Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (October 2003) > Türkiye Ekonomi > İMF Türkiye’yi neden över?
Türkiye Ekonomi
İMF Türkiye’yi neden över?
M. İbrahim Turhan
İMF BAŞKANI Horst Köhler 12 Eylül günü Washington’da tek başına, bir hafta sonra da Dünya Bankası-İMF ortak yıllık toplantısının yapıldığı Dubai’de Birinci Başkan Yardımcısı Anne Krueger ile birlikte Türkiye’ye methiyeler düzdü. Türkiye’nin İMF ile ilişkilerinde yaşanan tecrübelerden ders çıkaranlar (teknik tabiriyle hiç olmazsa ‘uyarlamacı bekleyişler’ kuramına uygun davrananlar) açısından alarm zillerinin çalması gerekiyor. İMF durduk yere kimseyi övmez. Demek ki başımıza gelecek var.
 
60 Yıllık Bir Öykü
İMF’yi kurulduğu günden bugüne üç döneme ayırarak incelemek mümkün. Birinci dönem, 1944-1973 yılları arasında 30 yıl sürdü. Bu dönemde İMF, kuruluş sözleşmesine uygun biçimde, üye ülkelerin ödemeler dengesi sorunlarında devreye giren, Bretton-Woods sisteminin getirdiği uluslararası parasal ve finansal düzenin temelini teşkil eden bir kurum olarak faaliyet gösterdi. Aslında bu süreç düz bir seyir izlemedi. 1960’lı yılların başında yaşanan spekülasyon dalgasıyla, 1968’de ise De Gaulle’ün Fransa Merkez Bankası’ndaki dolarları ABD’ye gönderip, yerine uçak dolusu altın getirterek ABD’ye baş kaldırmasıyla ve Londra altın havuzunun dağılmasıyla kırılmalar yaşandı. Sistem 1973’te tamamen çöktü. Kabaca söylemek gerekirse 1944 yılında başlayan bu düzen, 20 yıl sonra çatlamış, 25 yıl sonra çatlak derinleşmiş, 30 yıl sonra da çözülmüştü.
İMF ikinci döneminde de benzer gelişmeler yaşadı. 1973 yılında başlayan ikinci dönem, 17 yıl boyunca az gelişmiş ülkelerin dış borç ve ödemeler dengesi, gelişmiş ülkelerin de yüksek enflasyon ve durgunluk problemleriyle geçen bunalımlı bir seyir izledi. 1990’da iki kutuplu dünyanın bir kutbunun, Sosyalist Blok’un çökmesiyle ve hemen arkasından yaşanan Körfez Savaşı’yla ikinci dönemdeki düzen çatladı. Bu dönüm noktasında her şey yeniden tanımlandı. Kuruluşu ilan edilen ama bir türlü ‘düzen’ sağlanamayan bir “Yeni Dünya Düzeni” dönemi başladı. 1997’de Asya Krizi, ertesi yıl Rusya ve Brezilya Krizleriyle küreselleşen bunalım, tam 25’inci yılında bu sistemin dağıldığını gösterdi. Asya-Rusya-Brezilya küresel krizi, İMF’nin 1973 sonrasındaki paradigmasının iflasını ilan ediyordu.
Son dönem, John Williamson’un 1990’da “Washington Konsensüsü” olarak adlandırdığı politikaların dönemi oldu. Washington’daki uluslararası finansal kuruluşların ‘talihsiz’ ülkelere dayattığı ve sonuçta hemen her zaman bu ülkeleri krize ve daha çok yoksulluğa sürükleyen neoliberal politikaların tümünü ifade eden bu terim, küreselleşme ile eş anlamlı kullanıldı. Ülkelerin kısa vadeli makroekonomik sorunlarıyla uğraşmak üzere tasarlanmış İMF; bir taraftan yeni bir uluslararası finansal mimari kurmak gibi mega projelerin yöneticiliğine soyunurken, bir taraftan da -Türkiye’de yaşadığımız gibi- kamu kurumlarının yönetim kurulu üyeliklerine yapılan atamaları ‘performans kriteri’ haline getirecek kadar ayrıntılı mikro mühendislik müdahalelerini kendinde bir hak olarak gördü.
Türkiye İMF’ye 11 Mart 1947’de üye oldu. İlk dönemde İMF ile ilişkilerimiz konvansiyonel çerçevedeydi. Dış dengede denkleştirme ve rezerv sorunu baş gösterdiğinde İMF devreye giriyor, her seferinde devalüasyon ön şartıyla bir stand-by anlaşması imzalanıyordu. İMF’nin dayatmasıyla yapılan ilk devalüasyon 1958 yılında oldu. Oranı %69’du ve 27 Mayıs’a giden buhranın yolu bu devalüasyonla açıldı. Olağanüstü dönemleri sevdiğini ileride anlayacağımız İMF, ilk stand-by anlaşması için 1961’i beklemeyi tercih etti. Türkiye ile İMF arasında 1970’e kadar on stand-by gerçekleştirildi. Bunların sadece yarısı (1963, 1966, 1967, 1968, 1970) başarılı oldu.
İkinci dönemin ilk sekiz yılında Türkiye büyük sosyo-politik çalkantılara sahne oldu. İMF ile ilişkilerde siyasal belirsizliğe ve istikrarsızlığa bağlı görece bir durgunluk yaşandı. Bu dönemin ilk stand-by anlaşmasını 1978’de Ecevit Hükümeti yaptı; ama program yarım kaldı, stand-by iptal edildi. Türkiye’yi 70 cente muhtaç bırakan süreç, 24 Ocak kararlarının rahat bir biçimde uygulanabileceği 12 Eylül dönemiyle sonuçlandı.
1980’li yılların dikensiz gül bahçesi ortamında Türkiye, daha İMF ve Dünya Bankası talep etmeden, üstelik onların isteyebileceklerinden fazlasının gerçekleştirildiği kontrolsüz bir liberalizm dönemi yaşadı. 1984’teki 15’inci stand-by anlaşmasını takip eden on yılda İMF’nin müdahalesini gerektirecek bir falso(!) verilmedi. Türkiye hızla piyasalaştı ve önce finans sisteminden başlamak üzere, bütün piyasalarını serbestleştirdi. Kurulan yeni düzen iç borç ve enflasyon adında iki canavar üretti. İç borç faizlerini düşürme yönündeki ilk deneme 1994 kriziyle sonuçlandı ve bunun ardından yine yarım kalan, başarısız bir stand-by ile yola devam edildi.
 
Güçlü Ekonomiye Nasıl Geçilir?
Türkiye, yine siyasal ve toplumsal çalkantılarla girdiği 1998 yılında, dünyayı sarsan küresel ekonomik krizden derin bir biçimde etkilendi. Haziran ayında İMF ile “Yakın İzleme Anlaşması” çerçevesinde bir ortak program başlatıldı. 11 Aralık 1999’da Helsinki Zirvesi’nde AB’ye aday ülke olarak kabul ve ilan edilen Türkiye, bundan iki gün önce İMF’ye verdiği niyet mektubuyla “Enflasyonla Mücadele” programını da başlattı. Siyaset ve toplum, Washington Konsensüsü döneminin gerektirdiği köklü yapısal değişimi gerçekleştirmede yeteri kadar şevkle hareket etmeyince, küsen sermaye Türkiye’yi terk etmek için beklediği bahaneyi 21 Şubat’ta buldu. Böylece Türkiye bir ilk olarak tarihe geçti. Kuruluş sözleşmesinde, üye ülkelerin ödemeler dengesi problemlerini çözmek için kurulduğu ifade edilen İMF, tarihinde ilk defa, ödemeler dengesi ve döviz problemi olmayan bir ülkede ekonomik programını uygulayarak döviz krizine yol açmıştı.
15 Mayıs 2001’de İMF tarafından kabul edilen Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, para arzının iyice daraltılması, kamu harcamalarının sert bir biçimde düşürülmesi ve gerçekleştirilen zorunlu tasarrufla borç ödemelerinin aksatılmadan yerine getirilmesi temeline dayanıyordu. Bu arada Merkez Bankası, Kamu Finansmanı ve Borç Yönetimi, Şeker, Doğal Gaz Piyasası, Bankacılık, Telekom, Sivil Havacılık, Görev Zararlarının Tasfiyesi, Uluslararası Tahkim, İhale yasalarıyla, “piyasa dışı güçler” olarak tanımlanan siyasetin ve toplumun ekonomi politikalarına müdahil olmayacağı yeni bir düzen kuruldu.
Toplumsal ‘engelleri’ bertaraf eden neoliberal ekonominin, emeği (insanı), toprağı (doğayı) ve parayı metalaştırmasını önleyen bütün düzenlemeleri piyasa dümdüz etti. Sosyal devlet tarih öncesinden kalma bir fosile dönüştü. Gümrük ve sermaye denetimleri, piyasa dininin en büyük günahları kabul edildi. İnsan hayatının bütün alanlarının piyasa tarafından belirlendiği, dünyanın iki ucunda, birbirlerinden habersiz yaşayan milyarlarca insanın kaderinin New York-Londra-Frankfurt-Tokyo ekseninde şekillendirildiği bir düzen kuruldu. Artık Türkiye, trilyon dolarlık işlemlerin gerçekleştirildiği, milyarlarca doların bir anda bir ülkeden diğerine, bir yatırımdan ötekine kayarken önlerine çıkan hayatları ezip geçtiği; bunu yaparken bir sürü insanı iflasa sürüklediği, işsiz-güçsüz bıraktığı bir dünyanın edilgen bir aktörüydü.
 
Ekonomik Başarıdaki Keramet Başta mı, Taçta mı?
İMF bu dünyanın kolluk kuvvetlerinden en önde geleni. Türkiye’de halkoyu ile iktidara gelmiş hiçbir siyasi iradenin gerçekleştiremeyeceği düzenlemeleri ‘kredi sopası’yla o mümkün kıldı. Hükümetler değişse de programlarında İMF ile ilgili maddeler aynı kaldı. Türkiye’nin en varlıklı %1’lik kesimiyle en yoksul %1’i arasındaki gelir farkı 332 kata ulaşır, nüfusun %30’u ayda 48 ila 340 dolar ile geçinmeye çalışır, işsizlik oranı eğitimli genç nüfusta %26’ya, tarım dışı sektörlerde %14,6’ya dayanırken bile İMF’nin yolundan asla dönmedik ve -her nasıl oluyorsa- bu verilere rağmen ekonomimizin başarılı olduğu tescil edildi. Devletimiz, yatırıma ayırdığının 7,5 katı faiz ödedi. Devlet harcamalarından eğitime ayrılan pay 1992’de %19 iken 2001’de % 8,7’ye düştü; kişi başına 120 dolar sağlık, 720 dolar faiz harcaması yapar hale geldik. Ama ne gam; 1992-2001 arasındaki on yılda ortalama %25-30 yıllık reel faiz ödediğimiz halde, yükümlülüklerimizi hiç aksatmamayı İMF sayesinde hâlâ başarıyoruz!
İşte bu yüzden İMF bizi ne kadar övse az! Üstelik bu parlak ‘başarıyı’; iktidarda, onun temsil ettiği düzenle bağdaşmayan bir felsefeyi, bu politikaların un ufak ettiği kesimleri temsil eden bir hükümet varken sağladık. İMF düzenine alternatif olma potansiyelini taşıyanlar, İMF politikalarına bağlı kalmayı tercih ettilerse küresel düzenin hiçbir desteği esirgememesi gerekir. Köhler ve Krueger hükümetin mevcut programa bağlılığını ve uygulamadaki gayretlerini -biraz şüphe ve şaşkınlıkla- takdir ettikten sonra aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmiyorlar. Faiz oranlarının hâlâ fazlasıyla yüksek olduğu, ekonominin kırılganlığının sürdüğü ve muhtemel dışsal şokların yol açabileceği risklerin unutulmaması gerektiği yönündeki ikazlarını sıralıyorlar. Ekonominin iyiye gidişinde kerametin bizde olmadığının altını çizerek, bıçak sırtındaki dengelerin kendilerinin himmetine bağlı olduğu gerçeğini hepimize acı bir biçimde hatırlatıyorlar. Hükümetin İMF ile olan borç ilişkilerini (borçları kapatmak suretiyle) tasfiye etme niyetini ise, Hörstler, bıyık altından gülerek ve “Ülkeleri programlarımıza zorlamamak politikamızın temelidir. Kendilerine güveniyorlarsa tabii ki bunu ‘denemelerini’ söyleriz. Dolayısıyla Türkiye, piyasanın algısına ve güvenine bağlı olarak sadece kendi ayakları üzerinde durabileceğini sanıyorsa, bu muhakemeyi onlar yapmalıdır” sözleriyle karşılıyor.
Ekonomiyi, temsilciliğini yaptıkları ve adına “piyasalar” denilen küresel düzeneğe kayıtsız şartsız teslim olmuş hale getirdikten ve bu düzen sürdükçe kur-faiz-borsa gibi hayati(!) göstergelerin iyi veya kötü yönde değişmesini istedikleri gibi belirleyebildiklerinin örnekleriyle bizi terbiye ettikten sonra, sorunun nedenini hâlâ çözümün parçası gibi gösterme başarısından dolayı İMF kutlanmayı hak ediyor. Öyle değil mi?

Paylaş Tavsiye Et