Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (December 2003) > Türkiye Siyaset > Amme idaresinden yönetişime: Kamuda bitmeyen maç
Türkiye Siyaset
Amme idaresinden yönetişime: Kamuda bitmeyen maç
Tayanç Ahmet Gündüz
TÜRKİYE’DE Kasım ayı, “kamu” kelimesinin zihinlere kazındığı bir ay oldu. Bir yandan kamu yönetimine ilişkin olarak aylardır hazırlanmakta olan Kamu Yönetimi Reformu Yasa Tasarısı kamuoyuna sunuldu; diğer yandan “kamusal alan” uzayda kapladığı yüzeyi, Yargıtay’da bir sanığın savunma hakkının, mahkeme salonunda başörtüsünü çıkartmadığı için elinden alınmasıyla genişletti. Kısaca kamu (!), halk karşısında 1-0 öne geçti.
Oysa, kamu sözlük anlamı ile “bir ülkedeki halkın bütünü, amme” olarak tanımlanıyor. Kamu yönetimi ya da eski deyişle amme idaresi kavramı ise, geniş anlamıyla devletin tüm fonksiyonlarını içeriyor. Ancak, bugün (tasarının da içerdiği şekliyle) daha çok yürütmeye ilişkin işlevleri ile halkın gündeminde. Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de, kamu yönetimi, uzun zamandır reform taleplerinin yoğun olarak dillendirildiği bir alan. Toplum, ödediği vergilerle idarenin yürüttüğü faaliyet ve programlar için kaynak sağlıyor. Ve vatandaşlar, ödedikleri vergilerin karşılığını, geçmişe nazaran daha yüksek sesle talep ediyorlar.
 
Dünyada da Talep Aynı
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, özellikle Avrupa’da, “sosyal devlet” anlayışı ile kamu yönetiminde vatandaşlar lehine birçok düzenleme gerçekleştirildi. Savaşın yol açtığı yıkım nedeniyle, devletler ekonomide motor görevi üstlendiler; özel girişimin yetersiz kaldığı durumlarda aktif olarak rol aldılar. Neticede, ulusal gelirlerin yaklaşık yarısını kamu harcamaları oluşturur hale geldi. Devletin istihdamdaki payı da önemli ölçüde arttı.
Fakat bir süre sonra devletler temin edebildikleri kaynaklarla, üstlendikleri görevleri yerine getiremez oldular ve 70’lerin sonunda, petrol krizlerinin de etkisiyle birçok ülke bütçe ve borç krizleri yaşadı. Devletler, “sosyal” sıfatına layık olabilmek uğruna, temel kamusal işlevlerini aksatmaya başladılar. Kamu kesimi giderek hantallaştı ve vatandaşlar, sosyal devlet olgusunu sorgular oldu.
Bu süreç, ülkeleri bir başka uç noktaya, “minimalist devlet” anlayışına götürdü. Kamu otoritesi; savunma, güvenlik, adalet ve temel altyapı hizmetleri dışındaki alanlardan çekilecek, diğer hizmetler piyasa güçleri tarafından gerçekleştirilecekti. Devlet bu dönemde gelirin yeniden bölüşümü, kaynak transferi ve piyasalar üzerindeki düzenleyicilik fonksiyonlarından feragat etmeye zorlandı. Bu anlayışa göre, birçok ülkede devlet küçültüldü; sosyal programlar kısıtlandı, özelleştirme ve deregülasyon (piyasa düzenlemelerine son verme) yoluyla gerçekleştirilen reformlarla, 1980-87 Thatcher dönemi İngiltere’si gibi örneklerde, kamu yönetimi alanında önemli değişikliklere gidildi. 
Ne var ki, aşırı uçlara yönelik bu salınım hareketi verimsiz sonuçlar doğurdu. Feda edilen çok önemli altyapı ve eğitim programları nedeniyle, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, yatırım verimliliği ciddi şekilde geriledi ve kurumsal altyapı tamamıyla çöktü. Bu da, yeni bir paradigmanın doğmasına neden oldu. Komünizm karşısında kazanılan zaferle birlikte, kamunun piyasaları düzenleyici ve etkin bir rol üstlenmesinden tedirgin olmak için bir neden kalmayınca, yeni bir kavramsallaştırma ile birlikte kamu yönetiminde bir diğer reform dalgası başladı. Bu süreçte yönetişim, etkinlik ve “müşteri odaklı kamu hizmeti” gibi kavramlar öne çıktı.
Amerikan filmlerinden hatırlayacaksınız; topluma dehşet veren bir olay karşısında, kasabanın belediye başkanı, polis şefini sıkıştırır; tekrar seçilmesinin bir şartı olarak gördüğünü de saklamayarak, olayın bir an önce çözülmesi yönünde baskı yapar. Ya da başka bir örnekte; halk veya sivil toplum örgütlerinin temsilcileri, yerel idarecinin (veya polis şefinin) kapısını bizzat çalarak, orada görev yapmasının, kendilerinin ödediği vergilerle mümkün olduğunu, çekinmeden hatırlatır, icraat bekler. Kısacası vatandaş, müşterisi olduğu kamu hizmetlerinin en etkin bir şekilde arz edilmesi için, baskı mekanizmalarını harekete geçirir.
Bu örneklerde, bugün kamu yönetimi denince akla gelen, literatürdeki birçok kavram saklı. Bunların başlıcaları arasında; katılımcılık, hesap verebilirlik, kamu hizmetlerinin süratle, etkili ve verimli biçimde sunulması sayılabilir.
 
Tasarı Yönetim Anlayışını Öne Çıkarıyor
AKP Hükümetinin, iktidara gelişinin yıldönümünde kamuoyuna sunulan tasarı da, zikredilen bu kavramlara atıfla başlıyor.
Tasarıda Kanunun amacı; “katılımcı, saydam, hesap verebilir, insan hak ve özgürlüklerini esas alan bir kamu yönetiminin oluşturulması, kamu hizmetlerinin adil, süratli, kaliteli, etkili ve verimli bir şekilde yerine getirilmesi için merkezi idare ile mahalli idarelerin görev, yetki ve sorumluluklarının belirlenmesi; merkezi idare teşkilatının yeniden yapılandırılması ve kamu hizmetlerine ilişkin temel ilke ve esasları düzenlemek” şeklinde belirtiliyor.
Yerellik anlayışına yapılan vurgu da dikkat çekiyor. Kamu yönetiminin kuruluş ve işleyişinin temel ilkeleri bölümünde; “Görev, yetki ve sorumluluklar, hizmetten yararlananlara en uygun ve en yakın birime verilir” deniliyor. Bunun yanında, merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasında görev ve yetki bölüşümü, yerel yönetimler lehine olmak üzere yeniden düzenleniyor. Bu bağlamda milli eğitim, sağlık, tarım, çevre ve orman bakanlıkları bünyesindeki taşra birimlerinin yerel yönetimlere devredilmesi öngörülüyor.
Tasarıda, merkezi idarenin kamu hizmetleri ile ilgili yetki ve sorumluluklarının sıralandığı bölümde “Kamu kurum ve kuruluşları ile özel sektör, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve sivil toplum örgütleri arasında iletişim ve işbirliğini sağlayıcı mekanizmalar oluşturmak…” şeklindeki ifade ile, “yönetişim” kavramı öne çıkıyor. Özellikle, 1990 sonrasında, Dünya Bankası ve OECD gibi kuruluşların, konuya ilişkin olarak hazırladıkları raporlarda vurgulanan bu kavram, kamu yönetimine ilişkin faaliyetlerde “işteş” fiil çatısının kurulması gibi, Modern Türkiye’nin pek de alışık olmadığı bir söylemin gündeme girmesine neden oldu. Bir yanda idarenin bütünlüğü ve yetki genişlemesi gibi, yerel idarelerin hareket alanını sınırlayan anayasal düzenlemeler olsa da, Avrupa Birliği hedefi ve küreselleşmenin gerekleri nedeniyle yerel yönetimler ön plana çıkıyor. Daha da önemlisi yerel yönetimlerden de, görevlerini yerine getirirken, sivil toplum örgütleri ve meslek kuruşları gibi aktörlerle daha yakın ilişkiler kurmaları, faaliyetlerinde ortaklaşa hareket etmeleri bekleniyor.
Tasarının kamuoyuna duyurulmasının ardından, Türkiye’nin üniter yapısının bu yasa ile zarar göreceği, zayıflayacağı yönünde eleştiriler ortaya atıldı. Eleştirilen diğer konular arasında; Teftiş Kurullarının lağvedilmesi ve iç denetimin yerel idarecinin inisiyatifine bırakılması, iş güvencesinin ortadan kaldırılması, Türkiye Cumhuriyeti’nin “sosyal devlet” olma vasfından uzaklaşmasına yol açacak düzenlemelere yer verilmesi gibi noktalar da var.
Hükümet, tasarının yasalaşması sürecini bayram sonrasına erteledi. Ve tasarının değiştirilemez olmadığını bizzat Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin vurguladı. Konuyu kamuoyunun haklı talepleri doğrultusunda yeniden ele alacağını ifade eden hükümet, “yönetişim” anlayışına uygun hareket ediyor görünüyor. Ancak, devleti ciddi bir şekilde dönüştürecek bu tasarının yasalaşmasının ardından, anayasa değişikliğini de içerecek şekilde bir yargı reformu yapılmalı; kamusal alan tanımı net bir şekilde ortaya koyularak, bu alanda nelerin yapılabileceği ve nelerin mümkün olmadığı, kamunun (halkın) yararını gözetecek şekilde tavzih edilmelidir. Yoksa, başbakanın sıkça vurguladığı gibi, tribünlere hoş gelen hareketler, “şerefli mağlubiyeler”le sonuçlanabilir.

Paylaş Tavsiye Et