Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (December 2003) > Dünya Siyaset > İngiltere’nin iç siyasal dinamikleri yeniden yapılanırken
Dünya Siyaset
İngiltere’nin iç siyasal dinamikleri yeniden yapılanırken
Sadık Ünay
İNGİLTERE ve politika kelimeleri aynı cümle içinde anıldığında zihnimizde ilk çağrışım yapacak isim çok büyük ihtimalle Tony Blair olacaktır. İngiliz İşçi Partisi’ni klasik sol söyleminden koparan ve Anthony Giddens, Will Hutton gibi ağırlıklı entelektüellerin destekleri ile formüle edilen “Third Way” (Üçüncü Yol) yaklaşımını başarıyla siyasi retoriğe dönüştüren Blair’i, 1997 genel seçimlerindeki zaferinden bu yana İngiliz iç siyasetinin tartışmasız hakimi olarak kabul etmek yanlış olmaz. Margaret Thatcher’lı Muhafazakâr Parti’nin hakimiyetinde geçilen ve yeni sağ söylemler ışığında çoğu zaman geniş sosyal tepkiler doğuran ekonomik liberalleşme programlarının uygulandığı 1980’li yılların ardından, İşçi Partisi’nin sosyal devlet ve “insancıl kapitalizm” temalarına yaptığı vurgu müzmin bir muhalefet hareketinden güçlü bir iktidar partisine dönüşmesinde önemli rol oynadı. Bu anlamda Blair, Üçüncü Yol yaklaşımını, İşçi Partisi’ni sosyalizme yakın duran radikal bir sosyal demokrasiden merkeze çekmek ve geniş bir sosyo-politik koalisyon oluşturmak noktasında mahirane bir biçimde kullandı. Bilindiği gibi İşçi Partisi’nin yaşadığı değişim sadece İngiltere iç siyasetini etkilemekle kalmayıp, Avrupa’daki sosyal demokrat partileri programlarını gözden geçirmeğe zorladı ve böylece 1990’ların sonlarına doğru Batı ve Merkezi Avrupa’ya yayılan bir dizi sosyal demokrat iktidarın da yolunu açmış oldu.
İç siyasette gittikçe güçlenen ve partisinin Avam Kamarası’ndaki açık sayısal üstünlüğü sebebiyle kendisini dış politikada son derece rahat hisseden Blair, ilerleyen yıllarda gerek Clinton, gerekse Bush yönetimleri ile stratejik ilişkiler kurarak ABD ile eşgüdüm halinde İngiltere’nin uluslararası profilini yükseltme projesine yoğunlaştı. Özellikle 11 Eylül sonrası dönemde Amerikan yönetiminde hakim olan yeni-muhafazakârlar ve George W. Bush ile bir İşçi Partisi liderinden beklenmeyecek derinlikte püritanik bir ortaklık kuran Blair, “Teröre Karşı Global Savaş” retoriğinin içini doldurabilmek için olağanüstü gayret sarf etti. Afganistan ve Irak gibi yeni çatışma alanlarında maksimum askeri desteği, toplumsal muhalefete rağmen sağlayıp ABD’nin komünikasyon sıkıntısı çektiği Orta Doğu’da gönüllü aracı rolünü üstlenerek Amerika’da “En Sevilen Dünya Lideri” oldu. Bütün bunlar olurken, Blair’in dış politikada elini güçlendiren iki önemli unsurdan biri İngiltere ekonomisinin Gordon Brown yönetiminde son yıllarda yakaladığı çıkış, diğeri de Avam Kamarası’nda ikinci parti olarak bulunan Muhafazakâr Parti’nin bir türlü anlamlı ve güçlü bir muhalefet partisine dönüşememesiydi. “Demir Lady” Thatcher’ın 1980’lerde acil sosyo-ekonomik reformları gerçekleştirmek için takındığı nispeten otoriter siyaset yapım tarzı, parti içi direniş sonucu Thatcher’ın yerini alan John Major’ın iktidarında kısmen yumuşamış olsa da, partiye ve antipatik lider kadrosuna karşı giderek güçlenen sosyal tepki Tony Blair yönetimindeki İşçi Partisi’ne 1997 seçimlerinde çok da zor olmayan bir zaferin yolunu açmış oldu. Tarihsel geleneğinde Churchill ve Thatcher gibi karizmatik liderler çıkarmaya alışmış olan Muhafazakâr Parti için 1997 sonrası dönem parti-içi yoğun entrikalar ve Bizans oyunları sonucu merkezi otoritenin sürekli aşındırıldığı bir “fetret dönemi”ne dönüştü. 1980’li yıllardaki Thatcher hükümetlerinde aktif görevler alıp uygulanan stabilizasyon politikalarına yönelen sosyal tepkilerin hedefi haline gelmiş olan Michael Howard, Kenneth Clarke gibi tecrübeli politikacılar liderlik yarışından de facto olarak dışlanınca, yükselen değer Tony Blair’in karşısına yeni yüzler çıkarma operasyonları hız kazandı.
Bu bağlamda partinin ağır topları tarafından perde arkasından desteklenen William Hague ve Ian Duncan Smith gibi siyasi tecrübesi ve kabiliyeti son derece kısıtlı iki lider sürpriz bir biçimde arka arkaya göreve getirildi. Blair’in nispeten başarılı geçen ilk iktidar döneminin sonunda yapılan 2001 genel seçimlerinde Muhafazakâr Parti’nin muhalefette olmasına rağmen önemli oranda oy kaybederek bozguna uğramasının ardından Hague, parti grubu tarafından istifaya zorlandı. Ardından demokratik açılım söylemleri içinde ilk kez parti üyelerinin oyları ile yine pek bilinmeyen bir yüz, Ian Duncan Smith, liderlik koltuğuna oturdu. Duncan Smith, İşçi Partisi’nin sağlık, eğitim, ulaşım gibi kamu hizmetlerine yönelik politikalarına rasyonel alternatifler geliştirerek partiyi biraz daha etkin bir muhalafet partisine dönüştürdüyse de, kendisini “sessiz bir adam” diye nitelendiren bu eski askerin Blair’in değişik sosyal kesimler içinde ince ince dokuyarak oluşturduğu popülariteyi sarsması pek olası görünmüyordu.
Sonuçta, Muhafazakâr Parti’nin müzmin hizipçilik ruhu kendini tekrar gösterdi ve partinin oy oranını İşçi Partisi’nin birkaç puan yakınına kadar yükseltmeyi başaran Duncan Smith, parlamento grubu içinde yapılan bir güven oylamasını az farkla kaybederek liderlikten ayrılmak zorunda kaldı. Böylece Muhafazakâr Parti’nin son dört lideri Thatcher, Major, Hague ve Duncan Smith parti içi hizipleşmelerin yol açtığı demokratik darbelerle görevden alınmış oldular. Bu anlamda Ekim ayı sonunda gerçekleşen son darbenin öncekilerden en önemli farkı, Duncan Smith istifaya zorlandıktan sonra çetin bir liderlik yarışının yaşanmaması, aksine liderliğe talip olması beklenen Kenneth Clarke, Michael Portillo, David Davis gibi isimlerin geri adım atması ile partinin, tek lider adayı Michael Howard etrafında birleşmesiydi. Thatcher hükümetlerinin pek de popüler olmayan İçişleri Bakanı olarak hatırlanan Howard, liderlik kariyerine siyasi tecrübesi, doğal hitabet yeteneği ve uzlaşmacı tavrının sayesinde daha olumlu bir başlangıç yaptı. Muhalefet lideri olarak karşısına çıktığı Tony Blair’i Avam Kamarası’ndaki Başbakan’a Sorular oturumlarında yıllar sonra ilk defa savunmaya geçmek zorunda bırakarak çetin bir siyasi rakip olacağını ispatladı. Howard’ın siyaset tarzı’nın Muhafazakâr Parti oylarına nasıl yansıyacağı ve halen tek bölge-tek aday sisteminin uygulandığı seçim sistemi içinde 2005 yılındaki genel seçimlerde ciddi bir iktidar adayı olup olamayacağı hakkında yorum yapmak için elbette ki henüz çok erken.
Yalnız kesin olan birşey var: Irak Savaşı sırasında ABD’ye verdiği kayıtsız-şartsız destekten ötürü Robin Cook ve Clare Short gibi iki önemli bakanının istifası ile sarsılan; ardından başdanışmanı Alastair Campbell Irak’ın sahip olduğu kitle imha silahlarınca oluşturulan tehdidi kasten abarttığı suçlaması ile istifaya zorlanan; Savunma Bakanlığı uzmanı Dr. David Kelly’nin isminin basına sızdırılması ve intihar etmesinden dolayı kişisel olarak suçlanan ve eğitim ile sağlık hizmetlerinin kademeli olarak özelleştirilmesi konusunda İşçi Partisi’nin sol kanadından önemli bir direnişle karşılaşan Tony Blair, ciddi manada iktidarı zorlayacak ana muhalefet partisinin gölgesinde çok daha stratejik ve hassas davranmak zorunda kalacaktır. Siyasi dengelerdeki potansiyel değişimi sezen global medya baronu Rupert Murdoch’un sahibi olduğu gazete ve televizyonları ile son iki seçimde İşçi Partisi’ne verdiği desteği gözden geçirme kararı alması da “maçın ortada” olduğu noktasında erken bir işaret olarak kabul edilebilir. Bundan sonraki dönemde iç siyasette daha az risk alıp kamuoyundaki hakim eğilimlere yakın durmak isteyecek olan Blair’in Washington’daki dostlarından, Irak Savaşı ve Filistin Sorunu gibi önemli uluslararası konularda İngiliz kamuoyunda tepki doğuracak yaklaşımlardan imtina etmelerini istemesi muhtemeldir. Ancak Blair ve Amerikan yönetimi arasındaki ilişkinin hiyerarşik ve tek taraflı bir ilişki olduğu ve Kyotu Çevre Anlaşması, Uluslararası Savaş Suçluları Mahkemesi ve İsrail’deki Sharon yönetimine taviz verilmemesi gibi konularda Blair’in “olağanüstü” ikna kabiliyetinin Amerikan yönetiminin tavrını değiştirmede yetersiz kaldığı da hatırda tutulmalıdır.

Paylaş Tavsiye Et