Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (July 2009) > Topluyorum > Cumhurbaşkanlığı ve kilitlenen siyaset
Topluyorum
Cumhurbaşkanlığı ve kilitlenen siyaset
 
Bu ay da gündemimiz son derece yoğun arkadaşlar. Önce Türkiye ile başlayacağız. Ardından Amerikan seçimleri ve Ortadoğu ile devam edeceğiz.
Yine cumhurbaşkanlığı seçimi diye başlayacaksın söze. Her şeyi getirip getirip ona bağlayacaksın.

Doğru, yine yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimi ile başlayacağım söze. İster kabul edelim ister etmeyelim Türkiye siyaseti bir süredir bu seçime kilitlenmiş durumda. Türkiye siyasi gündeminin merkezinde öyle ya da böyle cumhurbaşkanlığı seçimi var. Gerilimi tırmandıran temel mesele Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olma ihtimali. Bu, hem Silahlı Kuvvetler için, hem Kemalist zümre için hem Batıcı sermaye çevreleri için, hem de bir kısım medya için istenilir bir durum değil. Medyada kendisine yer bulan herhangi bir siyasal olay, cumhurbaşkanlığı tartışmalarına bağlanıyor, bu konuda toplumsal bir hassasiyet oluşturulmaya çalışılıyor. Bu noktada devreye irtica, laiklik, modern yaşam alanlarına müdahale gibi söylemler giriyor. Önümüzdeki günlerde bu ortam daha da kızışacak gibi görünüyor.

İşin doğrusunu istersen ben cumhurbaşkanlığı tartışmasını yaparken dikkatli olmamız gerektiğini düşünüyorum. Muhafazakâr ya da İslamcı kesimin bu konuya olan ilgisi bana son derece naif beklentilerden besleniyor gibi geliyor. Yapacağımız tahlillerin daha derinlikli olması gerekiyor. Bugün cumhuriyet bir yol ayrımında bunu konuşmamız gerekiyor. Bugün yeniden II. Meşrutiyet döneminin gündemine geri dönmüş durumdayız esasında. Türk modernleşmesinin neyi başaramadığını oturup konuşmak zorundayız. Cumhuriyet bugüne kadar toplumsal meşruiyeti olan bir rasyonalite üretebilmiş değil. Bu noktada sormamız gereken soru şu olmalı bence: AKP bir cumhurbaşkanı atamayı becerse bile bu Türkiye’de yapısal hale gelmiş bunca sorunu çözmek için birtakım kanallar açabilecek mi? Ben bunu mümkün görmüyorum. Dolayısıyla da kimin cumhurbaşkanı olacağı beni ilgilendirmiyor.

Türkiye siyasi hayatının serencamına dair yaptığın bu ufuk açıcı değerlendirme önemli. Ancak, Türkiye siyasi hayatında halihazırda olan biten birçok gelişmeyi doğru anlamak istiyorsak, cumhurbaşkanlığı meselesini ve bu mesele etrafında karşı karşıya gelen tarafları doğru tahlil etmek durumundayız. Yapmaya çalıştığımız analiz, cumhurbaşkanlığına dair herhangi bir beklentiyi yansıtmıyor. Türkiye siyasetini okumaya ve anlamaya çalışıyoruz.

Evet bu bağlamda da yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimi oldukça kayda değer bir gelişme. Bunun çok da önemli bir siyasi gündem maddesi olmadığını düşünenler olabilir. Ancak AKP içinden ya da güdümünde bir ismin cumhurbaşkanı olması en çok Silahlı Kuvvetlerin, ordunun siyasal alandaki nüfuzunu etkileyecek bir gelişme. Türkiye'de modern ordu kendi varlığını, siyasetteki üstün konumunu "özerk yapısına" borçlu. Ve Özal ile yaşanan birkaç pürüz dışında bugüne kadar cumhurbaşkanları ordunun her şartta yanında yer aldı. Hatta ve hatta uzun süre genelkurmay başkanlarının cumhurbaşkanı olması sıradan bir olay sayıldı. Emekli generallerin yazdıklarını okuyun. Örneğin emekli Korgeneral Nevzat Bölügiray, “Tayyip Erdoğan veya aynı kafada bir yandaşının -hiç fark etmez- cumhurbaşkanı olması durumunda, laik rejimin güvencesi olan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin komuta katının, onların istediği gibi biçimlendirilmesi nasıl önlenecek? Bu biçimlendirme Milli Savunma Bakanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın imzalarıyla yapılıyor” diye bir uyarıda bulundu. Bu bakış açısını ordunun paylaşmadığını kim iddia edebilir? Sözün özü, yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimi Türkiye’deki sivil-asker ilişkilerinin gerilimli tarihi göz ardı edilerek anlaşılamaz. Ordu için AKP’li ya da AKP güdümünde bir ismin cumhurbaşkanı olması bir risk olarak görülüyor.

Sana katılıyorum. Bence mesele eşi başörtülü birisinin cumhurbaşkanı olup olmaması değil. Bunu ‘taraflar’ akılları zorlayan bir hoşgörüyle çözüme kavuşturabilirler. Nitekim AKP’li bir bakanın “eğer benim eşim başını açmak isterse ona bir şey demem” mealindeki sözlerinin arkasında yer alan centilmen tavır bu memleketteki her sorunu “çözer”. Zaten bu zamana kadar başörtüsü de böyle çözülmedi mi? Ancak esas mesele bu değil.

AKP açısından son derece zor bir siyasi süreç işlemeye başladı. Zira bir diğer yandan genel seçimler de yaklaşmaya başladı. Muhtemeldir ki AKP, dört yıllık iktidarında hiç yapmadığı denli popülist politikalara yönelecek önümüzdeki günlerde. Nitekim bunun izlerini Milli Eğitim Şurası’nda ‘katsayı’ meselesi ile ilgili olarak alınan tavsiye kararında da görebiliyoruz.

Eğitim Şurası’ndaki bu karar sadece tavsiye niteliğinde. Ortada büyütülecek bir şey yok esasında. Ancak burada koparılan fırtına da yine bu söz konusu süreçle, mevcut konjonktürle alakalı.
Ama hükümet bu tavsiye kararını dayanak göstererek uygulamayı değiştirebilir. Zaten kıyamet de buradan kopuyor.
Fakat hepimiz hükümetin böyle bir niyeti olmadığını biliyoruz. Buna cesaret edecek halleri yok. Hem bunca temel mesele dururken Milli Eğitim Bakanlığı’nın ‘katsayı’ meselesine kilitlenmesini anlamak da mümkün değil.
Bir kere katsayı meselesi hiç de hafife alınabilecek bir konu değil. Türkiye’de bütün toplum kesimlerinin nitelikli eğitim almaları ve toplumsal mobilizasyona imkan tanınmasının temelinde bu var. Zaten 28 Şubat hareketi önemli oranda bu mobilizasyonun önünü kesme girişimiydi ve büyük ölçüde başarılı oldu maalesef.
Tamam, bu açıdan haklısın. Ancak benim dikkat çekmek istediğim nokta bu değil. Türkiye’de 28 Şubat operasyonunun da dahil olduğu toplumsal mühendislik projeleri bir yandan topluma bir anlam dünyası, bir ahlak verme kaygısı içerisindeyken, bir diğer yandan da toplumda siyasete tercüme edilebilecek değer yargılarını “makul sınırlar”a çekmeye gayret gösterdi. Bir yandan pozitivist ahlakın inşa çabası, diğer yandan İslami değer manzumelerinin yeniden şekillendirilme gayreti el ele gitti. Bugün üçüncü sayfa haberlerinin neden arttığını konuşuyorken salt polisiye tedbirlerin yetersizliğiyle meseleyi açıklamak ne kadar saçmaysa, yalnızca medyayı suçlamak da o kadar yanlış.
Yine de medyanın ürettiği pornografinin ve suç kültürünün hem toplumun yozlaşmasında hem de buna paralel gelişen “üçüncü sayfa haberleri” olarak nitelenen haberlerin artmasında doğrudan payı var.
Hiç kuşkusuz. İnsan, dünyadaki birinci gününden itibaren kopyalayarak ve modelleyerek hayatını idame ettiren bir varlık. Modern insana ölümüne kadarki sosyalleşme yolculuğunda eşlik eden modeller ne nicelik ne nitelik itibariyle geçmiştekilerle benzerdir. Modern kitle iletişim araçlarının muhatabı olan insanların bir günde kopyaladıkları modellerin sayısını geçmişte bir ömre dahi sığdıramazdınız. Ve dahası, bugün medyada yer bulan modeller, insanın ufkunu o denli genişletiyor ki burada hiçbir toplumsal ‘sınır’ kalmıyor. Enformasyona tam da bu nedenle ‘bomba’ diyoruz. Toplumsal aidiyetin yitimi, normları umursamama ve kendini ‘sınır’ların ötesinde gerçekleştirme arzusu bir süre sonra sapkınlığın normalleştiği bir alanın inşa edilmesini beraberinde getiriyor. Suçun ağırlandığı, katlin kutsandığı, şiddetin yüceltildiği bir alan.
Evet, medyatik pornografinin ve özendirmenin olmadığı yerde bunlardan bahsetmek mümkün olmayacaktı. Ancak, buradaki sorunu tek başına medya üzerinden anlamamız mümkün değil. Bakın, Türkiye’de Kemalizm…
Aman Kemalizm deme gözünü seveyim. Bak seni de üniversiteden atarlar.
Neyse bu meseleye de geleceğiz.
Türkiye’de Kemalizm, bir küçülme ideolojisi olarak ve pozitivizmin toplumsallaşmasını temel hedef alarak şekillendi bugüne kadar. Kemalizm deme, diyorsun ama, toplumdaki cari değer yargılarının aşınmasında pozitivizme kim aracılık etti? Toplumu bir arada tutan değerler manzumesinin temelini hedef alan bir eğitim sistemi ihdas edildi. Türkiye’de bugün milli eğitimin en büyük yarası pozitivizmdir.
Milli eğitimin pek çok sorununu ya da kusurunu konuşabiliriz burada; ancak bana göre dikkat çekilmesi gereken nokta, tüketim ideolojisinin egemen kültür halini aldığı bir dönemde, popüler kültürün kucağına düşen bir gençlik karşısına bu denli itici, soğuk ve ideolojik bir müfredatla çıkmak olmalı. Sorun, milli eğitime modası geçmiş bir pozitivizmi şırınga etmeye devam etmekte. Modern Türk eğitim sisteminde bugüne kadar geçici tedbirler, kalıcı çözümler olarak algılandı ne yazık ki. Gençlik, anlam arayışı içerisinde ve Türk eğitim sistemi bunu kavramaktan çok uzak. Bu sistemin tepesindekiler kendi dünyaları ile gençlerin dünyaları arasındaki mesafenin hemen hemen hiç farkında değiller. Bu nedenle söz konusu şûrada, ben bir şeylerin çözüme bağlanmaktan öte oy kaygısıyla birtakım meselelerin gündeme getirildiğini düşünüyorum.
AKP seçim arifesinde popülist bir politika takip ediyor.
Goebbels’in meşhur sözünü hatırlatırım: “Sokağı fetheden devleti de fetheder.”
Evet ama bu popülist politikaların ‘irtica’ söylemini kullananlar tarafından manipüle edildiğini ve edileceğini söylemek işten bile değil. Bu durum, önümüzdeki günlerin en ciddi gerilim kaynaklarından birisi olacak gibi görünüyor. Gerilim, daha önce de söylediğim gibi bir süredir tırmanıyor. Bu ay da YİMPAŞ Holding olayı, Ecevit’in cenaze töreni, Atilla Yayla’nın İzmir’de AKP’nin bir programında yaptığı konuşma gibi olaylar fırsat bilinerek AKP karşıtı ve gerilimli bir ortam inşa edilmeye çalışıldı.
Zikrettiğin üç olayın da mevcut konjonktürde AKP karşıtlığı amacıyla kullanılmaya çalışıldığı doğru. Ancak ne YİMPAŞ Holding olayı, ne Ecevit’in cenazesi ne de Atilla Yayla’ya dönük linç girişimi salt bununla ilişkili görülebilir.
Bu ayki dosyamızı “İslami holdingler” olarak adlandırılan yapılara ayırdık. O nedenle diğer iki mesele üzerinde duralım bence.
Cumhuriyet tarihinde siyasilerin cenaze törenleri toplumsal bir mesaj verme arenasına dönüşmüştür çoğu zaman. Bu genellikle kendi doğal seyrinde şekillenmiştir. Fevzi Çakmak’ın ya da Turgut Özal’ın cenaze törenleri böyledir örneğin. Kimi zaman da doğal bir toplumsal teveccühten ziyade, bu törenlere politik müdahalelerde bulunulur ve bir hassasiyet yaratılmaya çalışılarak toplum harekete geçirilmeye çalışılır. Ecevit’in cenaze törenini böyle görmek gerekiyor kanısındayım. Ecevit’in cenaze töreni birileri tarafından hükümete mesaj verme amaçlı “irtica-karşıtı bir gösteri yürüyüşü”ne dönüştürülmek istendi. Atilla Yayla olayına gelince: Birincisi buradaki en temel mesele Kemalizm ile alakalı. Siyasi kültürümüzün en önemli bileşenlerinden bir tanesi olan Kemalizm’i entelektüellerin eleştirilerinden, siyaset bilimcilerin analizlerinden köşe bucak kaçırma gayreti ancak bizim mistik modernleşme pratiğimize yakışır. Kemalizm’i kutsal anlatı formunda gören ve onu kitlelere bu şekilde kabul ettirmek için yoğun bir çaba sarf edenler bir toplumsal mühendislik projesi yürütüyor olabilirler. Ancak bu proje karşısında entelektüellerin soru sormalarını engellemek, eleştiri haklarını elinden almaya çalışmak zalimlikten başka bir şey değil. Kemalizm bir ideoloji olarak zaten mercek altına alınan, sorgulanan, tartışılan bir akım. Atilla Yayla’nın da yaptığı bu.
Tabii burada bence AKP’nin vefasızlığı yanında, siyaset üretmekten de ne denli yoksun olduğunu görüyoruz. Atilla Yayla, AKP’ye “muhafazakâr demokrasi” diye bir ideoloji armağan eden simalardan bir tanesi ve liberal bir ideolojinin içerisinden dünyaya ve topluma bakan bir entelektüel. Yayla, AKP’nin düzenlediği bir panelde bu eleştiriyi yaptığında aynı zamanda paneli yöneten AKP İzmir Milletvekili Zekeriya Akçam, basının soruları üzerine, Yayla’nın meşhur olmak adına böyle bir şey yaptığını, son derece talihsiz sözler sarf ettiğini belirterek kendince bela savmış oldu. Bülent Arınç’ın bireysel çıkışını bir kenara bırakırsak, partiden bu konuda makul bir açıklama gelmedi. Aksine, “bizim bu adamlarla işimiz olmaz” tarzında son derece vulgar imalarda bulunuldu. Bu, her şeyden önce uyguladığı muhayyel denge stratejisinin AKP’yi ne denli kısırlaştırdığını, Türk siyasi kültürüne hâlâ hiçbir şey katamadığını gösteren bir gelişme. Liberalizm, sağ-muhafazakar siyasetçilerin ekonomik eylemlerine meşru bir çerçeve kazandırdı. Ne var ki bu siyasetçilerin gözünde liberalizm hiçbir zaman devlet karşısında siyasal bir eleştiri aracı olarak görülmedi.
Bu söylediklerin doğru. Ama Atilla Yayla’nın konuşması başka bir dönemde ve mekanda yapılmış olsaydı bu denli ses getirmeyecekti. Kemalizm, ilk defa mı eleştiriliyor sanki. AKP’li birisinin ya da AKP güdümünde birisinin cumhurbaşkanı olması korkusu ile karşı karşıyayız.
AKP’li birisinin cumhurbaşkanı seçilmemesi pratikte iki şekilde mümkün olabilir: Birincisi erken seçime gitmek ve mecliste yeni bir siyasi kompozisyon oluşturmak. İkincisi ise AKP’nin bölünmesi. Bu gelişmelerin ikisini de göz ardı edemeyiz. Bir dönem AKP’li kurmayların Refah Partisi’ne yaptığını birileri de AKP’ye yapabilir. Malumunuz modern siyasetin birinci ilkesi “her şey mümkün”dür. Ne var ki, cumhurbaşkanlığı bağlamında AKP karşısındaki muhalefet arttıkça, medya her fırsatta AKP’nin üzerine gittikçe AKP’nin toplumsal desteği artıyor. Bütün siyasetini AKP karşıtlığına ve ‘irtica’ söylemine indirgemiş olan CHP’nin yapıp ettikleri de bu süreci besliyor.
Eskiden AKP saflarında yer alan ve daha sonra parti parti gezdikten sonra Genç Parti’de karar kılan bir siyasetçi boşuna Deniz Baykal’ı uyararak, “siz AKP’yi eleştirdiğiniz müddetçe AKP’nin seçim propagandası yapmasına gerek yok” demedi.
  ABD Seçimleri ve Irak
Bunun yanında üzerinde durmamız gereken bir diğer konu da Amerikan Kongre seçimleri. 7 Kasım’da ABD’de ara seçimler yapıldı. Temsilciler Meclisi ve Senato için yapılan bu seçimlerde Demokratlar Cumhuriyetçilerin önüne geçti. Başından beri Irak Savaşı’nın planlanmasındaki en önemli isim olarak bilinen ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld istifa etti. Dahası Bush da Irak politikasında birtakım hataları bulunduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Bu durum gözleri Irak’a çevirdi. Bu tarihten sonra Irak çok daha fazla karıştı. Halihazırda Irak’ta kan gövdeyi götürüyor ve tam bir kaos havası hakim. Her gün en az elli kişinin hayatını kaybettiği bir Irak var karşımızda.
Bu saatten sonra Demokratların da Irak imtihanı başlamış oldu. Demokratlar, bugüne kadar Bush hükümetini ve özellikle de Rumsfeld’i ağır şekilde eleştiriyorlardı. Bundan böyle fatura Demokratlara da çıkmaya başlayacak.
Doğrusunu isterseniz, ne mevcut siyasi manzara içerisinde ne de Demokrat bir başkanın olduğu bir ortamda Amerika’nın Irak’ta yeni bir süreç başlatması mümkün gözüküyor. Halihazırda bir tarafta Amerikan askerlerinin Irak’tan mümkün olan en kısa sürede çıkması gerektiğini söyleyenler, diğer tarafta ise Irak’taki Amerikan askerlerinin sayısının ivedilikle arttırılması gerektiğini söyleyenler yer alıyor. Ancak “mümkün olan en kısa süre”nin tanımını yapmak da çok zor Demokratlar açısından.
Mevcut konjonktürde Demokratların Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu ele geçirmesi Türkiye açısından hiç de olumlu bir gelişme değil esasında. Biliyorsunuz Demokratlar başından beri Ermeni meselesinde Türkiye’nin aleyhine bir tavır takındılar. Türkiye, geçen ay Fransız Parlamentosu’nun kabul ettiği “Ermeni soykırımını inkâr ve reddi cezalandırma yasası”nın ardından Demokratların maharetiyle bir şok daha yaşayabilir bu konuda.
Bu konu hiç kuşkusuz bir pazarlık konusu yapılabilir. Ancak ben “Ermeni soykırımı” tasarısı konusunda Demokratların da son derece realist olduklarını düşünüyorum. Amerikan Demokratları yerine göre Cumhuriyetçilerden daha da realisttirler. Esasında Demokratların bu seçim başarısından sonra bizim medyamız gereksiz bir hassasiyet göstererek, büyük resmin içerisindeki ufak noktalara dikkat kesilmiş durumda. Ermeni meselesi Demokratların siyasi gündeminin çok alt sıralarında. Demokratların birinci gündemi şu anda Ortadoğu ve özellikle Irak meselesi, ikincisi ise yolsuzluk tartışmaları. Kürtaj meselesi vb. gibi diğer pek çok ‘popüler’ tartışma Demokratlar için herhangi bir aciliyet taşımıyor. Söylediğim gibi Demokratlar için başlıca sorun Irak. Ne var ki Demokratların ellerinde Irak batağından nasıl çıkılacağı, Ortadoğu için ne tür bir acil eylem planı çizilmesi gerektiği hakkında dört başı mamur bir plan yok. Amerika bir kere Irak’a girmiş oldu. Demokratlar ne kadar bu hataydı dese de, bundan sonrası ile yüzleşmek zorunda olduklarını biliyorlar. Genel olarak bir çekilme arzusu var ama bu çekilmenin de bugünden yarına olmayacağının da farkındalar. Bir kere oraya girilmiş, rejim değiştirilmiş, ülke kan gölüne çevrilmiş vs. Özelde Irak’ın genelde Ortadoğu’nun öngörülemez olması, istikrarsız bir yapı arz etmesi Amerikan çıkarları açısından istenilir bir durum değil. Halihazırda Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmesi bu nedenle Demokratlara da makul gözükmeyecek. Hele bir de enerji politikaları ve ABD’nin petrol çıkarları açısından bakarsanız Amerikan askerlerinin buradan çekilmeleri tartışma dışı. Ve nihayetinde bu durum Demokratların Cumhuriyetçiler karşısında kullandıkları en temel argümanı anlamsız kılıyor.
Velhasıl Amerika’nın 11 Eylül sonrasındaki Ortadoğu çıkmazı pek de son bulacağa benzemiyor.
   

Paylaş Tavsiye Et