Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2009) > Topluyorum > Din, bilim ve başörtüsü
Topluyorum
Din, bilim ve başörtüsü
 

Arkadaşlar, bu ayki en önemli ve nispeten beklenmedik gelişme Kuzey Irak’a yönelik kara harekatı oldu. Bununla birlikte, Şubat ayı boyunca kamuoyunu meşgul eden konuların başında yine başörtüsü vardı. Dolayısıyla, başörtüsü konusuna geçen ay kaldığımız yerden devam etmeyi öneriyorum. Sonra da Kuzey Irak’a yönelik kara harekatını konuşuruz.

Bence bunlara geçmeden önce dünyadaki bazı mühim gelişmeleri de hatırlamakta fayda var. Mesela Pakistan’daki genel seçimlerde Devlet Başkanı Pervez Müşerref’e yakın siyasiler büyük bir hezimete uğradı. Öldürülen Benazir Butto’nun Pakistan Halk Partisi ile Navaz Şerif’in Pakistan Müslüman Birliği seçimlerden zaferle çıktı.

Sence bu çok mu önemli? Evet, Pakistan kardeş ülkedir, falan. Ama bunca derdimiz varken, Pakistan’daki seçimleri araya sokuşturmanın ne anlamı var?.

Sen bugün solundan kalktın galiba. Pakistan’daki gelişmeler elbette önemli bizim için. Her şeyden önce Pakistan halkı ile Türk halkı arasında çok köklü ve derin bir dostluk ve kardeşlik ilişkisi var. Pakistan’ın manevi mimarlarından büyük şair ve düşünür Muhammed İkbal’in Türk halkını emperyalizme karşı verdiği savaşta nasıl içtenlikle desteklediğini hepiniz biliyorsunuz. Dahası, sonradan Pakistan’ı kuracak olan Hintli Müslümanların Türk Kurtuluş Savaşı’na yaptıkları maddi ve manevi katkıları da unutmayın. Hintli Müslümanların Kurtuluş Savaşı sırasında aralarında toplayıp Mustafa Kemal’e gönderdikleri 500 bin liranın 250 bin lirası İş Bankası’nın bir milyon liralık kuruluş sermayesinin dörtte birini oluşturmuştur. Yani Pakistan halkı bize, bugün neredeyse her köşe başında gördüğümüz İş Bankası kadar yakındır. Şimdi soruyorum sana: Tüm bunlara rağmen Pakistan’ı herhangi bir yabancı ülke gibi görebilir miyiz?

Çok haklısın. Başka hiçbir gerekçe olmasa bile, Pakistan halkının kardeşliği ve zor günlerimizde bize verdiği destek, orada yaşananları “bizim” kılmaya yeterli. Ama Pakistan’daki gelişmeleri takip etmemiz için başka nedenler de var. Biliyorsunuz, Pakistan jeostratejik açıdan çok mühim bir coğrafyada yer alıyor. Çin ve Hindistan gibi bölgesel devlerle aynı ligde oynamak zorunda. Ayrıca yine Asya’da çok stratejik bir geçiş bölgesi olan Afganistan’ın istikrarı doğrudan Pakistan’a bağlı. Sahip olduğu nükleer güç de Pakistan’ın bu önemini katbekat artırıyor. Dolayısıyla Pakistan’daki gelişmeler bütün Güney ve Orta Asya’yı etkileyebilecek bir potansiyele sahip. Ayrıca Taliban benzeri bir yapının Pakistan’da da güç kazanmaya başlaması bazı çevrelerde tedirginlik yaratıyor. Bu öneminden ve risklerinden dolayı Amerika’nın Pakistan’ın iç siyasetini yönlendirme çabaları da gözden kaçmamalı. Tüm bunları bir arada düşünürsek, Pakistan’daki seçimlerin ehemmiyetini daha iyi kavrayabiliriz. Seçim sonuçlarına göre Butto’nun ve Şerif’in partileri parlamentoda çoğunluğu sağlayabiliyorlar. Eğer işbirliğine giderlerse Müşerref’i alaşağı edebilirler. Hatırlarsanız, Pervez Müşerref, Amerika’nın da desteklediği bir askerî darbe ile iktidara gelmişti. Rakiplerini de yine zora dayanarak saf dışı bıraktı. Son zamanlara kadar askerî kimliğini muhafaza edebildiği için ordunun desteğini de arkasına alabilmişti. Ancak son seçimlerden sonra ordu da Müşerref’i yalnız bırakma sinyalleri vermeye başladı. Dolayısıyla Müşerref’in koltuğunu bu şekilde kaybetmesi, ne kadar Amerikan destekli olursa olsun, halkın iradesini yok sayan dayatmaların akıbetini göstermesi açısından önemli. Türkiye olarak Pakistan’dan çıkaracağımız dersler var.
 
Kıbrıs Rum Kesimi’nde de seçimler vardı bu ay. AKP hükümetinin de desteklediği Annan Planı’na “hayır” diyen ve çözümsüzlükten yana olan Rum yönetimi lideri Papadopulos -ki beş yıl önce ilk turda başkan seçilmişti- sürpriz bir biçimde seçimi kaybetti. Kıbrıs’ın AB’ye katılımının Papadopulos’un iktidarı döneminde gerçekleştiği düşünülürse, Papadopulos’un seçimleri kaybetmesinin ne kadar büyük bir sürpriz olduğu daha iyi anlaşılabilir. Anladığım kadarıyla, adanın her iki kesiminde de şahinlerin siyaseti pek tutmamış görünüyor. Türk yönetiminde Denktaş’ın, Rum yönetiminde de Papadopulos’un iktidarlarının sona ermesi, halklar nezdinde karşılıklı bir yumuşama ve çözüm konusunda uzlaşma talebi olduğunu gösteriyor. Vaktinde AKP hükümetini, Annan Planı’nı desteklediği için topa tutanlar, şimdi ne kadar yanıldıklarının farkındalar mı acaba?

 

Kosova Nihayet Bağımsız 
 

Bence Şubat ayının en mühim dış gelişmesi Kosova’nın nihayet bağımsızlığını ilan etmesiydi. Balkanlar’da Yugoslavya’nın parçalanmasıyla başlayan Balkanlaşma süreci, bakalım Kosova’nın bağımsızlığıyla sona erecek mi?

Ben bu konuda biraz mütereddidim. Zira Kosova’nın Sırbistan ve Rusya’nın hilafına bağımsızlığını ilan etmesi, zaten bıçak sırtında bir dengede giden Bosna’nın tekrar parçalanmasını tetikleyebilir. Biliyorsunuz Dayton Anlaşması, Bosna-Hersek’teki problemleri çözmemiş, sadece dondurmuş ve nihai hesaplaşmayı ileri bir tarihe ertelemişti. Bu ertelenen problemler Kosova sonrası dönemde, kendilerini mağdur edilmiş hisseden Sırbistan’ın ve onun “büyük ağabeyi” Rusya’nın tahrikiyle yeniden patlayabilir ve Bosna ikinci bir defa kaosa girebilir. Ayrıca, Kosova’nın bağımsızlığı tüm Balkanları karıştırabilecek bir potansiyele sahip olan “Arnavut Meselesi”ni de yeniden gündeme getirdi. Biliyorsunuz demografik açıdan Kosova’nın yaklaşık %90’ı Arnavut. Makedonya’nınsa yarıya yakınını Arnavutlar oluşturuyor. Bölgeye sınır diğer ülkelerde de sınırlı sayılarda da olsa Arnavutlar yaşıyor. Arnavutluk’u hiç saymıyorum. Eğer Kosova’nın bağımsızlığı etnik unsurlar açısından hassas bir denge üzerine oturan Makedonya’yı hareketlendirirse Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk ve Türkiye otomatik olarak sorunun tarafları haline gelecek.

 

Türkiye’de, bizi de bu karmaşanın içine çekecek kadar çok Arnavut’un yaşadığını bilmiyordum doğrusu.

Sen bugün gerçekten bir tuhafsın. Türkiye’nin bölgeye ilgisi Türkiye’de yaşayan Arnavutlardan ya da diğer Balkan kökenlilerden kaynaklanmıyor. Türkiye tarihsel ve kültürel olarak Balkanlar’ın en önemli ve güçlü aktörlerinden biri. Balkanlar’a yüzlerce yıl damgasını vurmuş olan bir Osmanlı bakiyesi mevcut. Biz beğenelim ya da beğenmeyelim bölgedeki bu Osmanlı bakiyesi unsurlar Türkiye’ye bir “büyük ağabey” gözüyle bakıyorlar. Dolayısıyla içinde Boşnakların, Arnavutların ya da Türklerin olduğu bir problem doğrudan Türkiye’yi ilgilendirecek ve bizi probleme taraf kılacaktır. Bunu da Türkiye’nin sırtındaki bir yük ya da dert gibi görmemek lazım. Tam aksine bu Türkiye için mühim bir fırsattır. Bütün büyük güçler bu tür problemlere benzer nedenlerle taraf durumdadırlar. Almanya’nın ya da Rusya’nın ve hatta Amerika’nın Balkanlar’a ilgisi bizimkinden çok daha uzak ve dolaylı irtibatlar üzerinden kurulmuştur. Bu ülkeler bölgeye müdahil olmak için bin bir bahane ararken, bölgenin dinamikleri bizi zorunlu olarak içine çekiyor. Türkiye olarak önümüzdeki bu fırsatı iyi değerlendirmeli, sağlıklı politikalar geliştirerek hem Türkiye’nin etkinlik alanını genişletmeli hem de bölgedeki dost ve kardeş unsurların beklentilerini boşa çıkarmamalıyız.

Bu konuyu fazla uzatmak istemiyorum ama Kosova meselesinin küresel boyutuna da değinmemiz gerek. Hatırlarsanız Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Amerika’nın Avrasya anakıtasındaki varlığı meşruiyet açısından sorgulanır olmuştu. Hatta o günlerde, Avrupa’daki ilgili kulislerde kuruluşunun en önemli nedeni olan Sovyet tehdidi ortadan kalktığından NATO’nun ilgası bile gündemdeydi.

Afedersin, sözünü kesiyorum ama uluslararası ilişkilere aşina olanlar bilirler; NATO’nun misyonu genelde şu üç hususla açıklanırdı: SSCB’yi dışarıda, Amerika’yı içeride ve Almanya’yı da aşağıda tutmak. Evet, Sovyetler Birliği’nin yıkılması NATO’nun önemli bir gerekçesini ortadan kaldırmıştı ama diğer iki husus halen varlığını sürdürüyordu.

 

Ben de zaten bunu demek istiyordum. Haklısın; Amerika’nın Avrupa’daki varlığını devam ettirebilmesi ve Almanya’nın olası yayılmacı emellerini dengeleyebilmesi açısından NATO’nun geleceğini garanti altına almak gerekiyordu. Ayrıca Sovyetler Birliği’nin en güçlü varisi Rusya da yeni dönemde tehdit olarak ortaya çıkabilirdi. Bazı Avrupalı güçlerin ve Rusya’nın tüm muhalefetine rağmen Amerika yeni bir misyon ve görev alanı ile NATO’yu Avrupa’da tekrar etkin kılmayı başardı. İşte NATO üzerinden Amerika o gün bugündür Balkanlar’daki inisiyatifi elinde tutuyor. Rusya ise Amerika’nın Balkanlar’daki etkinliğinden son derece rahatsız. Bunu da zaten gizlemiyor. Nitekim Kosova’nın bağımsızlığını ilan ettiği günlerde Putin güç kullanma tehdidinde bile bulundu, hatırlarsanız. Hatta geçtiğimiz günlerde, Yıldız Savaşları’nı andırır bir şekilde, Amerika’nın dünyaya düşmekte olduğunu iddia ettiği bir uydusunu gemiden fırlattığı bir füze ile vurması da bence Rusya ile Amerika arasındaki bu rekabetle alakalı. Zaten Rusya da mesajı aldı ve son derece sert bir tepki verdi Amerika’nın bu davranışına. Buradaki en kritik durum ise galiba Almanya’nın. Amerika’nın Balkanlar’daki ağırlığı Almanya’yı da rahatsız ediyor hiç şüphesiz. Ancak anladığım kadarıyla Almanya daha soğukkanlı bir politika takip ediyor ve Balkanlar konusunda Amerika’yı karşısına almamaya özen gösteriyor. Öte yandan Almanya’nın uzun vadede Doğu Avrupa ve Balkanlar’ı başka bir gücün kontrolüne terk etmeyeceği de belli. Hâsılıkelâm Kosova’nın bağımsızlığının olayın birinci dereceden taraflarını aşan boyutları var ve bunlar göz önüne alınmaksızın bölgenin dinamiklerini kavramak mümkün değil.

 

Başörtüsü Konusunda Rektörler Samimi Değil

Dış gelişmeleri de bir hatırlayalım, dediniz; vaktimizin yarısı tükendi. Başörtüsü konusuna geçelim hemen.

Geçen ay nerede kalmıştık?

 

Yanlış hatırlamıyorsam başörtüsünün hukuki statüsü konusunda hukukçuların ikiye bölündüğünü, hukuku dünya görüşlerine ve siyasi meşreplerine göre yorumladıklarını, birinin ak dediğine diğerinin kara dediğini, dolayısıyla da başörtüsü meselesini hukukî zemine hapsetmenin bizi bir yere götürmeyeceğini söylemiştik. Ayrıca pozitif hukukun tanrısal bir statüsünün olmadığını, tam aksine meşruiyetinin bazı kaidelere tâbi olduğunu, bu kaidelerin de toplumun üst değerler sisteminden neşet ettiğini, dolayısıyla başörtüsü yasağının hukukî olduğunu iddia ederek kestirip atmanın hukukun fetişleştirilmesi ve dogmatikleştirilmesi anlamına geldiğini, halkının kahir ekseriyetinin iradesini yok sayan bu hukukun meşruiyetinin de olamayacağını belirtmiştik.

Evet, bu doğru. Erdoğan Teziç, mesela, neredeyse her konuşmasında, konunun tartışılacak bir durumunun kalmadığını, hukukun, özellikle de AİHM’in bu konuda son sözü söylediğini, artık bu meseleyi kapatmamız gerektiğini çok rahat ve kendinden emin bir şekilde dile getirebiliyordu.

 

Bağlamı geçmeden izin verirseniz bir hususu tavzih edeyim. Evet, kabul ediyorum; başörtüsü düzenlemesi yüzde seksenin üzerinde bir oranla halkın iradesini yansıtıyor ve bu yönüyle de pozitif hukuku bağlayıcı bir yönü var. Ama bence meseleyi buraya kadar getirmeye bile gerek yok, çünkü mevcut hukuki kararlar da başörtüsünü yasaklamıyor ki! Yargıtay’ın eski başkanlarından Sami Selçuk’u hepiniz biliyorsunuz. Şahsen ben Selçuk’un fikir ve tavırlarının ideolojik olmadığını, hukuka dair görüşlerine objektif bir akıl yürütmeyle ulaştığını düşünüyorum. Geçtiğimiz haftalarda başörtüsünün hukuki yönüne dair Selçuk’un bir yazısını okudum. Galiba Radikal gazetesindeydi. Orada Selçuk başörtüsü yasağının hiçbir kanuni gerekçesinin olmadığını, dolayısıyla da başörtüsünü serbest kılmak için ayrı bir kanuni düzenlemeye ihtiyaç bulunmadığını iddia ediyordu. Ona göre başörtüsü yasağını Anayasa Mahkemesi’nin ya da AİHM’in verdiği kararlara dayandıranlar hata yapıyorlardı. Zira Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararların gerekçeleri Selçuk’un iddiasına göre yeni hüküm tesis edemez. Aynı şekilde, AİHM’in Leyla Şahin davasında verdiği karar da bu konuda hüküm koyucu bir yargı içermiyor. Sadece başörtüsünü yasaklama (ya da serbest bırakma) yetkisinin Türkiye’nin kendi iç hukukuna ait olduğunu ve bunun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olmadığını tespit ediyor. Başka bir hukukçu bunları söylese ben de doğrusu pek önemsemezdim. Zira hukukçuların bu konuya ideolojik gözlüklerle baktığı malum. Ama Sami Selçuk gibi biri bunu söylüyorsa bence kulak vermek gerek.

Buradan devam edelim öyleyse. Biliyorsunuz Abdullah Gül Anayasa değişikliğini onayladı ve yeni düzenlemeler yürürlüğe girdi. Ama tartışma sona ermedi. Bazı rektörler başörtüsünün serbest kalması için Yükseköğretim Kanunu’nun Ek 17. maddesinin de değiştirilmesi gerektiğinde ısrarlı. Ayrıca mevcut değişikliğin CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürüleceği kesin gibi. Anayasa Mahkemesi’nin tavrı, herhalde, bu konuda belirleyici olacak.

Bu rektörlerin Ek 17. maddedeki ısrarı bence samimi değil. Çünkü bu madde “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile; yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir” diyor. Kanunlarda ise başörtüsünü yasaklayan bir şey yok. Zira Sami Selçuk’un da dediği gibi mahkeme kararlarının gerekçeleri kanun ihdas edemeyeceğine göre, başörtüsü yasağının kanuni bir dayanağı kalmıyor. Hal böyleyken bazı rektörlerin 17. maddenin değiştirilmesindeki ısrarı muhtemelen başka bir hesaptan kaynaklanıyor. Biliyorsunuz Anayasa Mahkemesi Anayasa değişikliklerini esastan değil ancak usulden inceleyebiliyor. Dolayısıyla CHP son Anayasa değişikliklerini Anayasa Mahkemesi’ne götürse bile Anayasa Mahkemesi’nin bu değişiklikleri iptal edebilecek yetkisi yok.

367 kararından sonra ben Anayasa Mahkemesi’nden her türlü garabeti beklerim doğrusu.

Öyleyse “mantık ve hukuk çerçevesinde” kaydı koyarak devam edeyim. Evet, Anayasa Mahkemesi bu değişiklikleri iptal edemeyecek, çünkü yetkisi yok. Ama eğer Yükseköğretim Kanunu’nun Ek 17. maddesi değiştirilirse ve bu değişiklik de yine CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülürse o zaman Anayasa Mahkemesi bu değişikliği esastan da incelemeye alabilecek. Ve “laikliğe aykırı” olmak gibi çok muğlak bir çerçevede bu düzenlemeyi iptal edebilecek. Böylelikle de hiç yoktan yere başörtüsü konusunda yeni bir Anayasa Mahkemesi kararı ya da yorumu ortaya çıkacak. Bu da işleri iyice karmaşıklaştırmanın yanı sıra mezkur rektörlerin yasağı uygulamayı sürdürmelerini kolaylaştıracak.

Hadi hallet de görelim, bakalım.

Anlaşılan bir süre daha biz bu meseleyle yatıp kalkacağız. Görebildiğim kadarıyla bu rektörlerin ve onlar gibi düşünen bazı kesimlerin derdi hukuk ya da kanunlar değil. Bu arkadaşlar bir şekilde başörtüsüne karşılar ve bu uğurda sonuna kadar direnmeye kararlılar. Eğer öyleyse, hukuku bir kenara bırakalım ve bu adamların başörtüsüne neden karşı olduklarını konuşalım.

 

Başörtüsü Laikliğe Aykırı mı? .

Benim tespit edebildiğim kadarıyla başörtüsüne serbestlik getiren düzenlemeye karşı çıkanların argümanları dört maddede formüle edilebilir: 1) Başörtüsü laikliğe aykırıdır. 2) Başörtüsü üniversite ve bilim fikri ile bağdaşmaz. 3) Ülkede işsizlik yüzde yirmilere dayanmışken ve ekonomik sorunlar halen çözülememişken hükümetin başörtüsü ile uğraşması anlamsızdır. 4) Ülkede 301. madde gibi, Kürt sorunu gibi başka özgürlük problemleri varken, sadece başörtüsünü özgür kılacak bir düzenleme kabul edilemez.

Sırasıyla ele alalım bu argümanları o zaman. Birincisi, başörtüsü laikliğe aykırı mıdır? Aykırıysa ne olur?

Başörtüsünün laikliğe aykırı olduğunu iddia edenler, onun siyasi bir simge olduğunu ve siyasi bir simgenin de kamusal alanda taşınmasının laiklik ilkesi ile çelişeceğini düşünüyorlar. Geçen ay da konuşmuştuk hatırlarsanız. Başörtüsü Türkiye’de ya bir geleneğin icabı, ya dinî bir inancın gereği ya da her ikisinin bir karışımı olarak örtülmektedir. Türkiye’de başını örtmeyenler ise ya bu dinî inancı reddettikleri ve başka bir metafizik çerçeveyi tercih ettikleri için ya da prensipte reddetmedikleri halde (tıpkı namaz, oruç, zekat ve diğer ahlaki kaidelerdeki gevşeklik gibi) pratikte dinin bu ilkesine fazla ehemmiyet vermedikleri için başlarını örtmemektedirler. Başlarını “adeten örtenler” ile başlarını yine “adeten örtmeyenler”i bir kenara bırakırsak, birbirlerinin aynadaki aksi olan iki tercih durumuyla karşı karşıya kalırız. Yani metafizik bir tercihten dolayı başını örtenler ve yine metafizik bir tercihten dolayı başlarını örtmeyenler. Başını örtenler için bu metafizik çerçeve İslam dini ve geleneği ise, başını örtmeyenler için Yahudilik veya Hristiyanlık gibi başka bir din ya da modern Batı Aydınlanma düşüncesi olmaktadır. Bu metafizik çerçevelerin siyasi yansımaları olduğunu da düşünürsek, başı örtmek ve başı açık olmak aynı ölçüde siyasi bir simgeye dönüşmektedir. Dolayısıyla kamusal alanda metafizik veya siyasi bir tercihin simgesini taşımak, yani başı örtmek laikliğe aykırı ise eğer, başı örtmemek de aynı ölçüde laikliğe aykırı hale gelmektedir.

Ne yapacağız şimdi? Kamusal alana başsız mı çıkacağız?

Ya da kamusal alanda başı örtmenin mantıken laikliğe aykırı olamayacağını ve bunun aksini düşünmenin saçmalığını kabul edeceksin. Bu işin bir yönü. Gelelim ikinci yönüne. Diyelim ki, başörtüsünün laikliğe aykırı olduğunu düşünen zevat yukarıdaki mantık örgüsünü kavramakta zorlanıyor. Olabilir, Allah herkese aynı ölçüde akıl ve zeka dağıtmamış. Biz de bir anlık başörtüsünün laiklik ilkesi ile çeliştiğini düşünelim ve ona göre karar verelim. Bildiğiniz gibi TC’nin laik vasfı Anayasa’nın ikinci maddesi ile tespit edilmiştir: “Türkiye Cumhuriyeti … demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” Ancak bu maddede, hem de laiklikten önce, TC’nin demokratik olduğu da ifade edilmektedir. Yine geçtiğimiz ay söylediğimiz gibi demokratik sistemlerde nihai merci halkın iradesidir. Halkın iradesi ise, son Anayasa değişikliğinin Meclis’in %80’inin onayıyla yapıldığını göz önüne alırsak, başörtüsüne serbestlikten yana tezahür etmektedir. Bu durumda demokrasi ilkesi laiklik ilkesi ile karşı karşıya getirilmektedir. Demokratik teoride böyle bir çelişki durumunda neyin tercih edileceği bellidir. Zira siyasi meşruiyetin kaynağı halkın iradesidir. Hal böyleyken, mantıktan nasibini almamış başörtüsü karşıtı zevat “laik” ama gayrimeşru bir sistem kurmaya çalıştıklarının farkında mı acaba? Tarihte siyasi meşruiyetini yitirmiş devletlerin akıbetini okumamış mı bu arkadaşlar hiç?

 

İslam’da Din, Bilim’in Karşıtı Değildir

Başörtüsünün üniversite ideali ve bilim fikri ile uyuşmadığı iddiası da eksik bilgi ve yanlış akıl yürütmeden kaynaklanıyor. Burada ne kadar mümkün olabilir bilemiyorum ama kanaatimce din-bilim problemi tarihsel/sosyolojik, epistemolojik ve ontolojik olmak üzere üç zeminde ele alınabilir. İlk olarak, görebildiğim kadarıyla din ile bilimi birbirinin karşıtı olarak görenlerin zihnindeki “din” Hıristiyanlık, “bilim” ise modern bilimdir. Bu açıdan bakıldığında dini bilim karşıtı olarak görenler haksız sayılmazlar. Zira Avrupa tarihi söz konusu olduğunda bilim dine rağmen ve dini marjinalleştirebildiği ölçüde var olabilmiştir. Bunun en önemli nedeni de Roma Katolik Kilisesi’nin tarihsel ve teolojik statüsü ile İncil metninden kaynaklanan bazı problemlerdir. Roma Katolik Kilisesi’nin dogmatik öğretileri ile bilimsel bulgular arasındaki makas zamanla o kadar açılmıştır ki, kısmen 17. ve özellikle de 18. yüzyıla gelindiğinde gerçeklik birbirini dışlayacak biçimde dinî ve bilimsel olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Bunun manası dini merkeze alanların bilimi, bilimi merkeze alanların ise dini reddetmek zorunda kalmasıdır. Bizde ise tarihsel olarak böyle bir karşıtlık katiyen yaşanmamıştır. Her şeyden önce Kuran metni son derece büyük bir hassasiyetle muhafaza edilmiş ve Hz. Peygamber döneminden bugüne değin olduğu gibi aktarılmıştır. En önemlisi de bu metinde, bilimsel bulgularla çelişebilecek ya da zahiren çelişiyormuş gibi göründüğü halde yoruma açık olmayan hiçbir ifade yoktur. İkinci önemli husus, İslam tarihinde ve teolojisinde Roma Katolik Kilisesi gibi bir kurumun ortaya çıkmamış olmasıdır. Dolayısıyla inancın yalınlığı ve bilginin objektifliği, Avrupa’da olduğu gibi bilginin tekelleştirilerek bir tahakküm aracına dönüşmesini engellemiş, bilim ve dini karşı karşıya getirecek siyasi kaygılar ve bu kaygıların ürünü olan kutsal metin yorumları hiçbir zaman belirleyici olmamıştır. Avrupa’da dinin hayatın merkezinde olduğu dönemlerde, yani ortaçağlarda bilimsel üretim son derece zayıfken, dinin merkeziyetini kaybedip marjinalleşmeye başladığı dönemle birlikte bilim atağa geçmiş, bilimsel gelişme hızlanmıştır. Yani tahterevallinin iki ucu gibi bilimin değerinin artması için dinin değerinin azalması icap etmiştir. Bizde ise dinin hayatın merkezinde olduğu dönemde bilimsel çalışmalar zirve yapmışken, dinin marjinalleştiği dönemlerde bilim de zayıflamış, yerlerde sürünür hale gelmiştir. Kısacası, bilim-din karşıtlığı Avrupaî bir karşıtlıktır, bizim geçmişimizde böyle bir şeye rastlanmaz.

Aslında korkuyorum sormaya ama bu epistemolojik ve ontolojik dediğin şeyler ne?

Doğrusunu söylemek gerekirse bu tür derin ve çetrefilli konuları böyle popüler zeminlerde konuşmayı çok da sağlıklı bulmuyorum ama kısaca onlarla neyi kastettiğimi de belirteyim. Epistemolojik açıdan bakıldığında, bilimin kendi içinde ciddi açmazları vardır. Özellikle de 1950’lerden sonra bu açmazlar Batı’da ciddi biçimde bilime olan güveni sarsmıştır. Aydınlanma düşüncesine göre bilim, dinin yerini alacağı farz edilen bir uğraş alanı idi. Gerçekliği bir bir, adım adım açıklayacak; bize hakikati gösterecek; bilimin gösterdiği yolda yürüyerek bir yeryüzü cenneti kuracaktık. Avrupa’nın 18. ve kısmen 19. yüzyıl filozoflarını, mesela Voltaire’i ya da Comte’u okursanız bilim ve ilerleme fikrinin ne kadar merkezî olduğunu görürsünüz. 1950’lerden itibaren ise bilimin özgürleştirici ve ilerlemeci yönü sorgulanmaya başladı. Karl Popper, mesela, bilimsel bulguların doğru olup olmadığının kanıtlanamayacağını, bunların ancak bir yanlışlamaya tabi tutulabileceği tezini ortaya attı. Böylelikle bilimsel bulguların kesinlik derecesi zaafa uğramış oldu. Benzer şekilde Thomas Kuhn bilimin doğrusal ve ilerlemeci bir seyir takip etmediğini, bizim ilerleme olarak gördüğümüz gelişmelerin aslında belli bir paradigma içerisinde anlam kazandığını, farklı paradigmalar söz konusu olduğunda ise kümülatif ilerlemeden ziyade topyekun yerinden etmenin, birbirinin yerine geçmenin görüldüğünü öne sürdü. Kuhn’un iddiaları Batı’da büyük yankı uyandırdı ve özellikle sosyal bilimlerde akademik bölünmelere neden oldu. Yine matematikçi ve filozof Imre Lakatos, Popper’i takip ederek, bilimsel teoremlerin hiçbir zaman mükemmel ve nihai olamayacağını, zira teoremlerin diyalektik bir mahiyet arz ettiğini savundu. Paul Feyerabend ise daha anarşist bir tutum takındı; bilimsel yöntemi reddederek bilimsel olanla bilimsel olmayanın sınırlarını hiç olmadığı kadar muğlaklaştırdı. Tüm bu tartışmalara ilaveten, yaşanan siyasi ve ekonomik buhranlar, dünya savaşları ve atom bombası gibi toplumsal-siyasi felaketler bilime duyulan güveni kökünden sarstı; “bilimci” ideolojinin tüm gücünü kırdı.

Bu anlattıkların Celal Şengör’ü hiç ırgalamıyor herhalde. “Son bilimci” olarak direnişini takdir etmek gerek.

 

Ne demek bu şimdi? Başörtüsü takmak laikliğe ne kadar aykırı ise, takmamak da o denli aykırı mı oluyor?

Yalnız arkadaşlar, burada dikkat edilmesi gereken şey, “bilim”in “bilimcilik”ten ayrıştırılmasıdır. Bilim nötrdür, bir araçtır. Tıpkı keskin bir bıçak gibi, değeri hangi amaçla kullanılacağına bağlıdır. Bilimin metafizik ve siyasi iddiaları olamaz. Bilimcilik ise bir ideolojidir; belli bir metafizik bakış üretir ve siyasi projeleri vardır. Tekelci ve dışlayıcıdır. Bu nedenle de dayatmacıdır. Türkiye’de başörtüsünü bilime aykırı görenler işte bu manasıyla bilimcidirler. Savundukları bilim değil, belli bir ideolojidir.

 

 

Evet, bilim ile bilimcilik arasındaki ayrım çok önemli. Madem başladım, yarım kalmasın. Arkadaşlar din-bilim ilişkisinin bir de ontolojik yönü vardır. Bilimci metafizikte gerçekliğin farklı katmanları yoktur. Bütün gerçeklik, hisler dünyasından müteşekkil, büyük ölçüde mekanik bir yapıdan ibarettir. Herbert Marcuse’ün dediği gibi, bilimci düşüncede insan tek boyutludur. İslam ontolojisinde ise gerçeklik farklı varlık katmanlarından oluşur. Hisler âlemi bu varlık katmanlarından sadece biridir. Meşhur müsteşriklerden Erwin Rosenthal İslam ile Batı’yı mukayese ederken şöyle diyor: “Bizde (Batı’da) dünyanın karşıtı dindir. İslam’da ise dünyanın karşıtı ahirettir. Din hem dünyayı, hem de ahireti kuşatır.” Rosenthal’in bu tespiti İslami metafiziğin çok katmanlılığını açıkça gösteriyor. Başörtüsü söz konusu olduğunda bu çok katmanlı ontoloji şu manaya geliyor arkadaşlar: Başörtülü bir Müslüman bireyin gerçeklik algılaması sadece hisler âleminden müteşekkil değildir. O başını hisler âleminin, yani içinde yaşadığımız şu görünür dünyanın kendine mahsus kanunlarına nispetle ya da bu kanunları reddettiği için değil, kendi varlık tasavvurundaki diğer âlemlerin icaplarını kabul ederek örter. Benimsediği varlık algılaması hisler âlemini de bir varlık katmanı olarak gördüğü için, bir başörtülü hanım bu dünyaya ait bir olguyu ya da oluşu incelerken, sebep-sonuç ilişkileri bağlamında ve gerekiyorsa mekanik bir bakış açısıyla yaklaşır konusuna. Bu da hiçbir biçimde inancıyla çelişmez. Hatta onun inancı, hisler âleminin kanunlarını keşfetmeyi teşvik eder. Mesela “ayet” kelimesinin iki anlamı vardır. Birinci anlamıyla, Kur’ân’ın her bir cümlesine ayet denir. İkinci anlamıyla ise ayet evrenin bütün bileşenleridir. Her ikisi de “Allah’ın ayetleri” şeklinde geçer. Bir müminin görevi bu ayetleri keşfetmektir. Başka bir deyişle, İslam metafiziği bağlamında, bilim ve din birbirinin karşıtı ya da alternatifi değildir. Dolayısıyla “dinin olduğu yerde bilim yapılamaz” yargısı, eğer Müslüman bir toplumda ifade ediliyorsa, sadece bir cehalet örneğidir. Cehaletin bu kadarı da ancak “tahsil”le olur herhalde.
Aslında daha konuşacağımız çok konu vardı. Mesela benim en çok merak ettiğim husus, başörtüsü düzenlemesinde ordunun niçin sessiz kaldığı. Ayrıca AKP ile bazı liberaller arasındaki ittifak da yine başörtüsü nedeniyle Şubat ayı içerisinde çatlamış görünüyor. Bunun nedenlerini dinlemek isterdim. Hepsinden önemlisi de Kuzey Irak’a yönelik kara harekatı. Amerika neyi hesaplıyor? Ama maalesef bunların hiçbirine vaktimiz kalmadı. Artık önümüzdeki ay devam ederiz.  

Paylaş Tavsiye Et