Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (April 2009) > Topluyorum > Travmalı toplum, patolojik siyaset
Topluyorum
Travmalı toplum, patolojik siyaset
 
 Arkadaşlar bildiğiniz gibi Haziran ayı “telekulak” skandalı ile başladı.
 
Aslında ona “CHP’li Önder Sav skandalı” desek daha doğru olur.
Haklısın, bu tam bir CHP ve Sav skandalıydı. Hatırlarsanız Sav, Vakit gazetesinde yer alan hakkındaki bazı bilgiler nedeniyle gizlice ve hukuka aykırı bir biçimde polis tarafından dinlendiğini iddia etmiş, CHP de bu iddiayı büyüterek AKP karşıtı bir büyük kampanyaya dönüştürmek istemişti. Ancak kampanya tam anlamıyla CHP’nin başında patladı. Zira sonradan anlaşıldığına göre meğerse Sav, Vakit gazetesi muhabiriyle yaptığı konuşmanın akabinde telefonunu kapatmayı unutmuş. Tam kırk beş dakika açık kalan telefondan da Sav’ın kendi odasında özel bir görüşme esnasında söyledikleri telefonun öbür ucundaki muhabir tarafından duyulmuş.
Eee, ne demişler, Allah’ın sopası yok. Önder Sav, Mayıs ayında Hac ibadeti ve Peygamber Efendimiz ile ilgili edepsizce konuşmuştu da bir özür dahi dilememişti. Daha aradan birkaç gün geçmeden dinleme skandalı ile yeniden gündeme geldi. Ama bu defa cümle âleme rezil oldu.
 
Eskiden beri Türkiye’de birilerinin birilerini dinlediği hep söylenir dururdu. Ama son aylarda bu dinlenme muhabbeti iyice arttı. Erdoğan Teziç’ten Tuğgeneral Münir Erten’e kadar pek çok kişinin “çok özel” ve bir o kadar da “sorunlu” konuşmalarını hep birlikte Youtube’dan dinledik.
 
Teziç’in Mason Locası’nda yaptığı iddia edilen o “küfürlü” konuşmasını hatırlıyorum da Tuğgeneral’inkini hatırlayamadım.
Erten özel bir ortamda Kuzey Irak’a yönelik bir operasyonu vaktinden önce açık eden bazı sözler söylemiş.
Tevekkeli değil Youtube’a erişim son zamanlarda sıklıkla yasaklanır oldu.
 
Bence bu yasaklarla dinlemeler arasında kesinlikle bir ilgi var. Neyse, söylemek istediğim, bu “izlenme” ve “dinlenme” olayının artık iyice çığırından çıktığı. Sav’ın o evlere şenlik dinlenme skandalını bir kenara koyarsak, en son dinlenme iddiası Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’ten geldi. Hatırlarsanız Paksüt ve hanımı polis tarafından izlendiklerini ve dinlendiklerini iddia ederek ortalığı birbirine katmışlardı.
Ben ilk başta Paksütlerin niye bu kadar endişelendiklerine bir anlam verememiştim doğrusu. Zira, evet dinlenmek ya da izlenmek hoş bir şey değil ama eğer gizli kapaklı ve gayrimeşru işler yapmıyorsanız dinleniyor olmanın o kadar da büyütülecek bir yanı olmadığını düşünürüm. Ama sonradan Paksüt’ün İlker Başbuğ ile “gizli” bir görüşme yaptığını duyunca o gün Paksütlerin bu kadar endişelenmelerine hak verdim doğrusu. Düşünün bir kere, Paksüt, Başbuğ’la 4 Mart’ta görüşmüş. Bundan bir hafta önce, yani 27 Şubat’ta AKP, MHP ve DTP’nin toplam 411 oyla yaptıkları Anayasa’nın iki maddesindeki değişikliğin iptali için CHP ve DSP Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuş. 14 Mart’ta ise Yargıtay Başsavcısı AKP’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’nde kapatma davası açmış. İlker Başbuğ ise Ağustos ayında yeni genelkurmay başkanı olması çok muhtemel bir isim. Ayrıca bazı komplo söylentilerinde adı geçiyor. Hâsılı kelam böyle kritik bir dönemde, Osman Paksüt gibi “kritik” bir bürokratın yine Başbuğ gibi diğer “kritik” bir bürokratla görüşmesi çok da masum bir gelişme olmayabilir.
Yine komploculuğun tuttu. Adam açıklama yaptı. O gün Başbuğ’u başarılı Kuzey Irak operasyonları nedeniyle kutlamaya gitmiş.
Evet Paksüt böyle diyor, ama buna kaç kişi inanmış acaba! Paksüt gelecek diye binanın kameraları önceden karartılmış. Ayrıca Başbuğ’un odasının olduğu kat boşaltılmış. Basit bir kutlama ziyareti için alınan bu önlemler biraz aşırı kaçmamış mı?
 
Bir husus daha var. Bunu Hürriyet’ten Enis Berberoğlu da yazmıştı. Paksüt sonradan kabullendiği bu görüşmeyi daha önce yalanlamış. Böyle bir görüşmemiz olmadı, demiş. Berberoğlu haklı olarak “Madem masum bir kutlama ziyaretiydi, neden yalanlama gereği hissettiniz?” diye soruyor.
Önder Sav ile başladık, söz nerelere geldi. Ama fena olmadı. Zaten bundan sonra aktaracağım gelişmeler de tüm bunlarla yakından alakalı. Bu ayın en önemli gelişmesi, biraz önce de zikredildiği gibi, Anayasa Mahkemesi’nin, üç partiden 411 milletvekilinin oyuyla gerçekleştirilen, Anayasa’nın iki maddesindeki değişikliği iptal etmesiydi.
Türkiye’nin Euro 2008’de yarı finale kalmasından sonraki en önemli gelişme demek istedin herhalde.
Ona ne şüphe. Neyse, bu iptal kararı, tıpkı daha önceki 367 kararı gibi, hatta ondan çok daha fazla tartışıldı kamuoyunda.
 
Bir ayrıntıyı unutmamalısın. Yine dokuza karşı iki, yani Demirel ve Sezer’in atadığı dokuz üyeye karşı Özal’ın atadığı iki üyenin oylarıyla alındı iptal kararı. Tıpkı 367’de ve benzer diğer davalarda olduğu gibi. Her şey ne kadar da şeffaf! Böyle bir organizasyonu dinlemeye ne hacet!
Geçen ay Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun siyasi bir muhtevaya sahip bildirisini, adaletin siyasi çıkarlara alet edilmesinden dolayı, “Tuzun koktuğu an” diye nitelendirmiştik. Bu bildiri ile tuz koktuysa, Anayasa Mahkemesi’nin son kararı ile tuz ne hale gelmiştir, varın siz düşünün.
 
Anayasa Mahkemesi’nin o kararını nasıl nitelememiz gerektiğini doğrusu ben de bilemiyorum. Artık söyleyecek söz kalmadı. Kararın hukuki ve siyasi yönü bu ay uzman yazarlarımız tarafından değerlendiriliyor. O yüzden detaylara girmenin gereği yok. Ancak şu kadarını söyleyeyim ki Türkiye artık eski Türkiye değil. Olamaz da. Hukukun ya da Anayasa’nın hiçbir hükmünün kalmadığını maalesef yine Anayasa Mahkemesi tescil etti. Türkiye bir demokrasi midir, yoksa jüristokrasi midir tartışmasına Anayasa Mahkemesi nihayet noktayı koydu. Türkiye katıksız bir jüristokrasi imiş. Daha önceleri asker kışlasından çıkar darbe yapardı; ama sonra kışlasına geri dönerdi. Türkiye demokrasi ile militokrasi arasında gider gelirdi. Tamamen fiziksel güçle siyasete müdahale ederler ve arzu ettikleri düzenlemeleri bu güce dayanarak yaparlardı. Askerler adil değillerdi. Bunu kendileri de bilirlerdi ve hiçbir zaman adaleti uyguladıklarını iddia etmezlerdi. Dolayısıyla pratikte rejim yara alsa da, teoride adalet duygusu zedelenmeden, bir üst değer olarak hep orada dururdu. Sorun bu teorik adalet duygusunun pratiğe aktarılması olarak algılanırdı. Ne var ki, bu durum geçtiğimiz aylarda değişti. Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı da artık bardağı taşıran son damla oldu. Yargıçlar adaleti yerle bir ettiler. Artık Türkiye’yi bir devlet, Türk halkını da siyasi bir toplum yapan bir adalet fikrimiz yok. Derler ki “Adalet mülkün temelidir”. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temeli Anayasa Mahkemesi’nin eliyle çökertildi maalesef.
Hürriyet gazetesi Anayasa değişikliğini “411 el kaosa kalktı” manşetiyle duyurmuştu okuyuculara. Demek ki doğru söylemişler.
Bunu inanarak söylemiyorsundur inşallah. Ertuğrul Özkök de matah bir şey yapmış gibi bu manşeti ısrarla savunuyor. Bir de pişkin pişkin “Ben size dememiş miydim?” diye caka satıyor. Tam bir yavuz hırsız ev sahibini bastırır örneği. Yahu, millet iradesinin %80 oranında yansıdığı bir Meclis’in %75’inin oyuyla Anayasa’nın iki maddesi değiştiriliyor. Anayasa Mahkemesi böyle bir değişikliği sadece şekil şartları bakımından denetleyebilecek bir yetkiye sahipken değişikliği içerikten ele alıyor ve iptal ediyor. Şimdi burada kaosu yaratan o 411 el midir yoksa yetkilerini aşıp da değişikliği iptal eden 9 el midir?
Ayrıca kaos olmasın diye her türlü zulme boyun mu eğelim yani? Eğer Ertuğrul Özkök, Milli Mücadele döneminde aynı zihin yapısıyla aynı işi yapıyor olsaydı eminim ki Erzurum ve Sivas kongrelerini “Kaosa neden olacak toplantılar” diye yaftalamakta bir beis görmezdi. Öyle ya paşa paşa işgali kabul etseydik, ne kaos olurdu ne de onca yıkım ve hüsran. Ertuğrul Bey Mustafa Kemal’i de kaosun en baş müsebbibi saymalıydı o zaman. Bu pespaye zihniyeti anlamakta çok güçlük çekiyorum, çok.
Biraz gerginliğinizi alayım diyeceğim ama önümdeki listede yer alan gelişmeler de hep Türkiye’nin içine girdiği bu çapraşık süreçle alakalı maalesef. Mesela bu ay hakkında en çok konuşulan meselelerden biri de İlker Başbuğ’un Kudüs’te ağlama duvarı önünde huşu içinde dua ederken ya da öyleymiş gibi yaparken çekilmiş fotoğraflarının yayınlanmasıydı. Biliyorsunuz Ağustos ayında Yüksek Askeri Şura toplanacak ve yeni komuta kademesi bu şurada belli olacak. Başbuğ’un bu fotoğrafına ne diyorsunuz?
Valla bu adam Yahudi midir değil midir bilemeyiz. Türkiye’nin Yahudi vatandaşları olduğu malum. Aralarında çok başarılı iş adamları da var. Bir de 1626 ile 1676 yılları arasında yaşamış ve Yahudi tarihinin en önemli mesiyanik hareketlerinden birine önderlik etmiş olan Sabetay Sevi’nin takipçileri var. Bunlara Sabetaycı ya da Avdetî deniliyor. Görünüşte Müslüman ama esasen heterodoks bir Yahudi mezhebine mensuplar. İşin ilginç tarafı ise bu vatandaşlar pek çok komplo teorisine konu ediliyorlar. Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyet’in ilk döneminde, özellikle İttihat ve Terakki içerisinde Sabetaycıların çok aktif oldukları ve kilit görevler üstlendikleri biliniyor. Ayrıca TSK içerisinde Sabetaycı bir yapılanmanın var olduğu öteden beri söylenir durur. Ama dediğim gibi, bugün kimin hangi inanca sahip olduğunu bilebilecek durumda değiliz. Benim burada asıl merak ettiğim husus, bu fotoğrafı kimin çektiği ve hangi amaçla medyaya servis ettiği. Çünkü bu işlerden anlayanların söylediklerine göre o fotoğraf öyle kolayca çekilebilecek bir fotoğraf değilmiş.
Bence önemli bir noktaya geldik. Burada İlker Başbuğ’un Ağlama Duvarı önünde çekilmiş fotoğrafı sadece bir teferruat. Bir süredir Türk siyaseti ajan filmlerini aratmayacak ölçüde yoğun bir gizli istihbarat akışı ile şekilleniyor. Komplolar, karşı komplolar, fotoğraflar, ses kayıtları, gizli belgeler, gizli görüşmeler, gizli ajandalar… 28 Şubat sürecinden aşina olduğumuz bir manipülasyon ve provokasyon politikası hep vardı zaten. Ancak Şemdinli olaylarından bu yana yaşadıklarımız bence mahiyet itibarıyla farklı bir durum arz ediyor. Zira 28 Şubat sürecinde provokasyon ve manipülasyon siyasetinin tarafları bu kadar çeşitli ve karmaşık değildi. Bir yanda devletin psikolojik harp birimleri ile onların hesabına çalışan güçlü bir merkez medya ve bürokrasi yer alırken, diğer tarafta Refah Partisi, toplumun inançlı kesimleri ve bazı liberal demokratik aydınlar bulunuyordu. Merkez medya, büyük sermaye, üniversiteler, bürokrasi, barolar, güçlü STK’lar, ABD, İsrail ve AB yekvücut olarak Refah Partisi’nin ve onunla özdeşleşmiş toplum kesimlerinin karşısında idi.
Sence bugün farklı olan ne?
Pek çok şey. Öncelikle AKP, Refah Partisi değil. Refah Partisi’nin lider kadrosu ile AKP’nin lider kadrosu arasındaki fark sadece bir nesil farkı değil. Bu nesil farkının beraberinde getirdiği büyük bir zihniyet farkı da var. AKP’li yöneticilerin İslamcılığı, Erbakan Hoca’nın ve arkadaşlarınınki gibi soyut ve küresel İslamcılık anlayışı değil. Refah Partisi, teorik çerçeve olarak, Cemalettin Afgani ile başlayan, Muhammed Abduh, Reşit Rıza, Hasan el-Benna, Seyyid Kutup ya da Mevdudi ile devam eden, küresel emperyalizme karşı bir tepki olarak yükselmiş uluslarüstü bir İslamcılıktan besleniyordu. AKP ise teorik zemin itibariyle daha Türkiyeli ve daha realist bir damarın tecessümü. Zaten kendilerine İslamcı değil de muhafazakâr demelerinin nedeni de bu. Dolayısıyla Refah Partisi’ne duyulan yaygın güvensizlik ya da antipati bugün AKP’ye karşı duyulmuyor. Ayrıca AB net bir biçimde Türkiye’de demokrasiden, dolayısıyla AKP’den yana. ABD ise her ne kadar ikircikli bir tutum sergiliyorsa da en azından AKP karşıtı olmamaya gayret gösteriyor.
Aslında son zamanlarda ABD’nin tavrında bir değişiklik olduğu seziliyor. Geçen hafta, yanlış hatırlamıyorsam 25 Haziran’da Washington’da düzenlenen bir toplantıda Amerikan Dışişleri Bakanlığının önemli isimlerinden Matt Bryza AKP’nin kapatılmasını bir talihsizlik olarak nitelemiş, böyle bir durumda eğer AB Türkiye’yi Birlik’e almaktan vazgeçerse bunun Amerikan çıkarlarına zarar vereceğini söylemiş.
Doğrusu ben Amerika’nın tavrından pek emin değilim. Zira Amerikalı karar vericiler Türkiye’deki geleneksel müttefikleri olan orduyu karşılarına almak istemiyorlar. Ayrıca ABD’deki güçlü Yahudi lobisi de Türkiye’deki AKP iktidarından ve muhafazakâr zümrenin Türk siyasetinde yükselen etkisinden pek hazzetmiyor. Bunu Richard Perle gibi, Bernard Lewis gibi ya da Washington Institute for Near East Policy gibi ileri gelen Yahudi kişi ve kuruluşlarının her fırsatta dile getirdikleri düşüncelerinden biliyoruz. O nedenle ben Bryza’nın sözlerinin ne kadar hükümetin görüşünü yansıttığını, ne kadar şahsi olduğunu, ne kadar samimi olduğunu bilemiyorum.
Bence Bryza’nın sözleri hükümetin görüşünü yansıtıyor. Bunu şuradan çıkarıyorum. Biliyorsunuz Matt Bryza, Zeyno Baran’ın kocası. International Herald Tribune’de 10 Haziran’da Zeyno Baran’ın bir yazısı yayınlandı. Bence son derece zayıf, Amerikan kamuoyunun hassasiyetlerine hitap eden, siyasi ve bir o kadar da gerçeklerden uzak bir yazıydı. Bryza’nın karısı olmasaydı Herald Tribune o yazıya kesinlikle yer vermezdi herhalde. Neyse, Baran yazısında Türkiye’nin AKP iktidarında giderek İran ve Rusya’ya daha da yaklaştığını, AKP’nin AB ve ABD yanlısı tutumunun bir takiyye olduğunu, AKP döneminde kadınların kamusal hayattan giderek dışlandığını, şeriat özlemcilerinin hızla iktidarı ele geçirmekte olduğunu falan iddia ediyordu. Ayrıca Türkiye’de gerçek Batıcıların Kemalistler olduğunu, ancak Batı tarafından kendilerine ihanet edildiğini düşündüklerini belirtiyordu. Hâsılı kelam Zeyno Baran ima yoluyla AKP’nin kapatılması gerektiğini savunuyordu. Şimdi karısı böyleyken Bryza’nın şahsi kanaatlerinin AKP’nin lehine olduğunu düşünmemiz için somut bir gerekçe yok. Onun için ben Bryza’nın AKP ve demokrasi lehindeki sözlerini kendi şahsi görüşü değil de Amerikan hükümetinin görüşü olarak algılama taraftarıyım.
Araya ABD’nin tavrı girdi, benim sözlerim yarım kaldı. Bugün Türkiye’deki durumun 28 Şubat’tan farklı olduğunu anlatıyordum. AKP, Refah Partisi değil; AB ve kısmen ABD, AKP’yi destekliyor demiştim. Dahası medya ve büyük sermaye de 28 Şubat’ta olduğu gibi yekpare değil. Dolayısıyla hükümet aleyhine devreye sokulmaya çalışılan kampanya ya da provokasyonlar daha büyümeden sönüp gidiyor.
Bak bu doğru. 28 Şubat artığı Fatih Altaylı’nın yine o dönemden kalma ve tam bir üçüncü dünyalı zihnini yansıtan “Humeyni’yi mi yoksa Atatürk’ü mü seviyorsun?” vaveylası bile fazla makes bulmadı. Birkaç günde unutuldu, gitti.
Büyük sermayenin tutumu da bu defa çok sağlam görünmüyor. TÜSİAD’ın içerisinde aykırı sesler duyuluyor. Hükümetin son altı yıllık ekonomik performansı Türkiye’de herkesten çok büyük sermayenin işine yaradı. Tamamen ekonomik kaygılarla hareket eden bir kimse altın yumurtlayan tavuğu kesmek istemez. Dolayısıyla bugün AKP karşıtı yekpare bir büyük sermaye kesimi de mevcut değil. Hepsinden önemlisi de ordu bu konuda parçalı bir yapı arz ediyor. Hükümet karşıtı askerlerin attığı her bir gizli adım kısa zamanda basına sızıyor, faş oluyor. Mesela Şemdinli’de amacına ulaşamadan açık edilmiş bir tertip olduğu anlaşılıyor. Aynı şekilde Sarıkız ve Ayışığı kod adlı darbe planları yürürlüğe konulamadan iptal edildi. Ergenekon örgütünün ve askerî bağlantılarının ipliği pazara çıkarıldı. Tamamen çökertilmese de, Ergenekon artık hareket edemez hale getirildi. Paksüt’ün Başbuğ ziyareti tüm önlemlere rağmen basına sızdırıldı. Ordunun hazırladığı andıçlar tek tek gazete manşetlerinden halka duyurulur oldu.
Lahika 1 meselesini de unutmamalısın.
 
Doğru; andıçlardan sonra bir de başımıza bu Lahika çıktı. Geçtiğimiz günlerde Taraf gazetesi ordunun Dağlıca baskınını bir hafta öncesinden bildiğinin ama gerekli önlemleri almadığının belgesini yayınladı.
Tüm bunlardan sen nasıl bir sonuç çıkarıyorsun?
 
Aslında sayacağım birkaç husus daha vardı. Ama uzatmaya gerek yok. Demek istediğim, ordunun siyasete bakışı yekpare değil. Askerin içerisinde bir grup gizli bir tezgah hazırlıyor; başka bir grup bu tezgahı bozuyor. Benim tüm bu verilerden ulaştığım netice, ne kadar isterse istesin, ordu bu durumda darbe yapamaz. Hiçbir darbe meraklısı böyle parçalı bir orduya güvenerek siyasete müdahale edemez; hayatını riske atamaz.
Haklısın; zaten bu nedenle, yani askerin eli kolu bağlı olduğu için siyasete müdahale görevi yargıya devredildi.
İnşallah olay söylediğiniz gibidir. İnşallah tüm bu istihbarat akışı ordu içerisindeki farklılaşmadan kaynaklanıyordur.
Ne demek istiyorsun?
Eğer Türkiye’deki siyasi ve bürokratik elit içerisinde bir çeşitlenme, bir farklılaşma varsa bu iyiye alamettir. Bugüne kadar hüküm sürmüş statükocu zümreye “Artık yeter” denmesi, Türkiye’nin geleceğinin parlak olduğunu gösterir. Ancak istihbarat akışı seçkinler içerisindeki alternatif bir gruptan değil de, yabancı istihbarat kaynaklarından geliyorsa o zaman iş değişir. Bu durumda aynı derecede iyimser olmak mümkün değil maalesef. Zira yabancı devletlerin Türkiye’deki güç mücadelesinde bir kesimi desteklemesi, bu AKP de olsa, marazidir. Hiçbir yabancı güç böyle bir desteği durup dururken vermez. Mutlaka bir beklentileri, bir alacak hesapları vardır.
Ne yani, eğer Anayasa Mahkemesi AKP’yi kapatmazsa, buna üzülmemiz mi icap ediyor?
Mesele üzülüp üzülmeme meselesi değil. Eğer Anayasa Mahkemesi bu kararı yabancı güçlerin baskısıyla alırsa, burada bir anlaşma, bir alış veriş olmuş demektir. Ben şahsen bu tür alış verişlerin pek hayra alamet olmadığını düşünürüm. İnşallah yanılıyorumdur.
Benim dikkat çekmek istediğim başka bir husus var. Dikkat ederseniz aylardır komplolardan, gizli kapaklı işlerden ve ilişkilerden bahsediyoruz. Bu türden karanlık işler ve güçler her devlette görülebilir. Ancak siyaset dediğimiz alan tamamen bu türden işlerle şekilleniyorsa, yani anormal olan norm halini almışsa orada patolojik bir durum var demektir.
Ben şahsen gazete manşetlerinden duyurulan gizli belge ve bilgilere artık şaşırmaz oldum. Her biri bir kokuşmuşluğun, rezilliğin dışavurumundan başka bir şey değil bana göre.
konuda yalnız değilsin. Zaten anormal olanın norm halini almasından kastım da bu. Hiç kimse bu rezilliklere şaşırmıyor artık. Bu yadsıma durumu bence sadece tükenmişliğin tezahürüdür.
Bu tükenmişliğe “travma” diyebilir miyiz?
Neyi kastettiğini anlıyorum. Dengir Mir Mehmet Fırat, bu ifadeyi hangi gerekçe ile kullandı bilmiyorum, ama Türkiye Cumhuriyeti kurulurken toplumun geniş bir kesiminde derin bir travma yaşandığı hususu tartışılmaz bir gerçektir. Travmanın nedeni de öyle zannedildiği gibi sadece kılık kıyafet ya da alfabe değişikliği değildir. Yeni Cumhuriyet eliti, belki de farkında olmadan, Türk halkından ben idraklerini değiştirmesini talep etmiştir. Diğer tüm değişiklikler bu ben idrakinin bir tezahürüdür. Bakın arkadaşlar bu değişiklik talebi basit bir talep değildir. Ben idrakinin derin felsefi ve psikolojik kaynakları ve yansımaları vardır. Başka bir deyişle yeni Cumhuriyet eliti bu halktan, inandıkları Tanrı’yı, kozmolojik duruşlarını, zaman, mekan ve tabiat algılamalarını, kısacası tüm varoluşlarını değiştirmelerini istemiştir. Böyle bir talebin travma yaratmaması mümkün müdür? İşte bugün yaşadığımız anomali, bu travmatik geçmişin bir sonucudur. Fırat’ın “Travma yaşanmıştır” sözlerine son derece sert bir biçimde verilen tepki bile bu travmanın gerçek olduğunun bir kanıtıdır. Şimdi senin soruna dönersek, evet bu tükenmişliğe bir travma diyebiliriz. Ülke olarak çok kritik bir dönemece girmiş bulunuyoruz. Önümüzdeki beş yıl bundan sonraki elli yılı belirleyecek düzenlemelere gebedir. Bir devleti devlet yapan tüm idealleri yitirmiş durumdayız. İvedilikle yeni idealler etrafında kenetlenmezsek bu travmanın neticesi topyekûn yok oluştur.

Paylaş Tavsiye Et