Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (October 2007) > Yüzleşiyorum > Kadife devrimler, milliyetçilik ve kapıkulluğu
Yüzleşiyorum
Kadife devrimler, milliyetçilik ve kapıkulluğu
Mustafa Özel
GÜRCİSTAN, Ukrayna ve şimdi de Kırgızistan… Kadife devrimler birbirini izliyor. Elbette bu ülke halklarının haklı özgürleşme taleplerine sıcak bakmalıyız. Rus hegemonyasının bakiyesi olan otoriter yönetimler uzun zaman ayakta kalamazdı ve kalmamalıydı. Ancak, yönetimlerin böyle şipşak el değiştirme tarzı ve hepsinde söz konusu edilen “Arkasında Soros var!” iddiası, yeni yönetimlerin meşruluğuna gölge düşürüyor. Halklar mı özgürleşiyor, yoksa kurtlar sofrasında Ruslarla Amerikalıların payı mı değişiyor? Tam bizim Kurtlar Vadisi’ne uygun gelişmeler. Bakalım Karahanlı’dan sonra neler olacak?
Gerek Batı, gerek Rus emperyalizmlerine 19. yüzyıldan bu yana en sağlam direnci gösteren ve bu yönüyle dünya ülkeleri arasında bir benzeri olmayan Türkiye’de de son zamanlarda millîlik ve milliyetçiliği hegemonik güçlerin emellerine uygun yorumlama ve gücünü halktan alan meşru yönetimleri zaafa uğratma eğilimi baş gösterdi. Güçlü devlet geleneğimiz kadife devrim tarzı oyunlara müsait olmadığından, bu girişimlerin başarı şansı zayıf olsa da, mide bulandırıp baş ağrıtacakları kesindir. Türkiye 1990’lı yılları PKK ve faiz terörüne kurban verdi. (ATO’nun raporuna göre, on yılda yaklaşık 1 trilyon dolarlık borç ve faiz ödendi!) 2000’lerde bunlara ek olarak milliyetçilik terörünü mü besleyeceğiz?
 
Milletleri Millet Yapan…
Bayrakları bayrak yapan şeyin, üstündeki kan olduğunu biliyoruz. Bildiğimiz içindir ki birkaç kendini bilmezin bayrak karşısındaki saygısızlığı bütün ülkeyi ayağa kaldırdı. (Bu arada işi maraz noktasına götürenler de çıktı tabii. Erzurum’da bir savcı, Türk bayrağı tarzında hazırlanan pastanın kesilmesine bile kaş çattı. Buna da tebessüm edip geçmeliyiz belki, ama bayrak sevgi ve saygısını komikleştirmenin de manası yok!) Peki, milletleri millet yapan nedir? Kan mı, toprak mı, dil mi, din mi? Nurettin Topçu, elli yıl önce liseler için yazdığı Sosyoloji ders kitabında bu sorunun cevabını arıyordu: “Milleti kuran maddî unsurlar soy, toprak ve emek birlikleridir. Ruhî unsurlar ise dil, din ve dilek birlikleridir.”
Soy birliği esas alındığında ya derinin rengine göre (Siyahlar, Beyazlar, Sarı ve Kızıllar); ya arz üzerinde doğdukları yerlere ve kazandıkları fizik özelliklerine göre (Hind-Avrupalılar (Arîler), Samîler, Alp Soylular); ya yeryüzünde dağıldıkları ve birbirleriyle karışıp kaynaşarak kazandıkları yeni karakteristiklere göre (Türk, Hintli, Çinli, Arap, Latin, Cermen, Anglo-Sakson); ve son olarak da kafatası biçimlerine göre ayrılırlar (Yassı Kafalılar, Uzun Kafalılar). Soy yaklaşımını yetersiz bulan Topçu’ya göre, bir soydan birçok milletler (uluslar) çıkması ve bazen bir millet içinde birçok soyların birleşmesi yüzünden, “soy unsurunun başlı başına milleti kurmaya kâfi gelmediğini söylemek lâzımdır.”
Acaba toprak birliği kâfi midir? Toprak (vatan yahut coğrafya) birliği için vatan topraklarının yekpâre (bölünmemiş) olması, yeknesak (tekbiçim) olması ve diğer milletlerle arasına doğal sınırların girmesi gerekiyor. Bu şartların hepsini haiz bir millet bulmak neredeyse imkânsızdır. Emek birliğinin de milletleri birbirinden yeterince ayırması kabil değildir. Her ne kadar Topçu, Yunan ve İngilizlerin tüccar, Almanların sanayici, Fransız ve Türklerinse çiftçi olduğunu söylüyorsa da, bunlar tarih içinde sürüp giden ve hiç değişmeyen nitelikler değildir.
Ruhî (manevî) unsurlara gelince; dil birliği önemli olmakla beraber, “yalnız başına milleti teşkil edemiyor.” Neden? “Her şeyden evvel, aynı dili konuşan birçok milletler görüyoruz. Bazı yerlerde ise, aynı milletin içerisinde başka dillerin konuşulduğunu görüyoruz. Şu halde dil birliği de milletleri kesin şekilde birbirlerinden ayırt edemiyor.”
Din birliği yeterli midir? Cevap: “Millî özelliklerimizin bir çoğu dinden alınmadır. Polonyalılar, Almanlardan farklı olduklarını göstermek için Katolik kilisesine bağlılıklarını ileri sürdüler. İrlandalılar da, İngilizlerden ayrılmak için (aynı şeyi yaptılar.) Gregoryen Ermenilerle Katolik Ermeniler arasında münaferet derecesinde ayrılık vardır. Dinleri ayrı olduğu için, Pakistan, Hindistan’dan ayrılarak müstakil bir devlet kurdu. Bizim milletimizin kuruluşunda da İslam dini büyük bir ahlâkî rol oynamıştır. Başlangıçta kültürümüzü tamamen ona borçluyuz.”
Buna rağmen, esaslı bir çatışma noktasını da göz ardı edemeyiz. “Müsbet safhada yani millet yapıcılıkta din, milletten ayrılmaz. Millet ruhunun gelişmesinde din milletle beraberdir. Menfi safhada yani başka milletlerle çatışma haline gelince din milletin karşısına dikilir, ona karşı cephe alır. Milliyetçilerin millî sınırlarla insanları ayırmalarına karşılık, dinciler sınırları ortadan kaldırarak din birliğini gerçekleştirmek isterler. Milliyetçilik ideal sınırların korunması ise, dincilik ideali, sınırların ortadan kaldırılarak, bütün insanların aynı dinde cemaat halinde birleştirilmesidir.”
 
Milliyetçilikle Dinciliğin Buluşma Noktası
Şayet din, milletin oluşumunda bu kadar önemliyse; fakat buna rağmen esaslı bir çatışma noktası da mevcutsa; üstüne üstlük, “dış mihraklar” bu çatışma noktasını istismar için ellerinden gelen gayreti gösteriyorsa; bir çıkış yolu yok mudur? Nurettin Topçu’nun anlatımında, bu çıkış yolu Dilek Birliği tarzında dile getiriliyor. Bütün maddî ve ruhî birliklerin gayesi, fertleri irade birliğine ulaştırmaktır. Bir milletin oluşumunda yukarıda sayılan maddî ve ruhî unsurların hepsinin birden rol oynaması fiilen imkânsız olduğundan, en azından birkaçının bulunması şarttır. Bir milletin karakteri, biraz da hangi unsurlarla yola koyulduğuna bağlıdır. “Mesela Fransız milletinin kuruluşunda ilk olarak dil birliği temel rolünü oynamış, bunu sonra toprak birliği tamamlamıştır. Alman milleti soy birliğine dayanarak kuruldu. Bizim milletimiz, Orta Asya’dan Anadolu’ya gelip yerleşen Türkmenlerin, evvelce göçebe iken burada vatan topraklarına bağlanmaları ve İslam dininin örfleriyle ahlâkını bütün halinde kabul etmeleriyle, toprak ve din temelleri üstüne kurulmuştur.”
Evet, Türk milletinin oluşumunda dil ve soydan çok, toprak ve din birliği temel rol oynamıştır. Dilin ve soyun önemini inkâr etmek değildir bu. Sadece, bu topraklar üzerinde, dindaşlık ve tarihdaşlığın daha kalıcı bir beraberliğin önünü açmış olduğuna işarettir. Bugün milliyetçilik tarzında canlandırılan sözde birlik arayışları, dindaşlık ve tarihdaşlığı arka plana itmeye çalışan; dolayısıyla, Topçu’nun işaret ettiği, milliyetçilikle dincilik arasındaki fay hattını yapay biçimde hareketlendiren arayışlardır.
 
Kapıkulu Milliyetçiliği
Dindaşlık ve tarihdaşlığa cephe alan milliyetçilik anlayışını en fazla öne çıkaranlar, büyük sermaye ile bazı aydın/bürokrat çevreleridir. Bunların ortak vasfı, kapıkulluğudur. “Birinci Cumhuriyet”in yeniçerileridirler. Cumhuriyet yönetimi, büyük ama gayr-ı müstakil işadamları yetiştirmeye çalışırken, küçük ama müstakil esnafa hiçbir zaman iyi gözle bakmamıştı. Adalet Ağaoğlu, Ölmeye Yatmak’ta 1930’ların son yıllarını müthiş karikatürleştiriyor:
“Başkent Belediyesi, Pazarlıksız Satış Mecburiyeti Kanunu hükümlerine üst üste aykırı hareketleri görülen, Anafartalar Caddesindeki bir tuhafiye mağazasını, Atpazarı Meydanındaki bir kumaş dükkânını, Numune Hastanesi karşısındaki bir bakkal dükkânını, Yeni Hal’de bir pastırmacı dükkânını, Saraçlar Çarşısındaki bir hazır ayakkabı dükkânını ikişer gün süreyle kapatmıştır. Bu dükkân sahiplerinin çocukları okullarda başları eğik durumda kalmışlardır. Çünkü memur babalar akşamları çocuklarına, ‘Muhtekir elinin kimse tarafından sıkılmamasını, ona selam verilmemesini; bunlar ve aileleriyle her türlü ilişkinin kesilmesini, itibarsızlıklarının her fırsatta ortaya konulmasını, resimlerinin gazetelerde basılmasını; kısaca, toplum içinde birer hain olarak yaşadıklarının kendilerine belli edilmesini’ öğütlemişlerdir.
... ilçesinin Kaymakamı, Belediye Reisiyle birlikte, Salim Efendinin Ankara’ya bir torba kaçak peksimet yolladığını tesbit etmişler, duruma el koymuşlar, Salim Efendi’nin dükkânını üç gün süreyle kapatmışlar ve hakkında tahkikat yapılmak üzere evrakını Cumhuriyet Savcılığına sevk etmişlerdir. Böylece peksimetleri ne (Ankara’da okuyan) Aysel’le abisi İlhan, ne de teyze kızları İclâl yiyebilmiştir. Fitnat Hanım, çocuklardan her birine beşer adet düşeceğini, ablasıyla eniştesinin de tadabileceklerini hesaplamıştı.”
Türkiye Cumhuriyeti, olsa olsa, bir memurlar demokrasisiydi. Atina’nın demosu nasıl (nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturan) hür Atina yurttaşları idiyse, Cumhuriyetin demosu da cumhur (halk çoğunluğu) değil, memurlardı. Okuma yazması olmayan halk, başta idealist öğretmenler olmak üzere Cumhuriyet memurlarının eğiterek aydınlığa çıkaracağı cahil bir güruhtu. Bir köleler topluluğu. Bilim ve Laiklik, bu kölelerin ellerinden tutacak, onları özgürlük alanına çıkaracaktı.
Cumhuriyet yönetiminin memurlara ve birer memur gözüyle baktığı büyük işadamlarına öncelik verirken, halkı ve gerçek işadamlarını ihmal etmesi, çınar yerine akasya ağacı dikmeye benzer. Tarık Buğra, Yağmur Beklerken’de Osmanlıların çınar, Cumhuriyetçilerinse akasya diktiklerine dikkat çekiyor. Fasulye sırığı gibi akasyalar! “Neye çınar değel de akasya dikerler? Çabuk böyür de ondan... görüversinler böyüdüğünü kendileri. Dedelerimiz yol kıyılarına, meydanlara, mesire yerlerine bizim için çınarlar, kestaneler, ardıçlar, gürgenler dikmiş; biz de parklara kendimiz için akasyalar dikiyoruz.”
Kendileri için yaşayanlar, hakiki istiklale tahammül edemezler. Halkı baskı altında tutmak ve baskılarını haklı göstermek içinse, onun eskiden hür olmadığı masalını uydururlar. Hürriyete giden yol, anlam ve kapsamları yazardan yazara değişen “bilim” ve “laiklik”ten geçiyormuş! Kemal Tahir, Bozkırdaki Çekirdek’te bu naif olduğu kadar kibirli iddiaya ateş püskürüyordu:
“Sadece laf etti diye Sokrates’e baldıran içiren Atina Sitesinin sefil vatandaşları hür de, Anadolu insanı mı köle? Dış görünüşlerinin hantallığı sizi aldatmasın, güçlerini ayarlamaz oluşları da. Ruhları hürdür ayıcıklarımızın, hamdolsun! Derebeylik düzeni olsa, bu hürlük barınamazdı. Anadolu insanının gerçekten ne kadar hür olduğunu, biz aydınlardan çok, onun içinden yetişmiş ağalar bilir. Evet, aktif bir hürlük değildir bu, pasiftir. Gerçekten işe yaraması için üzerinde bilimle işlemek ister. Çünkü, açıktan açığa baş kaldırıp, birleşip bir amaca yönelerek çarpışa çarpışa elde edilmiş, yasaları kitaplarda yazılı hürlüklere benzemez. Anadolu insanının hürlüğünün hiç aşınmayan iki kaynağı vardır: Çile çekme gücü... Azla yetinebilme alışkanlığı... Bu iki zenginliği, hiçbir kumarcı, hiçbir oyunda kaybedemez. Geleceğimizin umudu bu iki zenginliğe bağlıdır. Bunlardan başka herşey palavradır bu toprakda...”
Kendisi için akasya yerine, torunları için çınar... Hazcılık ve köşe dönmecilik yerine çile ve azla yetinme alışkanlığı... Anadolu insanını müstakil kılan değerler, bu alışkanlıklarda tecessüm etti. Aydının, siyasetçinin ve işadamının müstakillik ölçüsü bundan sonra da aynı değer ve alışkanlıklar olacak. Bu değerlerin uzağına düşenler, istiklallerini kaybeder, “kapıkulu” olurlar. Kapıkullarının gözü işte, kulağı kiriştedir. Akasyayı bile çok görür, fasulye sırıklarıyla idare ederler. Bin yıl şöyle dursun, bir yıl bile uzun gelir gözlerine. İstikballeri ne göklerde, ne köklerdedir. İstikballeri yoktur. Çünkü istiklalleri yoktur. Günübirlik yaşadıklarından, Cumhuriyeti yaşatamazlar. Onu yaşatacak olanlar, müstakil ve müstakim aydın, siyasetçi ve işadamlarıdır. Akasyacıların saltanatı uzun sürmez. Talih onlara kısa bir süre gülmüş olsa da, tarih çınar dikenlerden yanadır.

Paylaş Tavsiye Et