Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2008) > Topluyorum > Gitti Lübnan, geldi Papa!
Topluyorum
Gitti Lübnan, geldi Papa!

 

Merhaba arkadaşlar. Geçtiğimiz ay, en yoğun gündemimiz Lübnan sorunu ve Türkiye’nin Lübnan’a asker gönderip göndermemesiydi. Bu ay içerisinde ne zaman ki Türkiye Lübnan’a asker gönderme kararı aldı, o anda söz konusu yoğun gündem birden ortadan kalktı, tartışmalar adeta bıçak gibi kesildi.
Bu normal değil mi? Gitsin mi gitmesin mi tartışması yapılıyordu ve “gitsin” kararı çıkınca tartışma bitti. Bir nevi, “görev tamam”landı.
Keşke bu kadar basit olsa. Esasında söz konusu tartışmanın süreksizliği; problemin bizzat kendisinin tartışılmadığını, siyasal ve medyatik aktörlerin birbirlerine karşı konumlarını gözeterek bu tartışmayı sürdürmek istediklerini gösteriyor. Bir başka deyişle, medyada ve siyasette bu tartışmayı yürütenlerin niyeti “bağcıyı dövmek” yerine “üzüm yemek” olsaydı, bölgedeki problemleri çok daha yoğun bir biçimde tartışmaya devam ediyor olacaktık.
Dikkat edin, çatışmanın baş aktörü İsrail olunca, süreç çok çabuk normalleşiyor ya da normalleştiriliyor. Filistin, birkaç münferit olayla gündemimize geliyor, ancak kısa sürede gündemimizden çıkıyor. Ne var ki, gündemimizden çıktığında da İsrail orada sistemli sindirme politikasını sürdürmeye devam ediyor. Ortadoğu yeniden şekilleniyor ya da şekillendirilmek isteniyor. Durum bu kadar ciddiyken ve İsrail, ABD’nin yedeğinde ciddi bir atağa kalkmışken, meseleyi salt Türkiye’nin bölgeye asker göndermesi ya da göndermemesi tartışmasına indirgemek hiç de akıl kârı değil.
Türkiye’de siyasetçilerin bir kez daha milliyetçi söyleme kucak açtıkları bir dönemde, barış gücüne asker gönderme tartışması dışarıdaki gelişmelerden çok iç siyasetteki gelişmelere etki edecek bir konu gibi duruyor. Hepimiz görüyoruz, Türkiye siyaset sahnesinde milliyetçi bakiyenin paylaşım kavgası tüm hararetiyle sürüyor.
Siyasetçilerin milliyetçi söyleme kucak açması, önemli oranda yaklaşan genel seçimlerle alakalı. Bugün Türkiye’de siyasi partilerin mukadderatını belirleyecek olan, kritik oy potansiyelini bünyesinde barındıran bölge Orta Anadolu’dur. Dolayısıyla bırakın AKP, MHP ve DYP’yi, CHP de milliyetçi söylemin üretimine katkıda bulunuyorsa, bunun en temel sebebi “seçim yatırımı”dır. Adı geçen bu partiler, Doğu ve Güneydoğu’dan destek alamayacaklarının farkındalar.
Milliyetçiliğin yükselişi yeni bir olay değil. Ancak burada yeni olan, AKP’nin milliyetçi söylemi sahiplenerek siyaset üretmeye soyunması. Açıkçası ben bunu yalnızca yaklaşan genel seçimlerle alakalı görmüyorum. Başbakan Diyarbakır’da “Kürt sorunu” sözünü sarf ettikten sonra, hatasını anladı ve bu hatayı telafi etmek amacıyla milliyetçi bir zırha büründü. Bu zırh gün be gün kalınlaşıyor. Başbakan, büyük tepki toplayan “askerlik yan gelip yatma yeri değildir” sözünü de bu milliyetçi motivasyonla sarf etti.
Ne var ki, her zamanki gibi “ne İsa’ya ne Musa’ya” yaranabildi.
Evet, ama başbakan bu sözü, çocukları askerde ölen acılı ailelerin isyanlarına karşı, bir tür tepki olarak sarf etti.
Şimdiye kadar bu aileler “vatan sağ olsun” derlerdi. Artık bu tavır yerini daha sorgulayıcı bir tavra bırakıyor sanki.
Ben bu ailelerin isyanını “çatlak ses” olarak algılamaktan yana değilim. Aksine bu yönelim ve tavır giderek güçlenecek gibi geliyor bana. “Asker millet”, “peygamber ocağı” vb. mitler yavaş yavaş dağılıyor. Bunun başlıca sebebi bir başka mitin, “kutsal vatan” mitinin dağılması. Esasında, toplumun on yıllardır değerlerinden arındırılmasının geldiği son nokta bu. Sistem, böyle bir sürece önayak oldu ve önümüzdeki dönemde bunun sıkıntısını çok daha farklı alanlarda yaşayacak. Seküler ve bireyci zihniyetin inşa ettiği toplumsal hayat alanında kimse “vatan sağ olsun” demez. Zaten modern evren tasavvuru içerisinde ‘vatan’ diye bir şeyin yeri de yoktur. Dahası bu coğrafyada İslam yoksa vatan da yoktur.
Bana göre AKP’nin milliyetçi söyleme bu denli iltifat etmesinin kendisi açısından son derece olumsuz sonuçlar doğuracağı gün gibi aşikâr. Türkiye’deki milliyetçi kesimin kemikleşmiş bir oy potansiyeli var ve AKP’nin bu oyu kendisine çekebileceğini düşünmek saflık olur. Aksine AKP’nin milliyetçi bir söyleme meyletmesi, Batı ile ilişkilerini krize sokabilir ve bu da AKP’nin iç siyasetteki meşruiyetini baltalayabilir. Modern Türk siyasi tarihinde Batı ile ilişkileri yürütme tekelinden mahrum hangi güç iktidarda kalabildi ki?
Karşımızdaki milliyetçi söylemin mümeyyiz vasfı, bünyesindeki baskın “Kürt-karşıtı” hava. Sormamız gereken soru; bu durum geçici bir durum mu, yoksa gittikçe derinleşen ve kemikleşen bir problemler ağıyla mı karşı karşıyayız? Eğer gittikçe derinleşen bir problemler ağından bahsediyorsak, bu, salt Türkiye’deki iç siyasi gelişmelerle mi alakalı yoksa Ortadoğu’nun genel durumuyla mı?
Hiç kuşkusuz, Ortadoğu’daki genel hava, içeride Türkçü bir dayanışma ruhunu canlı tutmayı gerekli kılıyor. Irak’ta Kürt kimliğinin siyasal alanda daha fazla belirleyici olması yönünde, şiddeti giderek artan bir mücadele var. Lübnan’a Türk askeri gidiyor ve kamuoyundaki muhalif havanın dağıtılması için de yine milliyetçi bir tesanüt ruhuna ihtiyaç var. ABD Türkiye’den, Afganistan’da Taliban karşısında savaşmak için asker istemiş durumda. Asker, Kuzey Irak’a girmek istiyor. Tüm bunlar birlikte düşünüldüğünde bir “Kürt tehdidi”nden bahsedilmesi ve Türk milliyetçiliğinin bunun karşısına konumlandırılması birileri için ‘çözüm’ olarak algılanıyor.
İyi de AKP kendisini burada nasıl konumlandırıyor; eğer böyle tehlikeli bir senaryo söz konusuysa milliyetçi söyleme niçin itibar ediyor?
Sen de hak verirsin ki, bu soruyu AKP’nin yaşadığı kimlik krizinden bağımsız değerlendirmemiz mümkün değil. AKP, parti olamadan iktidar olmuş bir siyasal aktör. Önce “muhafazakâr demokrasi” diye bir kavramla kendi kimliğini tanımlamaya yeltendi; ancak bir türlü bu kavramın içini dolduramadı. Belki de güncel politik mücadelenin de dayatmasıyla kendi kimliğini bir türlü ortaya koyamadı. Ne olmadığını söyledi durdu. Ancak bir siyasal partinin “ne olmadığı”nı söylemesi onun kimliğini ele vermez, olsa olsa nelere tepki olarak varlık bulduğunu ortaya koyar. AKP, kendisini en temelde İslamcılık karşısında konumlandırdı ve farkında olmadan yeni bir siyasal teoloji geliştirdi.
Tüm bunların AKP’nin milliyetçi söyleme bu denli prim vermesiyle ne alakası var, açıklar mısın?
AKP, eğer kendi kimliğine dair daha net bir çerçeve ortaya çıkmış olsaydı, bir yıllık süre içerisinde, modern Türk siyasetinin en tartışmalı konularında bu kadar yalpalamazdı. Bundan iki yıl önce yükseltilen ulusalcılığın en önemli özelliği AKP’ye dönük bir ‘alerji’yi yansıtmasıydı. AKP’nin yönetici eliti bugün, geçmişte kendilerine alerjiyle oluşturulan argümanların çok benzerlerine sığınıyor ve gündelik siyaset diline tercüme ediyor. Oysa AKP başından beri kendi meşruiyetinin Batı ile ilişkilerin sağlıklı yürütülmesinde olduğunu düşünmüştü. Oysa şu anda karşımıza çıkan milliyetçi ton, Batı nezdinde AKP’nin meşruiyetini tartışma konusu yapabilir.
Evet, AKP hükümetiyle AB arasındaki ilişkilerin güllük gülistanlık olmadığı ortada. Ancak bunun tek müsebbibi AKP değil. AB’nin geçen ay açıkladığı Türkiye raporu, zehir zemberek bir rapordu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi ile özünde çelişen pek çok unsuru bünyesinde barındırıyordu.
Bu noktada, ben yine yaklaşan genel seçimlerin rolünü göz ardı etmemek gerektiğini düşünüyorum. Zira AKP, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliğini, hem “ekonomik problemler”i, hem de “haklar ve özgürlükler” sorunlarını çözecek sihirli bir formül olarak sundu. Ancak yavaş yavaş toplumda AB projesine ilişkin aşırı iyimser havanın dağıldığını, giderek suyun tersine akmaya başladığını gördü. Ve milliyetçiliğe temayül etti.
İşin doğrusu, ben AKP’nin bir bütün olarak milliyetçi söyleme doğru kaydığını düşünmüyorum. Başbakan’ın açıklamaları bize bunu düşündürüyor olabilir; ancak bu açıklamalar başbakanın bireysel tasarrufunu yansıtıyor bana göre. Bunun nedenini de, yaklaşan seçimlerle alakalı görüyorum; ancak genel seçimlerle değil, cumhurbaşkanlığı seçimleriyle. Başbakanın cumhurbaşkanı olma arzusunu biliyoruz. Bu meclis Erdoğan’ı cumhurbaşkanı seçebilir. Ancak Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı sürecinde “toplumsal mutabakat”ın da oluşması gerekiyor ve Erdoğan bu mutabakatı oluşturmak için bundan beş yıl önceki “liberal” ve “muhafazakâr” görüntüsünü bir kenara bırakıp “devletçi” ve “milliyetçi” bir portre çiziyor.
Ben, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını bu kadar arzu ettiği ya da bu konjonktürde arzu edebileceği noktasında ciddi kuşkular taşıyorum. Bu, AKP açısından son derece irrasyonel bir şey olur. Her şeyden önce parti, büyük oranda Tayyip Erdoğan’ın, üzerinde uzlaşılmış ‘karizması’ üstüne bina edilmiş bir partidir ve Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması AKP’nin sonu demektir. Erdoğan kesinlikle böyle bir şeyi göze alamaz.
Ben, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesinin, dünya sistemiyle uyumlu bir Türkiye için “yararlı” sonuçlar doğuracağı kanaatindeyim.
Ne demek istiyorsun?
AKP’nin tek başına iktidar olmasından hoşnut olanlar ya da bunu bir fırsat bilenler, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına da sıcak bakacaktır, demek istiyorum. Sayın başbakanın ABD ziyareti bu bakımdan önem arz ediyor. Lübnan tezkeresi öncesinde Erdoğan’ın yaşadığı “panik hali”ni hatırlıyorsunuz değil mi? Başbakan, her ne olursa olsun bu tezkerenin bu kez geçmesi gerektiğini ihsas ettirdi. Lübnan tezkeresi öncesinde 1 Mart tezkeresine atıfta bulundu ve “eğer 1 Mart tezkeresi geçmiş olsaydı, bunların hiçbirisini yaşamazdık” mealinde sözler sarf etti. Bunlar, üzerinde uzun uzun düşünülerek söylenmiş sözler. Tayyip Erdoğan, bir kez daha 1 Mart tezkeresinde ne kadar net bir tavır koyduğu mesajını vermiş oldu böylelikle.
Kime verdi bu mesajı, ABD’ye mi?
Elbette. Erdoğan, yine bu sebeple, Lübnan tezkeresini, meclis kürsüsünde Egemen Bağış’ın savunması istedi. Egemen Bağış’ın ne söylediği çok önemli değildi; bizatihi o konuşmanın ona yaptırılmış olması da bir mesajdı.
İyi de ABD ya da AB, AKP karşısında cumhurbaşkanlığı gibi bir direnç mekanizmasının yok olmasını göze alabilir mi?
Türkiye’de eğer güçlü bir ordu olmasaydı, o takdirde bu soruyu sorabilirdik. Ancak, hatırlayın Amerikan kaynaklı pek çok siyaset raporu Türkiye’de geleneksel bürokratik elitin tutuculaştığı ve giderek bir yüke dönüşmeye başladığını ispat etmeye çalışıyordu. Bu raporların hiçbirisinde Türkiye’de ordunun konumuna ilişkin bir şikâyet hatırlıyor musunuz? Çağdaş Türk siyaset geleneğinde ‘sistem’i tekrar rayına sokma görevi, cumhurbaşkanının değil, ordunun görev alanına girer. Dolayısıyla, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı, böylesi bir risk taşımaz. BOP halen geçerliliğini koruyor ve Türkiye’de ‘ılımlı’ aktörlere ihtiyaç devam ediyor.
Esasında ben de Sayın Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını arzu ettiğine kaniyim. Ne var ki bu, onun böyle bir işe hiçbir planlama yapmadan gireceği anlamına gelmiyor. Ben onun hem ulusal, hem uluslararası güç dengelerini ve partisinin durumunu hesaba katarak böyle bir işe girişeceğini düşünüyorum. Eğer şartların uygun olduğunu görürse…
Benim söylemek istediğim de bu; başbakan şartları olgunlaştırmaya çalışıyor.
Bana göre hâlihazırda AKP’nin cumhurbaşkanı adayı belli değil ve son ana kadar her şey değişebilir. Başbakanın kendisini cumhurbaşkanı adayı olarak hissettirmeye çalışması bir tür “çıta yükseltme” eylemidir. Ben, Tayyip Erdoğan’ın Özal’ın geçmişte yaptığı hatayı yapmayacağına ve partisini kendi cumhurbaşkanlığı adına gözden çıkarmayacağına inanıyorum. Ayrıca Türk siyasi hayatında her zaman için başbakanlık, cumhurbaşkanlığından daha etkin bir konumdur. Teorik olarak cumhurbaşkanının konumu üstte olsa da, herkes bilir ki, pratikte birinci isim, “esas oğlan” başbakandır.
Cumhurbaşkanlığı bağlamında Erdoğan’ın ve AKP’nin iki sorunu var gibi görünüyor: Birincisi, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığından sonra parti yekpare kalıp, gücünü muhafaza edebilecek mi? İkincisi, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmak için Türkiye’deki güç dengeleriyle çatışmaya girmesine gerek kalacak mı? Erdoğan’ın bu iki soruya vereceği cevap, onun cumhurbaşkanlığı serüvenini belirleyecek.
Böylesi bir siyasal ortamda birilerinin ortam kızıştırdığını söylemek sanırım abartılı olmaz. Muhalefet lideri Deniz Baykal bu nedenle olsa gerek, geçtiğimiz günlerde “eğer telaş yaratacak bir durumsa Sayın Başbakanın Cumhurbaşkanı adaylığı, herkes bilsin ki o Cumhurbaşkanı olacaktır. Daha sonra telaş edeceklerine şimdiden telaş etsinler. Önlemek gerektiğini düşünüyorlarsa, şimdiden önlesinler” sözleriyle ‘önleme’ kudretini haiz siyaset mühendislerine seslendi.
Bugünlerde medyada, 28 Şubat öncesi ve sürecinde karşımıza çıkan haberlerin benzerlerinin bir kez daha yoğun bir biçimde arz-ı endam etmesini bununla ilintilendirmiyorsun değil mi?
Elbette, yalnızca bununla ilişkili görmüyorum; ama yine de 28 Şubat öncesi günleri bize hatırlatan olaylara, medyatik müdahalelere maruz kaldıysak, bu bir yandan genel seçimlerle, bir yandan da cumhurbaşkanlığı seçimleriyle alakalı.
Aynı zamanda AKP’nin AB politikalarından duyulan hoşnutsuzlukla da alakalı diyelim istersen. AKP, Türkiye’deki geleneksel siyasal elit ve medya yüksek mimarları nezdinde niye hoş görüldü? Ya da şöyle soralım: Söz konusu çevreler AKP’ye niçin ‘tahammül’ ettiler? Doludizgin AB’cilik yaptıkları için. Sonra ne olduysa oldu; AKP, süreci yavaşlattı ve bu durum Batıcı çevreleri hayal kırıklığına uğrattı. Dinin toplumsal ve siyasal alanı tahakküm altına aldığı efsanesi “kulaktan manşete” oyunuyla bir kez daha tedavüle sokuldu.
Ben medyanın bir kez daha aklına düşen bu “irtica kampanyası”nın, dinî alanı kendi idealleri doğrultusunda düzenlemek isteyen Batıcı seçkinlerimizin geleneksel bir tavrı olarak görüyorum.
Medyanın “irtica-karşıtı kampanyası” demek istiyorsun herhalde...
Hayır, “irtica kampanyası” diyorum. Çünkü ortada kendisine karşı kampanya yapılacak bir ‘irtica’ yok. Medyanın yaptığı, toplumu ve hassas çevreleri ‘irtica’nın varlığına inandırmak. Dolayısıyla, medyanın yaptığına “irtica kampanyası” demek daha doğru. Ve bu “irtica kampanyası”nı bütünüyle AKP’nin pozisyonuyla ilişkilendirmek de doğru değil. Batılılaşma dönemimiz boyunca sıkça karşı karşıya kaldığımız siyasal ve toplumsal mühendislik çalışmalarının somutlaşmış hali bunlar. Sanal bir düşman yaratarak, bir gerilim ortamını tırmandırmak; kurulu yapıların işlemesini olduğu kadar, bu yapılar içerisindeki etkin aktörlerin de konumlarının pekiştirilmesini sağlar. 28 Şubat sürecinde, birileri “cadı avı”na çıkmış, “dinci kebapçılar”ı fişlerken, Türkiye’nin ne kadar kan kaybettiğini, kaynaklarının nasıl tarumar edildiğini hatırlayın.
Meselenin, dinamik toplum kesimlerini sindirme boyutunu, bir başka deyişle, “psikolojik harp” boyutunu da göz ardı etmeyelim.
Türk siyasetinin çok temel gibi görünen tartışma konuları, esasında aktörler arasındaki birtakım çıkar çatışmalarının ötesine geçmiyor çoğu zaman. Bu nedenle ben Türk siyasi hayatını ve siyasal kültürümüzü açıklarken, ideolojiler üzerinden bir tarih yazılmasına başından beri karşı çıktım. Kemalistler ile muhafazakârlar arasında bir siyasal gerilim olduğu doğrudur; ancak bu, siyasal pratiğin ideolojik karşıtlık ekseninde işlediği anlamına gelmiyor. Sosyolojik adlandırmasıyla “cemaat bilinci” burada devreye giriyor ve herkes kendi cemaatini, dolayısıyla koltuğunu korumaya alıyor.
Cemaat demişken, İsmailağa’da olan bitenlere dönelim biraz da.
Bu meseleyi kanımca iki düzlemde tartışmak gerekiyor: Bir, olayın kendisi; iki, olayın sunuluş ve gündem yapılış tarzı. Bu iki düzlemi aynileştirmek doğru değil.
Mahmut Efendi cemaatinin, en önemli ikinci ismi Bayram Öztürk, İsmailağa Camii’nde, kalabalık bir cemaat önünde bıçaklanarak öldürüldü ve öldüren kişinin de cemaat tarafından linç edildiği iddia edildi. Hatırlayacaksınız, bundan sekiz yıl önce de Mahmut Efendi’nin damadı öldürülmüştü. Öldürülen bu iki ismin de ortak yanı, Mahmut Efendi’den sonra cemaatin liderliğine geçecek isimler arasında gösterilmeleriydi. Bu durumda ilk olarak insanın aklına, birilerinin cemaatin liderlik kadrosunu şekillendirme gayreti içerisinde olduğu düşüncesi geliyor.
Dediklerinde haklılık payı olabilir. Ancak ben bu meseleyi biraz daha küresel bağlamda ele almaktan yanayım. Bir yazarımız bu olaylar olduktan sonra, “6-7 Eylül olaylarını tertipleyenler, bu cemaati Çarşamba’ya yerleştirenlerle aynı kişilerdir” dedi. Biliyorsunuz İsmailağa cemaatinin bulunduğu yer Fener Rum Patrikhanesi’nin hemen yanıdır ve İsmailağa adeta Patrikhane’yi kuşatmıştır. Bugüne kadar, İstanbul’un göbeği Çarşamba’nın mevcut toplum yapısına göz yumulmasının sebebi de Patrikhane’nin varlığıdır. İsmailağa cemaati, bir tür direnç duvarı olarak örülmüş gibidir. Ancak bu son hadiseden sonra akıllara şu sorunun gelmesi son derece doğal: Acaba birileri bu kuşatmadan rahatsızlık mı duymaya başladı ya da bu kuşatmanın son bulması gerektiğine mi inandı? Bence aynen öyle oldu. Cinayetin işleniş şekli, son derece sembolik ve cemaate bir mesaj niteliği taşıyor. Mesele bir kişinin ortadan kaldırılmasının çok ötesinde. Karşınızda sabah namazlarında evinden camiye yürüyerek giden bir kişi var ve onu öldürmeyi kafasına koyan birisi bunu yapıp, sırra kadem basabilir. Ancak o takdirde hadise bu boyutlarıyla tartışılmamış olur.
Bu hadise münferit bir olay da olabilir. İlla bir örgüt ya da yapının bunu organize ettiğini düşünmemiz gerekmiyor. Ancak sonuçları ve sunuluş şekli itibariyle, ben de İsmailağa’nın Patrikhane kuşatmasının son buldurulmak istendiğini düşünüyorum. Ve bunu da Türkiye’nin AB süreci ile irtibatlandırıyorum. İstanbul’un başındaki muhafazakâr kent yöneticilerinin İstanbul tanımına bakalım. Arzuları bir yandan İstanbul’u bir Manhatan yapmak, bir gökdelenler şehrine dönüştürmek. Bu yönüyle, İstanbul’u uluslar arası bir ticari başkent haline getirmek. Diğer yandan İstanbul’u dünya kenti yapmak, dinlerin buluştuğu bir mekâna dönüştürmek. Bu yönüyle de İstanbul’u “Avrupa kültür başkenti” yapmak. Bir kere İsmailağa cemaatinin Patrikhane’nin tepesindeki bu egemen konumu, İstanbul’un “kültür başkentliği”nin, dinlerin buluştuğu bir dünya kenti yaklaşımının önünde duran bir engel. Muhafazakâr kent yöneticileri eliyle yürürlüğe konmaya çalışılan tüm tasarımlarda İstanbul bir markaya dönüştürülmek ve turistik bir kent haline kavuşturulmak isteniyor. Tüm bunlar da bence uzun vadeli bir planın parçası ve farkında olarak ya da olmayarak muhafazakârlar buna alet oluyorlar. Bir Müslüman şehri olan İstanbul, kimliksizleştirilip bir “dünya şehri” olarak sunuluyor. Bu bağlamda vakıflar yasasının ve önümüzdeki günlerde yoğunlaşacak olan emlakların yer değiştirmesi sürecinin de altını çizmek yerinde olur.
Ben bu noktada sözü Papa’nın meşhur konuşmasına getirmek istiyorum. Katolik ilahiyatı içerisinde, 1963 sonrasında neredeyse resmî bir söylem halini alan dinlerarası diyalog sürecini elinin tersiyle itme pahasına 12 Eylül tarihinde, içerisinde İslam karşıtı ögelerin öne çıktığı bir konuşma yaptı. Biliyorsunuz Papa, Kasım ayında cumhurbaşkanının davetlisi olarak Türkiye’ye gelecek. Sizce Papa İstanbul’a gelmeden önce böyle bir konuşmayı neden yaptı? Ben bir türlü anlamlandıramıyorum.
Bence, bu konuşmayı Müslümanlara dönük bir konuşma olarak algılamamak lazım. Esasında bu, Avrupa kimliği tartışmaları bağlamında yapılmış bir konuşma. Bir kere Papa, bu konuşmasıyla Avrupa kimliğinin temelinde Hıristiyan kültürünün olduğunu öne çıkarıyor ve İslam kültürünün Avrupa kimliği içerisinde kendisine yer bulamayacağını ortaya koymaya çalışıyor. Bir önceki Papa, nasıl Soğuk Savaş ortamında “anti-komünizm”in inşasına teolojik temel sağladıysa, bu Papa da Avrupa’daki İslam korkusunu pekiştirmeye dönük hamleler yapıyor. Papa’nın mesajı çok açıktı bu konuşmada bana göre. Akıl ve din arasında Hıristiyanlıkta bir gerilim olmadığını savunan Papa, Helen mirasına vurgu yaparak bir Avrupa tanımı yapıyordu: Avrupa demek, Katolik miras demektir.
Hatırlayalım, geçen yıl 3 Ekim’den önce Vatikan, bundan önceki “diyalog yanlısı” Papa’nın başında olduğu Vatikan, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı olduğunu dile getirmişti. Bu açıklama da yine Türkiye-AB ilişkilerinin kritik olduğu bir evrede gündeme geldi.
Esasında bizim, Papa’nın Türkiye’ye geldiğinde nerelerde dua edeceğini konuşmamız gerekiyor. Papa, 12 Eylül’deki konuşmasının üzerine Ayasofya’da gelip dua ederse, bu kesinlikle Katolikler açısından dinî bir zafer olarak algılanacaktır. Hükümetin buna dair bir düzenleme yapması mümkün olmayacak görünüyor. Biraz önce de söylediğim gibi, bu girişim de İstanbul’un, bir Müslüman şehrinden bir “dünya şehri”ne doğru evriltilmek istenmesinin bir parçası.
Umalım muhafazakâr demokratlarımız, böyle bir konuşma yapan Papa’ya Türkiye’nin âlicenaplığını göstermeye kalkmasın ve Ayasofya kapılarını Papa’ya açmasın.

Paylaş Tavsiye Et