Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (April 2009) > Topluyorum > AKP’nin en büyük rakibi kendisi
Topluyorum
AKP’nin en büyük rakibi kendisi

 

Arkadaşlar, Türkiye olarak bu Ramazanı da maalesef yine bir harala gürele içinde geçirdik. Allah hayırlısıyla önümüzdeki Ramazanlara huzur içinde eriştirsin bizleri inşallah. Bu ayın gelişmelerine gelirsek, AKP hakkındaki kapatma davasının sonuçlanmasından bu yana hepimiz büyük bir beklenti içerisine girmiştik. Son birkaç yılımızı esir alan onca patırtı kütürtüden sonra artık Türkiye’nin gerçek ve derin problemlerini konuşabileceğimiz günlerin başladığına inanıyorduk. Ne var ki, geçtiğimiz ayı Kafkasya Krizi ile bu ayı da eften püften gerilimlerle geçirdik.
Erdoğan-Doğan sürtüşmesini mi kastediyorsun?
“Sürtüşme” kelimesi pek kibar değil bence, ama evet onu ve diğerlerini kastediyorum. Bu ayın en ciddi gelişmelerinden biri ABD’deki finansal krizdi. Biliyorsunuz geçtiğimiz haftalarda Freddie Mac ve Fannie Mae kamulaştırıldı; dünyanın en büyük yatırım bankalarından biri olan ve 25 bin çalışanı bulunan Lehman Brothers iflas etti. Merry Lynch ise Bank of Amerika tarafından satın alınarak son anda batmaktan kurtuldu. Dünyanın en büyük sigorta kuruluşu olan AIG ise Amerikan Merkez Bankası FED’in verdiği 85 milyar dolarlık acil kredi ile hayatta kalmayı başardı. Hâsılı kelam, Anlayış dergisi olarak yayın hayatına başladığımız ilk andan itibaren bizim de öngördüğümüz üzere küresel finansal sistemde çok büyük bir çöküş yaşanıyor. Bu akşam bunu konuşmalıyız bence.
Eylül ayının mühim gelişmelerinden biri de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Ermenistan ziyaretiydi. Biliyorsunuz, özellikle Kafkasya Krizi’nin ardından gündeme gelen Kafkasya Platformu çerçevesinde Türkiye ile Ermenistan yeni bir diyalog sürecine girdi. Zaten bir süredir perde gerisinde görüşmeler yapılıyordu. Ancak seneler sonra ilk defa Türkiye ile Ermenistan birbirine bu kadar yakınlaşmış oldu. Ayrıca Azerbaycan da Türkiye-Ermeni yakınlaşmasından memnun görünüyor.
Haklısın, vaktimiz kalırsa bu meseleye de değiniriz. Bu ayki dosya konumuz Türkiye’nin komşularıyla sıfır problem stratejisi. Bu bağlamda da Ermenistan ile ilişkilere dair müstakil bir yazımız bulunuyor. Bence bu akşam iç politikaya yoğunlaşalım. Bu bağlamda İlker Başbuğ’un göreve gelir gelmez attığı ilginç adımları değerlendirelim. Erdoğan-Doğan atışmasını ele alalım. En önemlisi de AKP’yi hedef alan yolsuzluk suçlamaları ile Deniz Feneri olayını konuşalım.
Ergenekon’daki yeni gelişmeleri unutuyorsunuz galiba. Ergenekon davası çerçevesinde sekizinci ve dokuzuncu dalga tutuklamalar geçtiğimiz ay içinde yapıldı. “Beni de alın, beni de alın” diyen Tuncay Özkan nihayet gözaltına alındı. Ayrıca tutuklu bulunan emekli orgeneraller Şener Eruygur ve Hurşit Tolon şüpheli bir biçimde hastaneye kaldırıldılar ve ardından da tahliye edildiler.
Peki, seni de kırmayalım, bunu da konuşalım. Ama önce şu küresel finansal krize bir bakalım. Evet, neler oluyor finansal sistemde?
Aslında ilginç bir döneme giriyoruz. İktisatta deyim yerindeyse yeni bir Keynesyen çağ başlıyor. Keynes biliyorsunuz Kapitalizmi yumuşatmaya çalışan, biraz abartarak söylersek, Kapitalizm ile Komünizmin arasını bulmaya uğraşan bir iktisatçıydı. Benim kanaatime göre Keynes’in bakış açısı realist bir bakış açısıydı.
Bir yerde realizmden söz ediliyorsa, orada bir de idealizm var demektir. Peki iktisattaki idealizm ne oluyor?
Haklısın. Modern dönemde iktisadi yaklaşımlara iki ana kampa ayırabiliriz. İdealist yaklaşımlar ve realist yaklaşımlar. Klasik iktisat ve neo-klasik iktisat idealist yaklaşımlardı. Bu yaklaşımlara göre tabiata içkin doğal ve mükemmel bir denge vardır. Bu dengenin kaynağının Tanrı ya da doğanın kendisinin olması fark etmez. Ayrıca insan aklı hiçbir zaman bu doğal dengenin ötesine geçemez. Her bir insani müdahale bu dengeyi ancak olumsuz yönde değiştirir.
Tam bir Newtoncu kozmoloji örneği.
Evet Newtoncu kozmoloji. Doğa kurulu bir saattir. Mükemmel bir şekilde, sonsuza dek kendi kendine teklemeden çalışır. Her ne kadar klasik ile neo-klasik iktisat arasında pek çok fark bulunsa da en temeldeki ön kabulleri açısından ikisi de aynıdır. Zaten bu nedenle ikisi de “klasik” iktisat olarak adlandırılır. Her ikisi de doğal düzencidir. Doğal ya da Tanrısal olanın yapay olana üstünlüğünden yanadırlar. Birinci Dünya Savaşı’nı ve 1929 Büyük Buhranı’nı gören Keynes bu klasik görüşe karşı çıkıyor ve devletin de tabiat ve Tanrı kadar akıllı olabileceğini öne sürüyor. Ona göre bazen bir ekonominin dengesi eksik istihdam şartlarında da gerçekleşiyor olabilir. Böyle bir durumda devletin devreye girip o eksikliği tamamlaması gerekir. Bunun en çok bilinen örneği devletin işsiz insanları istihdam etmesi, onlara hiçbir iş veremiyorsa çukur kazdırması sonra da bu çukurları tekrar onlara doldurtmasıdır. Yeter ki faaliyet olsun.
Demek ki bizim belediyeler Cumhuriyet’in başından beri Keynesçi bir yaklaşım içindeler. Onlar çukur kazdırmıyorlar ama boyuna kaldırım söktürüp tekrar yaptırıyorlar.
Peki doğal sistem neden tıkanıyor? Neden kriz çıkıyor?
Keynes’e göre bunun iki nedeni var. Birincisi insanoğlunda fıtraten var olan “hayvani ruh”, kendi ifadesiyle “animal spirit”. Para kazanma söz konusu olduğunda insanoğlunun bu hayvani ruhu öne çıkar ve insanın aklını esir alır. İkincisi ise insanoğlunun akıllılığıdır, yani rasyonalizm. Keynes insanların akıllı varlıklar olduğu iddiasına karşı çıkmaz. Ancak ona göre en büyük felaketler akıllarıyla hareket eden insanların toplu eylemlerinden ortaya çıkar. Keynes bunu “tutumluluk paradoksu” adını verdiği bir örnekle açıklıyor. Keynes’in örneğini ben kendi kelimelerimle şöyle ifade edeyim. Diyelim ki ben bir özel üniversitede öğretim görevlisiyim. Üç bin YTL maaş alıyorum. Bunun beş yüz YTL’sini tasarruf edip, iki bin beş yüz YTL’sini harcıyorum. Bu arada bazı ufak tefek ekonomik çalkantılar yaşanıyor. Bu çalkantılar biraz sıklaşınca, insanlar arasında dedikodular başlıyor. Önümüzdeki kış başında daha büyük bir krizin bizi beklediği söylentileri alıp başını gidiyor. Akıllı bir insan olarak benim kendi kendime şöyle bir hesap yapmam gerekiyor. Madem önümüzdeki kış büyük bir kriz bekleniyor, öyleyse benim ayağımı denk almam gerekiyor. Zira böyle bir krizde özel üniversitelere talep düşecektir. Bu durumda da benim işten çıkarılmam çok muhtemel. Dolayısıyla önümüzdeki kış sonuna doğru ben işsiz kalabilirim. Yapmam gereken, bugünden itibaren harcamalarımı kısıp tasarruflarımı artırmaktır. Bundan sonra beş yüz değil de bin beş yüz artırıp, bin beş yüz harcamalıyım. İşte herkes benim gibi akıllı olursa, herkes harcamalarını kısarak tasarruflarını artırırsa, kriz hiç olmayacağı varsa da muhakkak olur. İşte akıllı insanlar bu şekilde akıllı davranarak krize davetiye çıkarırlar.
Ben tam anlayamadım. Bütün bunların ABD’de batan bankalarla ne alakası var?
ABD’deki krizin arkasında yatan da bu iki sebep. Biliyorsunuz ABD’de çok büyük yatırım fonları var. Bu fonların başında da sene sonunda alacağı payı ya da pirimi düşünerek hareket eden, dolayısıyla da “kısa vadede nereden ne kadar para kazanabilirim”in hesabını yapan, hayvani ruhlarının esiri CEO’lar var. Öte taraftan ABD’de mortgage krizinden bu yana bir de ekonomik durgunluk yaşanıyor. İşte bu iki sebep bıçak sırtında giden sistemi yerle bir etmiş görünüyor. Dolayısıyla yeni bir Keynesçi dönem başlıyor. Bütün devletlerin bu dönemde ekonomideki ağırlığı göreli olarak artacaktır. Bu tarihî şartların zorladığı bir durumdur.
Öyleyse bu durum Türkiye’de bir çelişkiye neden olacak. Zira bu hükümetin ekonomi programı neo-klasik bir damardan besleniyor. Özelleştirmeler programın en önemli kalemlerinden birini teşkil ediyor. Ancak küresel sistem devletin ekonomideki ağırlığının arttığı bir döneme giriyor. Bakalım Tayyip Bey bu iki zıt noktayı nasıl uzlaştıracak.
Neo-klasik iktisadın yerini neo-Keynesçi iktisat anlayışına bırakacağını iddia ediyorsun. Anladığım kadarıyla büyük resim bu. Ancak ben geçtiğimiz günlerde ABD’de tam olarak ne olduğunu anlamak istiyorum. Biraz daha detaylandırır mısın bu anlattıklarını?
Freddie Mac, Fannie Mae, Lehman Brothers, JP Morgan, Merrill Lynch, AIG… bu şirketlerin her birinin kendine mahsus problemleri vardı. Ancak bu şirketlerin batmasındaki en temel ve ortak neden, finans akışlarını devam ettirememeleridir. Üzeyir Garih’in bir sözünü hatırlıyorum: “Zarar ettiği için batan şirket yoktur. Ancak kâr ettiği halde batan şirket çoktur. Şirketler nakit dengesini kuramadıkları, nakit akışını devam ettiremedikleri için batarlar.” Mesela Lehman Brothers varlıklarını gayrimenkule, bonolara, borsaya ve diğer finansal enstrümanlara yatırmış. Bu yatırımları çevirebilmek için Lehman Brothers’ın aylık ihtiyacı 100 milyar dolar. Yani her ay bu kadar miktar Lehman Brothers’ın kasasına girmeli ki o da elindeki yatırımları çevirebilsin. Ne var ki bütün yatırım bankalarındaki yatırımlar kısa vadelidir. Çünkü türev piyasalarının karmaşıklığından dolayı yatırımcı yatırımın izini sıhhatli bir şekilde takip edemez. Bu da onları kısa vadeli yatırımlara yönlendirir.
Peki ne oldu da yatırımcılar Lehman Brothers’a artık para vermez oldu?
Son aylarda yatırımcılar baktılar ki Lehman Brothers’ın konut piyasasındaki kayıpları altından kalkabileceğinden daha büyük. Gayrimenkul piyasasından gelen kötü haberler arttıkça ve özellikle de mortgage piyasasında işlem yapan Freddie Mac ve Fannie Mae kamulaştırılınca yatırımcıların Lehman Brothers’a güvenleri iyice sarsıldı. Artık Lehman Brothers daha yüksek maliyetlerle borçlanır oldu. Lehman Brothers’ın yakın gelecekte yükümlülüklerini ödeyemez hale düşme ihtimali yükseldi. Bu durumda da şirket kredi bulamaz hale geldi. Dolayısıyla 600 milyar dolarlık şirket, aylık 100 milyar doları çeviremediği için battı. İşte işin detayı bu. Ancak bu detayların arkasında yatan yine yukarıda bahsettiğim “hayvani ruh”. Yani daha fazla kazanma hırsı. Ellerinde bir lira varken, on liralık yatırım yapıyorlar. Yedi yıl sonrasının ürünlerini bugünden alıp satıyorlar. 2000 yılından sonra emtia fiyatlarındaki astronomik artışlar da bununla alakalı. Ayrıca türev piyasalarındaki karmaşıklık yatırımcının güvenini sarsıyor. Bu kırılganlık nedeniyle sistem küçük bir çalkantıda iflas ediyor.
Tamam, bu mesele anlaşıldı herhalde? İç politikaya geçelim. İlk olarak İlker Başbuğ’un girişimlerini ele alalım. Takip ettiyseniz yeni Genelkurmay Başkanımız görevine hızlı başladı. Güneydoğu’ya bir ziyaret yaptı; burada halkın arasına girdi. TSK’nın iletişim stratejisinde mühim değişimlerin sinyalini verdi. İletişimden sorumlu subayın rütbesini artırdı. Daha önce akredite olmayan Yeni Şafak ve Star gazetelerini akredite etti. Ergenekon operasyonu kapsamında tutuklanan emekli orgeneraller Şener Eruygur ve Hurşit Tolon’u TSK adına ziyaret ettirdi. Tüm bunları nasıl okumalıyız?
Güneydoğu ziyaretinden başlayalım istersen. Biliyorsunuz 28 Şubat sürecinde ve akabinde ordunun Türk halkı nezdindeki itibarı büyük yara almıştı. E-muhtıra ile Ergenekon yapılanması ve bu bağlamda ortaya çıkan başarısız darbe girişimleri ise zaten yaralı olan bu itibarı iyice geriletti. Öte taraftan cumhurbaşkanlığına Abdullah Gül’ün seçilişi ve Gül’ün tüm Türkiye’de ve özellikle de Güneydoğu’daki popülaritesi kendini bir denge unsuru olarak gören ordunun gözünü korkutmuş olmalı. İşte ben İlker Başbuğ’un bu yeni girişimlerini, bu bağlamda da Güneydoğu ziyaretini ordunun yıpranan imajını onarma gayreti olarak görüyorum. Eğer durum buysa önümüzdeki iki sene zarfında attığı her adımı hesap ederek atan, iç siyasi hesaplaşmalara karışmayan, bu süre zarfında da elini güçlendirmeye çalışacak olan bir ordu yönetimi ile karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum.
Sence Ergenekon tutuklularının cezaevinde ziyaret edilmesi bu gayreti gölgelemiyor mu? Başbuğ bunu neden yaptı?
Bence Başbuğ bunu ordu içerisindeki tansiyonu düşürmek için yaptı. Yani bu ziyaretlerle alt kadrolardaki “genç subaylar”a orduya hizmet etmiş askerlerin yüzüstü bırakılmayacağı, onlara gereken vefa borcunun ödeneceği mesajını vermek istedi.
Ya da bunu, Eruygur ve Tolon’un suçlu olmadıklarını, onların tüm “gayri meşru” faaliyetlerinin amacının vatan menfaati olduğunu düşündüğü için yaptı. Dikkat edin arkadaşlar, Ergenekon operasyonu daha yukarılara çıkmadan, belli bir seviyede bıçakla kesilir gibi kesildi. Bence bunun ardında bir bit yeniği aranmalı.
Bence Başbuğ’un girişimleri arasında en ilginç olanı Yeni Şafak ve Star gazetesini akredite ederken; Zaman, Bugün, Taraf, Evrensel ve Vakit gazetelerini akredite etmemesiydi. Ayrıca yaptığı bir konuşmada “cemaat” kelimesini kullanarak Fethullah Hoca grubunu ilk defa bu kadar alenen hedef gösterdi. Biliyorsunuz Yeni Şafak ve Star, Tayyip Erdoğan’a yakın gazetelerken, Zaman ve Bugün Fethullah Hoca grubunun yayın organları. Öyle anlaşılıyor ki Erdoğan ile Başbuğ arasında Fethullah Hoca grubuna karşı bir uzlaşı olmuş. Yakında yeni bir tasfiye sürecine şahit olabiliriz.
Bence böyle bir uzlaşı yok. Ama Başbuğ böyle bir uzlaşı olduğu imajını vermek istiyor olabilir. Yani ideolojik açıdan Başbuğ’un Tayyip Erdoğan’ı kendine Fethullah Hoca’dan daha yakın gördüğünü zannetmiyorum. Ancak burada “böl ve yönet” taktiği uygulanıyor gibi geliyor bana. Bu da aklıma 1970’lerdeki Sino-Sovyet bölünmesini getirdi. Hatırlarsanız Kissinger iki devle mücadele etmektense, Sovyetler Birliği ve Çin arasındaki problemleri öne çıkararak Çin’i ABD’nin tarafına çekmiş ve Sovyetler Birliği’ne karşı büyük bir avantaj elde etmişti. Burada da Fethullah Hoca grubu ile hükümet arasındaki dayanışmanın kırılması hedefleniyor gibi geliyor bana. Tabii bunların hepsi bir hissiyat. Elimde hiçbir somut kanıt yok.
Hissiyatlar dile gelmeye başladıysa bu konuyu kapatmanın zamanı gelmiş demektir. Peki Erdoğan-Doğan gerilimine ne diyorsunuz?
Ne gerilimi, bence tam bir horoz dövüşü!
Anlayabildiğim kadarıyla Aydın Doğan’ın hem TSK ile hem de diğer büyük medya kuruluşları ile arası bozukken, kapatma kararı AKP’nin lehine sonuçlanmışken ve hükümete yakın medya yeterince güç kazanmışken Tayyip Erdoğan, Aydın Doğan’ı köşeye sıkıştırmak ve yaklaşan yerel seçimler öncesinde inisiyatifi eline almak istiyordu. Aydın Doğan’ın Deniz Feneri Derneği ile Başbakan arasındaki irtibata yönelik iddialarının zayıflığını da fırsat bilen Erdoğan, Doğan’a yüklenmeye çalıştı. Halk nezdinde hiçbir itibarı olmayan Baykal ile Doğan’ı yan yana getirmeye çalıştı.
“Çalıştı” diyorsun.
Evet, öyle diyorum; çünkü bence bunda başarılı olamadı. Akıl hocaları kimse Başbakan’ı çok yanlış yönlendirmişler. Bir kere Erdoğan Deniz Feneri Derneği’ne arka çıkarak yanlış yaptı. Doğan’a yüklenmek istiyorduysa bunu başka bir vesileyle yapmalıydı. Nitekim Almanya’da Deniz Feneri eV’nin yöneticilerinin mahkum edilmesi Erdoğan’ın elini çok zayıflattı.
Çok haklısın. Bence de Tayyip Bey en başında, Bülent Arınç’ın sergilediği tavrı sergilemeli ve şaibeli ilişkileri ve eylemleri, kime ait olursa olsun, sahiplenmemeliydi.
Evet, öyle olmalıydı. İkincisi, Erdoğan Doğan’a karşı esip gürledi. Ona bir hafta mühlet verdi. Elinde çok önemli ve gizli bilgiler olduğunu söyledi. Ama aradan bir hafta geçti. Erdoğan’ın tüm tehditleri neredeyse boş çıktı.
Doğru söylüyorsunuz. Aydın Doğan’ın bir iş adamı olduğu, sahip olduğu medya organlarını maddi menfaatleri icabı bir silah gibi kullandığı, son zamanlarda Hilton arazisi ve CNN-Türk ile ilgili olarak hükümet ile arasının açıldığı herkesçe biliniyordu. Herkesin bildiğini bir koz olarak kullanmaya kalkışmak Tayyip Erdoğan açısından stratejik bir hataydı. Ama bence burada daha önemli bir husus var. Erdoğan Doğan ile kavgaya bu şekilde girerek hem kendini hem de oturduğu koltuğun imajını yıprattı. Yahu, sen koskoca bir başbakansın. Doğan ise ne kadar güçlü olursa olsun, nihayetinde bir iş adamı. Yani senin muhatabın değil. Meydanlarda nutuklar atarak, bağırıp çağırarak Doğan’ı bitiremezsin. Ne yapacaksan perde gerisinden yap. Türkiye gibi bir ülkede her iş adamı devlet ile iyi geçinmek zorundadır. Zira attığı her adımda devletin iznine, onayına ya da desteğine muhtaçtır. Yani demek istediğim Doğan’ı köşeye sıkıştırmanın bin bir türlü yolu vardır. İlle de kamuoyuna bir şeyler duyurmak istiyorsan bunu kendin yapma. Ya bir bakanına söylet ya da sana yakın bir gazeteciye veya milletvekiline. Ama bu şekilde yaptı da ne oldu? Aydın Doğan zaten çirkin ve çirkef biri olarak biliniyordu. Şimdi Tayyip Bey de onun seviyesine indirmiş oldu kendini.
Hele Erdoğan’ın Doğan grubunun gazetelerini boykot çağrısı, yenilir yutulur gibi değildi. Başbakan bunu hangi akla hizmet olarak yaptı anlayamadım.
Galiba bu konuda herkes hemfikir. Tayyip Bey’in artık akıl hocalarını değiştirmesi elzem görünüyor.
Tabii, eğer onları dinliyorsa!
Şimdi Deniz Feneri olayında birkaç husus var. Birincisi Almanya’daki Deniz Feneri Türkiye’dekinden ne kadar uzak, ne kadar bağımsız? İkincisi, Almanya Deniz Feneri’nin yöneticileri kusur işlediklerini itiraf ettiler. Ancak daha sonra Mehmet Gürhan’ın avukatı müvekkilinin bu itirafı doğru olmamasına rağmen uzlaşma amacıyla yaptığını iddia etti. Bu ne kadar doğru? İlkinden başlayalım. Ben Türkiye Deniz Feneri Başkanı Engin Yılmaz’ın basın açıklamasını okudum. Almanya’daki Deniz Feneri ile resmî ya da organik hiçbir bağlarının olmadığını söylüyor. Niçin aynı ismi taşıdıkları sorusuna ise başarılı bir markanın her zaman taklit edildiğini ve Almanya’daki yetkilileri isimlerini kullanmamaları yönünde uyardıklarını belirterek cevaplıyor. Öte yandan Almanya’daki Deniz Feneri’nden kendilerine 6 milyon avroluk bir bağış yapıldığını da kabul ediyor. Doğrusunu söylemek gerekirse ben Engin Bey’in bu açıklamalarını hiç de inandırıcı bulmadım. Her şeyden önce bu insanların birbirlerini tanıdıklarını, Kanal 7 vasıtasıyla sürekli irtibat içerisinde olduklarını biliyoruz. İkincisi, sizin isminizi taklit ettiğinden dolayı uyardığınız bir dernek neden getirip 6 milyon avroyu size bağışlamış. Böyle bir şey olur mu? Yani hukuken bu iki dernek birbirinden bağımsız olabilir. Ancak gayriresmî olarak bu derneklerin bir şekilde irtibatlı oldukları ortada. Öte yandan, Almanya’da hüküm giyen Mehmet Gürhan’ın önce toplanan paraları amacının dışında kullandıklarını itiraf edip, halktan özür dilemesi sonra da bu itirafı geri alması ise yine çok garip. Doğrusu ben bunu da pek inandırıcı bulmadım. Hâsılı kelam bu örgütte bir suistimal olduğunu zannediyorum.
Benim bu konuda söylemek istediğim üç şey var. Birincisi bu bir yardım hareketi. Yani insanlar Allah rızası için ihtiyaç sahiplerine ulaştırılacağı düşüncesiyle paralarını getirip bu kuruluşa veriyorlar. Allah rızası için verilen para, Allah’a verilen para anlamına gelir. Kuran-ı Kerim’in ifadesiyle bu paralar Allah verilen borçtur. Dolayısıyla Allah’ın parası gibi hassas ve mühim bir işte hiçbir açıklama ve mazeret, usulsüzlük ve dikkatsizliği ortadan kaldıramaz. Görebildiğim kadarıyla Deniz Feneri Derneği olması gerektiği kadar hassas ve şeffaf değil. Türkiye Deniz Feneri, Almanya Deniz Feneri, Kanal 7, Kanal 7 Int. ve Türkiye’de Kanal 7 ile irtibatlı şirketlerin arasındaki ilişkiler ağı, tüm bu kuruluşların nihayetinde iki ya da üç kişiye bağlı olması, bu kişilerin ailelerinden getirdikleri bir zenginlikleri olmamasına rağmen Türkiye standartlarına göre lüks bir hayat yaşıyor olmaları ve yukarıda dile getirilen ilgili kişilerin açıklamalarındaki tutarsızlıklar maalesef hep kafa karıştırıcı. Yalnız burada altını çizmek istediğim husus bunların şimdilik sadece kafa karıştırıcı olduğu; yani bu camianın fertleri olarak içimizi rahatlatmadığı. Yoksa özellikle işin Türkiye ayağında bir usulsüzlük ve yolsuzluk olduğunu iddia ediyor değilim. Bu konuda mahkeme sürecini beklemek gerek. Keşke Deniz Feneri Derneği detaylı bir şekilde organizasyon, personel ve reklam giderlerini, kaç kişi istihdam ettiklerini, kimin ne kadar maaş aldığını kamuoyuna duyursa da içimiz rahatlasa. Özellikle de Kanal 7’ye ödenen reklam ücretlerini merak ediyorum. Bu konuda dile getirmek istediğim ikinci husus, keşke Deniz Feneri ile ilgili tüm bu hususlar ortalığa saçılmadan önce, bu işi kendi içimizde halledebilseydik. Yani durumdan haberdar olanlar ilgili kişileri vaktinde uyarsalardı, yetkililer de bu uyarıları dikkate alsaydı ve bu durum bu noktaya gelmeden halledilseydi. Ama dinî hassasiyetlere sahip insanlar olarak maalesef henüz o kültürü geliştiremedik; o kadar olgunlaşamadık. Son olarak da, Deniz Feneri’nin akıbeti ne olursa olsun bu bizi yardım etmekten, yardımlara aracılık etmekten ve bu tür örgütleri kurmaktan alıkoymamalı. Suimisal emsal teşkil etmezmiş. Bize düşen, eğer iddialar doğruysa, eğer usulsüzlük ve yolsuzluk yapıldıysa bu patolojik unsurları üşenmeden, gocunmadan bünyemizden bir an önce atmak, yaşananlardan bir ders çıkarmak ve yolumuza devam etmektir.
Vaktimiz daraldı, biliyorum ama izin verirseniz ben de bir noktaya değinmek istiyorum. Bu Deniz Feneri meselesi bir tarafa, son zamanlarda gerek hükümet gerek belediyelerden pek çok yolsuzluk haberleri gelmeye başladı. Bunların ne kadarı doğru ne kadarı iftira bilemiyorum. Ancak hiçbirimizin içi rahat değil bu hususta maalesef. Başbakan’ın damadının, tüm gençliğine ve tecrübesizliğine rağmen, devletten çok büyük ihaleler alan bir şirketin CEO’su olması, bu damadın abisinin Türkiye’nin en büyük televizyonlarından birinin yöneticiliğine getirilmesi, Başbakan’ın oğlunun devlet bankalarından kredi alarak bir gemi sahibi olması, pek çok bakanın oğlunun ya da yakınlarının gittikçe artan ticari faaliyetleri gibi pek çok mide bulandırıcı mesele içimizin rahat olmamasının en temel nedeni. Fazla uzatmayacağım, ama ilgili yetkililer bilmeliler ki, şu anda sahip oldukları iktidar onların eseri değil. Bu iktidarın ardında yatan yüz yıllık bir emek, bu uğurda olmadık işkencelere maruz kalmış, boğazlarından giyimlerinden artırarak varını yoğunu bu yola harcamış yüzlerce isimsiz kahraman var. Eğer iktidarın suistimal edilmesi söz konusu ise yarın ruz-i mahşerde bu zevat şu anki yöneticilerden hesap soracaktır elbet.

Paylaş Tavsiye Et