Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (December 2006) > Dosya > Din ile sermaye barışır mı?
Dosya
Din ile sermaye barışır mı?
Ali Murat Yel

BUGÜNLERDE “İslami holding”, “yeşil sermaye” vb. ibarelerle anılan “çok ortaklı gurbetçi holdingleri” bir kez daha gündeme oturdu. Bu meselenin pek çok farklı boyutu var elbette. İlk olarak, yöneticilerin basiretsizlikleri ve bazen de açgözlülükleri, finansal yatırımlardan anlamamaları ve kendilerine profesyonel danışman tayin etmemeleri gibi nedenlerle başlangıçta iyi niyetlerle toplanan paraların heba edildiği gayet açık ve net. Bunun sonucunda dinî hassasiyetleri sebebiyle, ‘dindar’ oldukları düşünülen insanların başında bulunduğu kurumları tercih eden masum insanların birikimlerinin ziyan olması ve toplumsal bir gerilim ortamının üretilmesi ise meselenin bir diğer önemli boyutu.  
Bu meselede bir yandan tüm bu istismarların ayrıntılı bir biçimde çözümlenmesi, diğer yandan da “İslami holding” adı verilen sistemin hakkıyla ve tüm teknik boyutlarıyla tartışılması gerekiyor. Ancak burada benim dikkat çekmek istediğim nokta daha farklı. Bugüne kadar, ana akım medyada “yeşil sermaye”, “İslami holding” vb. kavramlar üzerinden yapılan tartışmalarda dikkat çekilen husus, din ile sermaye arasında bir bağlantı kurmaya çalışmanın ahlaki bir zaafa ya da özsel bir yanlışa tekabül ettiği düşüncesiydi. Bir başka deyişle yıllardır Türkiye’de süregelen tartışmalarda sermaye ile din arasında kurulmaya çalışılan ilişkilerde hep sözüm ona ‘laik’ bir tutum takınıldı. Esasında bu tavır, İstanbul dışında filizlenmeye çalışan ekonomik yatırım ve istihdam yaratma girişimlerinin bazı çevrelerce başarısızlığa uğratılma çabalarının doğal bir uzantısından başka bir şey değil.
Din, toplumlardaki en dinamik olgulardan birisi olarak bazı kesimler tarafından suistimal edilmiş olabilir. Zira dindar insan tarifi gereği dürüst bir kişidir ve özellikle Türkiye gibi ekonomik yapısı bir hayli kırılgan ülkelerde insanların bu dürüstlük tarifine uygun buldukları kişilere paralarını emanet edip yatırıma yönlendirmeleri bazen ülkenin içerisinde bulunduğu genel şartlardan etkilenerek kötü niyetli kişilerce suistimal edilebilmektedir. Ancak tüm bunlar din ve sermaye arasında tarihin her döneminde güçlü bir ilişki olduğu gerçeğini gözden ırak tutmamızı gerektirmez. Buna karşın ülkemizde “yeşil sermaye”, “İslami holding” vb. tartışmalarda, son derece ironik bir biçimde, Batı’da sermaye ve din arasında bir ilişki olmadığı vehmine yaslanılmakta.
Din ile para arasındaki ilişkinin seküler bir karaktere sahip olduğu milletlerde, dindarlığın şahsi bir mesele olması nedeniyle bu iki unsurun birbirine karıştırılmaması gerektiği fikri hâkimdir. Ayrıca, Hıristiyan öğretilere sahip din adamlarının ticareti aslen kerih görmelerinin de bu fikrin yaygınlaşmasına sebep olduğu söylenebilir. Buna karşın Hıristiyanlığın en büyük Kilisesi Vatikan ise gerek gayrimenkullerinden ve gerekse inanan insanların Kilise’ye yaptıkları yardımlardan elde ettiği paraları yatırıma dönüştürebiliyor; ancak bu süreçte ortaya çıkan bazı spekülasyonların da önüne geçemiyor.
Vatikan denilince akla ilk gelen şey onun dinî bir kurum olduğu. Ancak dünyadaki tüm Katoliklerin dinî ve ruhanî lideri ve İsa Mesih’in vekili konumundaki bu kurum aynı zamanda dünyanın en varlıklı finans şirketlerinden birisi. Aslında Katolik Kilisesi tarih boyunca hep devletlerin kontrolünde olageldi. 1929 yılında Benito Mussolini zamanında İtalyan hükümeti ile Vatikan arasında imzalanan Lateran Anlaşması sonucunda Vatikan resmen tanındı ve Roma Katolisizmi de devletin resmî dini oldu. Anlaşmada Papalığın uluslararası ilişkilerde tarafsız kalması ve o döneme dek devlet tarafından birkaç defa el konulan menkul ve gayrimenkullerine karşılık bir tazminat ödenmesi kararlaştırıldı. Bu mali kaynağın tutarı hakkında bugüne kadar pek çok spekülasyon yapılageldi; ama en iyi tahminler 85 milyon Amerikan doları civarında olabileceği yönünde yoğunlaşıyor. Bu nakit ödemenin yanı sıra Vatikan dışındaki bazı gayrimenkullerin kontrolü de Kilise’ye verildi ve bu mallardan oluşacak vergilerden Kilise muaf tutuldu. Ayrıca Vatikan İtalya ile imzaladığı bu anlaşmadan sonra 1943 yılında Almanya ile yaptığı meşhur Kirchensteuer (Kilise Vergisi) Anlaşması ile ülkede elde edilen gelir vergilerinden pay alma hakkına da sahip oldu. Vatikan’ın bu vergilerden elde ettiği gelir yüz milyonlarca doları buluyor.
Vatikan’ın bugünkü mali değeri rakamın büyüklüğünden ötürü hesaplanamıyor ama sanat eserleri, binalar ve diğer malların yekûnu bir hayli yüksek olmasına rağmen Vatikan’ın esas likidite denilen nakit varlığı bugünkü banka, devlet veya şirketlerde farklı olmayıp mali yatırımlara dönüştürülüyor. Bu tür yatırımların neticesinde 1954 yılı tahminlerine göre Vatikan’ın nakit varlığı yaklaşık bir milyar doları bulmuştu.
1950’li yılların başında Vatikan’ın Dinî İşler Enstitüsü, gerek Katolik ve gerekse Katolik olmayan mali danışmanların oluşturduğu uomini di fiducia adıyla anılacak bir “güven veren adamlar” tröstünü de kurdu. Burada dikkati çeken nokta, bu insanların hem Kilise’ye mali yardımda bulunan insanlara ‘güven’ telkin etmesi hem de Kilise’nin mal varlıklarının “emin eller”de değerlendirildiği inancını aşılamasıydı. Fakat 1969 yılında Dinî İşler Enstitüsü ile yakın ilişkileri olan Michael Sindona ile Vatikan artık off-shore yatırımlarına girmeye ve modern finansal enstrüman ve stratejileri kendi lehine kullanmaya başladı.
Ayrıca İtalya’da sahipleri Katolik olan bazı “Katolik bankalar”ın Kilise ile iş yaptığını ve diğer mali kurumları ‘seküler’ olarak nitelendirdiklerini de belirtmek gerekiyor. Örneğin Banco Ambrosiano bu tür “Katolik bankalar”ın içinde yer aldığı dinî bir örgütlenme olup, ‘seküler’ kesimlerin içine nüfuz etmeleri de oldukça zor. 1950’lerde bu kurumun bünyesinde “yatırım ortaklığı” denilen ve yatırımcıların bir araya gelerek karşılıklı olarak birbirleri ile ortak yatırım yapma imkanı sağlayan bir fon oluşturuldu.
1960’lara kadar Vatikan nakit varlığını bu tür “Katolik bankalar”da değerlendirirken, 1970’lerde yatırımlarının bazı silah üretimine ve hatta doğum kontrol hapları üreten ilaç firmaları gibi ‘şüpheli’ sektörlere gittiği şeklinde ortaya çıkan söylentiler üzerine, para hızla Avrupa, Latin Amerika, ABD ve Karayipler’deki bankalara aktarıldı. Papalığa seçilen I. Jean Paul’ün bu söylentileri araştıracağını belirtmesinden kısa bir süre sonra yatağında ölü bulunması “öldürülmüş olma” ihtimalini akıllara getirdi. 33 gün süren Papalık döneminde Vatikan’ın içine girdiği bu ‘kirli’ işleri temizlemeyi kendisine görev edinen I. Jean Paul maalesef bunu yapmaya fırsat bulamadı. Ondan sonra seçilen II. Jean Paul’ün ise ilk iş olarak Vatikan’ın parasından büyük bir meblağı ülkesi Polonya’daki dayanışma sendikasına aktardığı ve Vatikan’da diğer bazı isimlerin başını çektiği yanlış yatırımların, Kilise’nin paralarının büyük ölçüde yitirilmesine sebep olduğu biliniyor.
Velhasıl dinin toplumsal gerçekliğini göz önünde bulundurmak, pekâlâ dinin olduğu her yerde ekonomik bir örgütlenmenin, bir arayışın ve yönelimin olacağı anlamına gelir. Bu örgütlenmeler, yapılar ve yönelimler karşısında şaşırmak, “din istismarcılığı” yakıştırması yapmak ve toplumda karşı kampanya yürütmek olsa olsa bir tür siyasi, ekonomik projenin uzantısı olabilir. Hiç kuşkusuz tüm bunlar ‘başarısız’ örgütlenmeler karşısında eleştiri hakkından vazgeçmek ve birtakım istismarlara göz yummak anlamına da gelmez.


Paylaş Tavsiye Et