Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (January 2007) > Memleket Hali > Kürt sorununda çıkış yolu: Ortak varlık şuuru
Memleket Hali
Kürt sorununda çıkış yolu: Ortak varlık şuuru
M. Akif Kayapınar
GEÇEN ayki Memleket Hali’nde, darbe sonrası kurulan her hükümet gibi, AK Parti hükümetinin de teknotratik bir görünüm arz ettiğini, siyasî riski yüksek, ideolojik arkaplanı derin meselelere mümkün mertebe bulaşmadığını, tansiyonu yükseltecek her gelişmede ya alttan aldığını ya da geri adım attığını belirtmiş; muhalefetin sesinin çok cılız kalmasının en önemli nedeninin de AK Parti’nin bu tavrı olduğunu iddia etmiştik. Ama daha yazının mürekkebi bile kurumadan, muhalefetin bu zavallılığına acımış olacak ki, AK Parti tavır değiştirdi ve Cumhuriyet tarihinin siyasî riski en büyük meselesine balıklamasına daldı. Böylelikle, AB sürecinde iyice yükselmiş olan milliyetçi hassasiyetin ısıttığı siyasî arenada muhalefete gün doğdu.
Başbakan ilk olarak, Kürt meselesini kendine dert edinmiş, bu konuda öncelikle devletten bir açılım bekleyen ve PKK’ya koşulsuz olarak silah bırakma çağrısı yapan, bu şekilde PKK’yı muhatap almış olan, dolayısıyla da derin devletin kuşku ile baktığı bir grup ‘aydın’ ile Başbakanlıkta görüştü; ardından Diyarbakır’ı ziyaret etti. ‘Kürt sorunu’ tabirini telaffuz etti. Meselenin özünde yatan sorunun demokratikleşememekten kaynaklandığını vurguladı. Geçmişte hataların yapıldığını kabul etti. Hâsılı kelam, daha önceki hükümetlerin sürekli olarak geçiştirdikleri büyük bir riski üslenmekten çekinmedi.   
Söylemeye gerek bile yok, bu sorunu ele almak siyasî açıdan riskli bir girişim; zira doğrudan Devlet-i Âliye’nin bekası ile alakalı. Dahası mesele ‘derin’ ve çetrefilli. Her gün sağda solda işin içinde başka işler olduğu sürekli yazılıp çiziliyor. Dolayısıyla, böyle bir meselede ‘radikal’ bir söylemle meydana çıkmak, her baba yiğidin harcı değil. Üstelik meselenin iktisadî ve ideolojik/ahlakî boyutu dururken, riski en yüksek olan siyasî boyutunun öne çıkarılması cesaretin büyüklüğünü gözler önüne seriyor. Bunun hesaplanmış bir cesaret olup olmadığını önümüzdeki günlerde göreceğiz elbette.
Bu arada, AK Parti tabanının, hükümetin bu cesareti YÖK, başörtüsü ve imam-hatip gibi diğer bazı ‘hassas’ meselelerde niçin gösteremediğini anlamamalarını da anlamak gerekiyor.
Siyaset stratejisi açısından AK Parti’nin tavrının doğru olup olmaması bir yana, ‘Kürt sorunu’nun seviyeli bir şekilde acilen tartışmaya açılması gerekiyordu. Zira konuyla birebir irtibatlı olan Kuzey Irak’ta Türkiye’nin kontrolü dışında bir süreç yaşanıyor. Bu bölgede, başta Amerika olmak üzere, bazı uluslararası güçlerin himayesi altında bir Kürt siyasî örgütlenmesi adım adım hayata geçiriliyor. Bu yapının kısa zamanda bağımsız bir devlete dönüşmesi de, bölgenin istikrarsız yapısı göz önüne alındığında, pek muhtemel. Irak’ın parçalanması ve bağımsız bir Kürt devletinin ortaya çıkması halinde ise İran, Suriye ve Türkiye’nin doğrudan bölgeye müdahil olmaları ihtimali hassasiyeti tırmandıran başka bir unsur. Dolayısıyla, sorun farklı bir boyut kazanmış durumda. Sorunu görmezden gelmek artık bir alternatif olmaktan çıkmalı.
 
Güvenlik Eksenli Çözüm Stratejisi
Kabaca söylemek gerekirse, bugün Türkiye’de Kürt meselesine ilişkin iki farklı bakış açısı mevcut. Birinci bakış açısı, Kürt sorununu dış kaynaklı ve suni bir güvenlik sorunu olarak görme eğiliminde. Bu yaklaşıma göre, sorunun Türkiye’yi ilgilendiren kısmı ekonomik şartlarla sınırlı. Yani Kürtlerin Türkiye’de yoğunluklu yaşadığı bölgelerde eğer ekonomik şartlar iyileştirilebilirse Kürtlerin yabancı güçlerin kışkırtmasına gelmeleri için hiçbir sebep kalmaz. Bunun ötesi ise makul bir çerçevede değerlendirilemez ve sorun ancak silahlı kuvvetlerin güç kullanması ve zora başvurması sayesinde çözülebilir. Bu yaklaşım siyasî anlamda bir Kürt kimliğini reddetmekte ve bu yöndeki talepleri bölücülük olarak kabul etmektedir. Tahmin edilebileceği gibi, resmî yapı büyük oranda bu bakış açısını benimsemiş durumda. Ne var ki, bugün gelinen noktada bu politikanın pek de başarılı olduğu söylenemez. Son yirmi yılda yaşanmış çatışmalarda her iki taraftan da hayatını kaybedenlerin geride bıraktığı kolektif bilinçaltı göz önüne alındığında meselenin daha da çıkmaza girdiği dahi söylenebilir.
Çünkü savaş tabiatı itibari ile ‘kaotik’ bir durumdur. Stratejide ‘Clausewitz üçgeni’ olarak bilinen formülasyona göre savaşın üç unsuru vardır: Hükümet, askeriye (military) ve arazide bizatihi savaşan insanlar (muharipler). Bu üç unsur üç farklı karakter taşır. Hükümetin karakteri her türlü hissiyattan uzak rasyonelliktir. Bir bütün olarak askeriyenin karakteri şans ve ihtimal üzerine kuruludur. Çünkü operasyonel düzeydeki hiçbir savaşın sonucu garanti altına alınamaz. Savaşın şartları hiçbir güç tarafından kontrol altında tutulamaz. Her zaman bir ihtimal ve şans unsuru devrededir. Bizatihi savaşan insanların karakteri ise insanoğlunun en basit güdülerine dayalı hiddet ve hınçtır. Dolayısıyla insanlar düzeyinde ‘sınırlı savaş’tan söz edilemez. Clausewitz’e göre savaşan insanı yönlendiren tek amaç yok etmek ve yok edilmekten sakınmaktır. 
Asimetrik savaş durumunda, bu unsurlardan üçüncüsünün önemi daha da artar. Zira yok edilmesi hedeflenen düşman ile korunması amaçlanan halk iç içe geçmiştir; ayrıştırılamaz. Bu durumda her biri bir birey olan askerlerle, bir bütün olarak askeriyenin ve hükümetin amaçları birbirinden farklılaşır. Tek hedefi yok etmek olan hiddet ve hınç dolu bireylerin ‘tabii’ davranışları halkı ancak yabancılaştırır. Askeriyeye ve hükümete (devlete) karşı onların kinini artırır. Savaşın sonucunu, hükümet düzeyinde planlanan gayeden uzaklaştırır. Kısaca özetlemek gerekirse, Kürt meselesini ağırlıklı olarak bir güvenlik sorunu olarak görüp, işi silahlı mücadele ile çözme girişimi savaşa taraf olmayan Kürt halkı nezdinde onarılması güç husumetleri de beraberinde getirir.
 
Toplumsal Sözleşme Temelli Çözüm Stratejisi
Kürt sorununa ilişkin ikinci bakış açısı ise, insan hak ve özgürlükleri ekseninde etnik temelli bir Kürt kimliğinin tanınması esasına dayanmakta. Bu yaklaşım, farklılıkların muhafaza edilmesinin sorun olmayacağını, özgür ve demokratik bir ortamda tüm farklılıkların barış içinde bir arada yaşayabileceğini öngörüyor. Tahmin edilebileceği gibi, bu yaklaşımın temsilcilerine göre en büyük problem demokratikleşememekten kaynaklanıyor. Demokratikleşmenin faili devlet olduğu için de, Kürt meselesinde öncelikli adımın devlet tarafından atılması gerektiği düşünülüyor.
Bu yaklaşım da iki açıdan sorunlu. İlk olarak, Kürt meselesi Türkiye sınırları içinde kalan bir mesele değil. Sorunun uluslararası boyutu var ve pek çok dış güç, çıkarlarına göre meseleye müdahil oluyor. Dolayısıyla demokratikleşme belki Kürt halkını rahatlatabilir; ancak sorunun tırmanmasında çıkarı olan dış güçlerin müdahalelerini ve kışkırtmalarını sona erdirmeyecektir. Etnik temelli Kürt ulusçuluğu her zaman dış güçler için mümbit bir müdahale ve kışkırtma zemini sunacaktır. Ayrıca demokrasi ve özgürlük ortamı, ekonomik refahın artmasıyla birleşince, Kürt ulusçularına daha iyi örgütlenme imkanı vereceği için, ayrılıkçı taleplerin azalmayıp, daha da artacağı dahi iddia edilebilir.
Bu yaklaşımla ilgili ikinci problem daha ziyade siyaset felsefesi ile alakalı. Demokrasi ve özgürlüklerin artmasıyla sorunun çözüleceğine inananlar, esas itibariyle liberal bakış açılarının benimsediği bir ‘birey’ prototipi ve böyle bireyler arasında ulaşılacak bir ‘toplumsal sözleşme’yi varsaymaktalar. Liberal tasavvurun öngördüğü birey, ihtiyaçları ve talepleri arasında hiyerarşik bir düzen kurabilen, imkanlarının sınırını görebilen, önündeki seçenekler içinden kendisi için iyi ve doğru olanı tayin edebilecek, gerekli derecede bilgi ile mücehhez, özerk, rasyonel ve hesapçı bir bireydir. Kürt meselesine dönersek, böyle bir birey, elbette ki, eşitlik ve özgürlüğe dayalı bir düzen içerisinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayı alternatiflerine tercih edecek ve kendi kimliği dışındaki kimliklerle barış içerisinde bir arada yaşamaya razı olacaktır.     
Ne var ki, bu yaklaşımın öngördüğü rasyonel, hesapçı ve özerk birey prototipi sadece liberal felsefecilerin kitaplarında yaşıyor. Bireylerin davranışlarını rasyonel hesaplamalardan ziyade, güdüler, tutkular, teamüller, âdetler, kolektif zihin gibi rasyonel olmayan amiller belirler. Dolayısıyla da kolektif eylem söz konusu olduğunda rasyonel hesaplamalardan ziyade kolektif hissiyat öne çıkar. Kürt sorunu örneğinde bu şu demektir: Meselenin demokratikleşme ile çözülebileceğini düşünenlerin zihnindeki Kürt birey, liberal felsefenin öngördüğü bireydir. Hâlbuki bu tasavvur gerçeklerle bağdaşmaz. Etnik kökene dayalı bir ulusçuluk rasyonel olmayan bir süreç olduğu içindir ki rasyonel tedbirlerle önlenemez.
 
Değer Eksenli Çözüm Stratejisi
Ulusçuluk, ancak başka bir ulusçuluk ile diyalektik ilişki kurabildiği oranda var olabilir. Etnik kökene dayalı kimlik iddiası özü itibari ile dışlayıcı ve ötekileştiricidir. Dolayısıyla, çözüme giden ilk adım böyle bir kimlik iddiasının terk edilmesini, en azından yumuşatılmasını gerekli kılar. Meselenin çözümüne yönelik ikinci adım ise ortak değerler zemininde buluşulması esasına dayanır. Zira insanları bir arada tutan, sağlıklı toplumları var kılan unsurlar zannedilenin aksine ne özerk bireyin önündeki tercihler arasından yaptığı rasyonel seçimlerdir, ne ‘anayasa’dır, ne kanunlardır ve ne de sosyal sözleşmedir. Tam aksine, kolektif eylemin özünü, tüm modern parçalanmaları aşan aidiyet hissi ve kolektif ‘ben idraki’ teşkil eder. Böyle bir bilincin evi de ortak değerler dünyası, yani ortak varlık tasavvurudur. Çünkü ‘varlık’tan daha temel, daha kapsamlı bir aidiyet mercii yoktur. Dolayısıyla da, ne sosyoekonomik sınıf temelli gruplaşmalar ve ne de etnik köken merkezli kimlik arayışları varlık algılamasına dayalı ‘ben idraki’nden daha güçlü ve kuşatıcı olamaz. Ortak varlık tasavvuru içinse uzağa gitmeye gerek yok: Bin yıldır bizi biz yapan Müslümanlığımız kadar bize yakın.

Paylaş Tavsiye Et