım eden kişi öncelikle kendine yardım etmiş oluyor. Yardım (İslami deyimiyle infak, hayır) öncelikle insanın eşyaya olan bağımlılığından, tutsaklığından kurtulmasına yardım eden, “öteki”nin sorumluluğunu kendi sevdiği eşyadan feragat etme pahasına yüklenmesini öğreten bir nefis terbiyesinin önemli bir adımıdır.
Hayır işleyen kişi, kendinden bir şey vermiş oluyor. Kendinden verdiği her şeyle öncelikle eşyaya olan tutsaklığından kurtuluyor. İnsan sevdiği eşyaları başkasına vermeyi düşünmeye başladığı andan itibaren yoğun bir iç-mücadele sürecine girmiş oluyor. Eşyayı başkasına verirken o eylemin tadını çıkarıyor, özgürleşiyor. O yüzden zannedildiğinin aksine yardımı yapan kişi o yardım eylemine yardımı alandan daha fazla muhtaçtır. İslam tarihinde zekat verecek insan bulamadığı için yana yakıla başka yerlere seyahat eden insanların hikayeleri bir trajedi gibi anlatılır.
İhtiyaç kalmamış olduğu için kimsenin yardım almadığı, kimsenin de yardım etmediği bir topluma ulaşılmasını gerçekten istiyor muyuz? Doğrusu devletin veya ilgililerin bu hedefe yürümek gibi bir sorumluluğu var ve bu sorumluluğu hafifsemiş olmak istemem. Ama böyle bir toplumun herkesin bencilce ve hiç kimseyi düşünmeden, sadece kendine kapanarak yaşadığı merhametsiz ve ruhsuz bir toplum olacağını görüyorum ben, ya siz?

Paylaş Tavsiye Et