Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (July 2009) > Türkiye Ekonomi > Türkiye’nin karnesi neden zayıf?
Türkiye Ekonomi
Türkiye’nin karnesi neden zayıf?
Ömer Faruk Güler
BORÇ ve alacak ilişkisinin esası güvendir. Bu ilişkinin kayıt altına alınması, düzenlenmesi ve yaptırımı ticari hayatın ve hukukun en önemli konuları arasında yer alır. Bununla birlikte güvenin fiyatlanır oluşu, çok daha yakın bir vaka ve dünyevi sistemlere has. Belki de kapitalist sistemin en büyük başarısı bu tür değerleri nakde dönüştürebilmesi. İnsanoğlu, sadece kendisine faydalı mal ve hizmetin fiyatını yeterli görmeyip zamanla önce kendisini sonra da sahip olduğu değerleri fiyatlandırmayı başardı. Başka bir deyişle, piyasada alınıp satılabilir somut ve soyut mal ve hizmet yelpazesini sürekli genişletti.
Bu açıdan bakıldığında kapitalist sistem öncelikle güveni ölçülebilir kıldı. Onu derecelere ayırarak her bir düzey için farklı risk ve getiri düzeyi geliştirdi. Ardından bu dereceleri notlayarak piyasanın kullanımına sundu. Örneğin, bir borçluya tam bir güven varsa borçlunun geri ödeme olasılığı çok yüksek demektir; geleceğe ilişkin ödememe belirsizliği düşük olduğu için de riskleri düşüktür. Bu ise getirinin de düşük olacağı anlamına gelir. Bu tür borçluların güven notları yüksek olur. Bunlar kredi verilmeye daha layıktır, yani kredibiliteleri yüksektir. Bir not vermek istenirse, bu on üzerinden ondur; harf sistemiyle “AA” da denebilir. Ders notlarıyla karışmaması için “AAA” demek de mümkün. 
Başlangıçta not verme işlemlerinde bir sorun yaşanmadı. Çünkü insanlar yakın çevrelerini ve tanıdıklarını notlamada zorluk çekmediler. Ancak zamanla piyasalar gelişip karmaşıklaştıkça katılımcıları notlamak kolay olmadı. Onlar hakkında yeterli bilgi ve belge toplamak, bunları sürekli takip ve analiz edip sonuca varmak çok zaman ve para istiyordu. Tam da ikinci el bir otomobil almaya karar veren ancak arabalar hakkında pek de bilgisi olmayan bir kişinin düştüğü durum gibi. Bu durumda farkında olmadan tüm paramızı aslında çalıntı ya da çok kusurlu bir otomobile yatırma ihtimalimiz oldukça yüksek olur. Üstelik piyasadaki daha iyi otomobil ile daha kötüsü arasındaki fiyat farkını belirlemek de zorlaşır. Ortalama fiyat iyinin aleyhine, kötünün lehine sonuçlanır. Zira otomobili en iyi bilen ancak satıcının kendisidir. Onun bildiğini bilmemiz ve ona güvenmemiz de hiç kolay olmaz. Bunun üstesinden gelinmesi nasıl bir uzmana başvurmakla oluyorsa, borç talep edenler için de benzeri bir yöntem geliştirildi. Piyasalardaki bu farklı bilgi düzeylerinin üstesinden gelmek, yani bilgi asimetrisini ortadan kaldırmak için zaman ve para açısından daha uygun maliyetle bu işi yapan uzmanlar ortaya çıktı: kredi derecelendirme şirketleri. Bu şirketler borçlunun her türlü durumunu analiz edip A’dan D’ye kadar piyasadaki herkesi notladılar. Notlar düştükçe güvenilirlik azalıyor, risk artıyordu. Bunun sonucu olarak notu yüksek olandan daha düşük faiz, düşük olandan ise daha çok faiz istenir oldu.
Basitçe anlatılan bu kurgu son yıllarda uygulamada sorunlara yol açtı. İçinden geçtiğimiz küresel finansal kriz bu şirketlerin verdiği birçok notun yanlış olduğunu gösterdi. AAA olan bir notun gerçekte C ya da D olması hayal kırıklığının ötesinde sonuçlara yol açtı. AAA olarak pazarlanan ABD’deki konut kredilerine dayalı finansal enstrümanları satın alan dünyanın dört bir yanındaki yatırımcılar üzülmekle kalmadılar, iflas da ettiler. Bu gelişmeler kredi derecelendirme şirketlerinin de kredilerini oldukça düşürdü.
Son yıllarda benzer bir güven kaybı yine yaşanıyor. Bu kez yanlış notlanan Türkiye. Türkiye’nin notu riskli kategoride, BB(-); yani “yatırım yapılabilir” alanın altında. Kredi ya da güven notumuzun doğru olup olmadığını ölçmenin en kolay yolu, onu başkaları ile karşılaştırmaktan geçer. Bu tabloya bakıldığında ilginç sonuçlar göze çarpıyor. Türkiye’nin notu Gabon ve Nijerya ile aynı, Mısır’dan ise iki derece daha aşağıda. Yine Türkiye, Venezüella ile aynı nota sahip; ancak Brezilya’dan üç, El Salvador, Guetemela ve Kosta Rika’dan birkaç basamak daha aşağıda. Avrupa ülkeleriyle kıyaslandığında tablo çok daha belirgin. Son haftalarda bizim 2001 krizinde yaşadığımızın bir benzerini yaşayan Letonya’nın notu, bizden üç derece yukarıda. Ciddi kamu ve dış finansman güçlüğü yaşayan, bu nedenle IMF’den acil yardım alan Macaristan’ınki de yine farklı kredi derecelendirme şirketlerine göre bizden üç-beş basamak daha yüksek. IMF’li Romanya’nın dahi notu bizden iki-üç derece yukarıda. 
Verilen notlar ile özellikle ekonomik performans arasında yakın bir ilişki olduğunu düşünerek Türkiye’nin bu notu hak etmediği sonucunu rahatlıkla çıkarabiliriz. Türkiye’nin kısa ve uzun dönemli ekonomik göstergeleri birçok Orta ve Doğu Avrupa ülkesinden daha iyi. Üstelik son krizde ekonomisinin görece daha dayanıklı olduğu da ortaya çıktı. Diğer yandan ülke risk primlerini ölçen başka fiyatlara baktığımızda da kanaatimizin haklı olduğu anlaşılıyor. Örneğin, kredi iflas takas sistemi bir boçlunun borcunu ödeyememesini belli bir prim karşılığında sigortalıyor. Bu primlere bakıldığında Türkiye’nin kredi iflas takas primi yukarıdaki birçok ülkeden daha düşük. Yine ABD tahvilleri üzerinden ülkenin ilave risk primini gösteren fiyatlar açısından da Türkiye’nin risk primi daha düşük.
Bu durumda akla ilk gelen sorun, kredi derecelendirme şirketlerinin kullandıkları modellerle ilgili. Zira ağırlıklı olarak geçmiş verilerden hareketle verilen notlar sağlıklı olmasa gerek. Türkiye açısından bakıldığında temel konu 2001’den sonra ülkede yapısal bir kırılma yaşanıp yaşanmadığıdır. Böyle bir değişim yaşanıyorsa söz konusu şirketlerin modelleri bunun uzağında kalacak; 1990’lı “kayıp yıllar”ımıza dayalı modeller anlamını yitirecektir. Modelleri her zaman yeniden gözden geçirmek mümkün. Ancak bu modellerin tamamen iktisadi mahiyette olduğunu da düşünmemek gerekir. Diğer risk primi göstergelerinin çok önemsemediği ancak derecelendirme şirketlerinin çok ciddiye aldığı unsurlar da olabilir. Örneğin siyasi ve toplumsal riskler gibi. Bu ise değerlendirmede subjektiflik unsurunun öne çıkabileceğini gösterir. Anlaşılan o ki, Türkiye örneğinde özellikle siyasi riskler düşük notun önemli bir gerekçesi ya da bahanesi olarak kullanılıyor. Bu yüzden bu notların değişmesi diğerlerinden çok daha zor.
Aslında adına ister gerekçe ister bahane deyin, sonuç pek değişmiyor. Türkiye’nin risk primini gösteren fiyatlar tarih boyunca hep yüksek seviyelerde oldu. Örneğin 1877-1913 yıllarına ait borçlanma maliyetlerine bakıldığında da Osmanlı’nın diğer tüm ülkelerden daha yüksek faiz ödediği anlaşılıyor. Söz konusu dönemde Osmanlı’nın ödediği faiz İngiltere’nin ödediğinin üç buçuk katını geçiyor. Bu oran dönemin Brezilya’sından Mısır’ına, Rusya’sından Yunanistan’ına kadar bütün ülkelerin ödediğinden çok daha yüksek. Anlaşılan o ki Türkiye güven tesis etmede çok başarılı bir ülke değil. Ya da alacaklılar Türkiye’nin geleceğinden öylesine korkuyor olmalılar ki en yüksek faizi reva görüyorlar. Ancak ne ilginçtir ki, korktukları bir türlü gerçekleşmiyor.

Paylaş Tavsiye Et
Türkiye Ekonomi
DİĞER YAZILAR