Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (July 2006) > Topluyorum > Siyaset yeni başlıyor: “Meydana düşen kurtulamaz seng-i kazadan”
Topluyorum
Siyaset yeni başlıyor: “Meydana düşen kurtulamaz seng-i kazadan”

 

Arkadaşlar, bu ayki topluYORUM’da önce gündemi değerlendireceğiz, sonra da dosya konumuz olan milliyetçilik üzerinde konuşacağız.
Ay sonundaki gelişmeleri görenler milliyetçilik konusunu bilhassa seçtiğimizi düşünecekler. İstersen bir açıklama yap.
Biz dosya konusunu Mart ayının başında belirlemiştik. Henüz ne Hitler’in “Kavgam” kitabının satış rekoru kırması, ne Abdullah Öcalan’ın yeniden yargılanması talepleri nedeniyle AB ve ABD ile yaşanan sorun, ne de Nevruz olayları sırasında bayrağımıza yapılan saygısızlık dolayısıyla gelişen tepki ortalarda yoktu, anlayacağınız.
Gündemi konuşmaya başladın bile zaten. İsterseniz şöyle yapalım; önce kapağımızda işlediğimiz konuyu, yani siyaset meydanının hareketlenmesini konuşalım, sonra dünyaya dönelim. Zira uluslararası gündemde de önemli gelişmeler var.
Bu siyaset meydanı lafını öteden beri merak etmişimdir. Kökü Osmanlı devletine gidiyor değil mi?
Aslında siyaset, Arapça emir, yasaklama ve terbiye gibi manalara gelen “sase” fiilinden türetilmiş bir isimdir. Atları terbiye edene seyis denir, bilirsiniz. İşte bu kelime de aynı kökten gelir. Geçmişte, idam da dahil fizikî cezaların caydırıcı olması, suç işlemeyi önlemesi amacıyla infazların halka açık yapılması söz konusuydu. Bu uygulamalar toplumu terbiye etmek için meydanlarda yapıldığından, o meydanlara da “meydan-ı siyaset” denmiş. Sonra giderek siyaset, cezalandırmayla eşanlamlı kullanılır olmuş.
O zaman “iyi ata binemeyenler, iyi siyasetçi değildir” diyebilir miyiz?
Bence bu soru art niyet taşıyor; sorulmamış kabul ediyorum. Lütfen kayıtlardan çıkarılsın.
Atı ve biniciyi kendi hallerine bıraksalar, problem çıkmayacak ama atın ayaklarının arasında bir sürü yılan dolaşıyor. Biniciyi zor durumda bırakmak için atı kasten ürkütüyorlar. Ekonomide ve dış politikada şimdiye kadar eşine rastlanmamış bir performans sergileniyor. Türkiye zincirlerinden kurtuluyor. Tam bu sırada birileri düğmeye basıyor ve arka arkaya krizler çıkarılıyor. Üstelik bunların bir kısmı da gerçekte herhangi bir sıkıntı olmadığı halde basının oluşturduğu gündem ve algılamada oluşan krizler.
İsterseniz analojileri bir tarafa bırakıp konuyu doğrudan tartışalım. AKP, iç ve dış konjonktürün sağladığı olağanüstü koşullarda ve kolay kolay hiçbir partiye nasip olmayacak büyük bir çoğunlukla iktidar oldu. Ama geçen sürede bu imkanı yeteri kadar değerlendiremedi. Ellerinde gerçekleştirecekleri projeler olmadığı ve ülkenin sorunlarını stratejik bir yaklaşımla ele almadıkları için günlük hareketlerle sonuç almak istediler. Bu durum sık sık geri adım atmalarına, çok büyük iddialarla başlattıkları işlerden tepkiler sonucu vazgeçmelerine yol açtı. Aslında bu girişimlerin bir kısmı zaten ciddi yanlışlar da içeriyordu.
Yani her şey kendi doğal akışı içinde cereyan etti, dışarıdan müdahale olmadı mı diyorsun? ABD’nin, basındaki uzantılarının, hükümet karşıtı koalisyonun manipülasyonlarını görmezden mi geliyorsun?
Bunlar her zaman olabilir. Bence şaşacak bir durum yok. Hatta belki başlangıçtaki durum biraz tuhaftı diye düşünüyorum. Hatırlayın 1 Mart tezkere krizinden sonra sular durulup ABD ile ilişkilerde de düzelme olunca hem büyük sermaye, hem medya övgüler düzmeye başlamıştı. Halbuki bu çevrelerle hükümet arasında ciddi bir doku uyuşmazlığı olduğu aşikâr.
Belki sandığınız kadar büyük bir uyuşmazlık yoktur. Veya başlangıçtaki uyuşmazlık zaman içinde bir konsensüse dönüşmüştür. Ekonomide İMF programı, Washington konsensüsü benimsendiğine, hatta içselleştirildiğine göre başka konsensüsler de benimsenmiş olabilir.
Arkadaşlar bence varsayımlara ve spekülasyonlara dayanarak sağlıklı bir değerlendirme yapamayız.
Tamam işte; ben de tamamen olgulara dayanıyorum. AKP’nin başarısı, geçmiş dönemdeki başarısızlığın sorumlusu olan yerleşik siyaset anlayışından farklı olmasından ve derin devlet güçlerine karşı sivilliği, statükoya karşı değişimi temsil etmesinden kaynaklanıyordu. Halbuki son dönemde bu değişti. Basına karşı tavırlar, Ceza Kanunu tartışmalarındaki tutumlar, protesto gösterisi yapanlara karşı kullanılan ölçüsüz şiddeti savunma ve daha birçok olayda görüldü ki AKP derin devlet refleksi göstermeye başladı.
İsterseniz önce hükümetin performansı ile ilgili değerlendirme yapalım. Şimdi, hükümetin başarısız olduğunu veya son dönemde kötü bir performans sergilediğini savunanlara, bu masa etrafında benzer görüşleri ifade edenler de dahil sorsak; acaba Ocak başında aynı değerlendirmeler yapılır mıydı?
Açıklıkla söyleyeyim ki, ben yapmazdım.
O zaman bu durumun ve tespitlerin konjonktürel olduğu ortaya çıkıyor. Üç ay önce başka şartlar vardı ve bambaşka bir algı söz konusuydu, şimdi ise durum değişmiş gibi görünüyor. Birkaç ay sonra görüşler yeniden değişebilir. Öyleyse tahlilimizi daha sağlam bir temele oturtmalıyız.
Peki hiçbir şey değişmedi mi? Oluşan hava tamamen sanal mı? Medyanın bazı konularda yönlendirici tutum izlediğini, ABD’nin bir takım sonuçlar elde etmek için atmosferi değiştirdiğini kabul etsek bile, bunların zamanlaması neden şimdiye denk geldi?
Sırayla gidecek olursak; bir kere bu dönemde tamamen iç siyasetten kaynaklanan bazı dinamiklerle ortamın kızışması normaldir. Biliyorsunuz, 2007 seçim yılı. Ama 1983 seçimlerinden beri genel seçimlerin dört yılda bir yapılmış olması 2006’da seçim olma olasılığını akıllara getiriyor. Üstelik 2007 ilkbaharındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce Meclisin yenileneceği görüşünü ifade eden birçok kişi var. Bu durumda şayet 2006 seçim yılı olacaksa ya da en azından siyasî aktörlerin bir kısmı böyle düşünüyorsa, 2005’ten itibaren siyasetin hareketlenmesi, iktidara yönelik yıpratma çabalarının başlaması son derece makul ve anlaşılabilir bir durum.
Bence şu soru da hâlâ anlamlı. Bu yorumları kabul etsek bile, hükümetin kendi tavrında yetersizlikler, en hafif ifadeyle kendine yönelen bu tacizler karşısında bocalama söz konusu değil mi? Üstelik kendi içinde bir koalisyon olan AKP’de bazı çatlakların baş göstermiş olması da bunun bir işareti.
Kısmen doğru ama ben bu durumun AKP Hükümeti’nin başarısızlığından değil, tam tersine başarısından kaynaklandığını düşünüyorum.
Yani koalisyonu bozan hükümetin başarısı mı? Milletvekillerinin iktidardaki bir partiden ayrılması işlerin kötüye gideceği endişesinden veya buna yönelik bilinçli bir girişimden kaynaklanır benim bildiğim.
Hükümetin birçok alanda en azından geçmişle kıyaslandığında başarılı bir grafik çizdiğini herkes kabul eder sanırım. AKP’nin başarısı, büyük ölçüde oluşturduğu koalisyonlardan kaynaklanıyor. Mesela; hükümetin Türkiye’de statükoyu savunan, değişime direnen, demokrasinin ve özgürlüklerin gelişmesine karşı çıkan kesimlere -ki bunlara kolay olsun diye “derin devlet” diyebiliriz- karşı liberal güçlerle ve AB üyeliğini destekleyen büyük sermaye ile koalisyon yaptığı düşünülebilir. Sahip oldukları hassasiyetler dolayısıyla 28 Şubat sürecinde tasfiyeye uğramış farklı yapılardaki siyasî kadroların ve kesimlerin AKP’nin kuruluşu sırasında bir araya getirilerek bir koalisyon oluşturulduğu ifade edilmiştir. Irak konusunda ABD politikaları ile farklılaşma olunca AB ile birlikte hareket etme yoluna gidilmesi bir dengeleyici unsur olarak değerlendirilebilir. Kıbrıs sorunuyla ilgili ise ABD ile Türkiye’nin yaklaşımlarının yakın olması birlikte hareket etmeye imkan tanıdığı ölçüde, AB’ye karşı manevra kabiliyetinin arttığından söz edilebilir. İzlenen politikalar hükümete başarı getirdikçe, her biri kendi çerçevesinde kısıtlayıcı unsurlar içeren koalisyonlara devam etmede isteksizlik oluştuğunu düşünüyorum. Yönetim, elde edilen başarılara güvenip bunun sadece kendi performanslarına bağlı olduğu kanaatine ulaşınca, koalisyonlardan uzaklaşma eğilimi doğdu ve dolayısıyla koalisyonlarda sorunlar baş gösterdi.
O zaman şöyle bir yorum yapılabilir. Türkiye’nin kendine hareket alanı ve esnekliği sağlayan denge politikası etkinliğini kaybettiği ölçüde Türkiye zorda kalabilir. Mesela; Kürt sorununda son dönemde karşılaşılan sıkıntının temelinde, AB ile ABD arasında benzer bir anlaşma sağlanması yatıyor. Benzer şekilde Suriye konusunda ABD ile AB’nin anlaşmış olması, Suriye ile tarihindeki en iyi ilişki düzeyini yakalamış olan Türkiye’yi sıkıntıya sokuyor.
Suriye sorununda AB’nin tavrını ben daha farklı yorumlarım. Irak’ta yaşananlar bütün dünyaya şunu gösterdi ki, ABD tek başına kaldığında kimseye kulak asmıyor; askerî harekete bir kere karar verdikten sonra başını alıp gidiyor. Askerî açıdan ABD ile rekabet edebilecek veya onu vazgeçmeye zorlayacak bir güç yok. Sonuçta bir kısım ülke ABD ile birlikte hareket etmek zorunda kalıyor, geri kalanlar da süreçten tamamen dışlanıyor. Suriye meselesinde ABD’nin asker kullanmasının önünü almak isteyen AB erken davranıp diplomatik seçeneği devreye soktu. İran’da da benzer bir durum var. Böylece diplomatik süreç işlemeye başladı. Bu düzlemde AB rekabet edebilir ve kendisi için etkinlik alanı bulabilir. Bu politika Türkiye’nin de işine gelir. Suriye askerî bir operasyona maruz kalmadıkça, ilişkilerin gelişmesi herhangi bir sorun teşkil etmez. Türkiye’nin politikası Orta Doğu’da bütün BM kararlarının uygulanması olduğuna göre, Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesine bir itirazımız olamaz. Hatta bu durum İsrail üzerinde baskı unsuru olarak bile kullanılabilir.
“Zinde güçler”e karşı koalisyonun zaafa uğramışlığını son dönemde askerden gelen sert eleştirilerden çıkarabiliriz sanırım. Türkiye’nin bir Irak politikası yokmuş, Kıbrıs’ta durum çok kötüymüş, Denktaş hükümetle ters düştüğü için aday olmamış...
Yaşanan sorunlarda birinci derece sorumluluğu olanların yakınması ve dışarıdan ahkâm kesmesi çok şaşırtıcı. Türkiye’nin Kuzey Irak’ta inisiyatif kaybetmesinin, Türkmenlere ve Kürtlere yönelik politikalarının arzu edilen sonuçları vermemesinin temel sebebi, bu zamana kadar konuya güvenlik, hem de iç güvenlik eksenli bir perspektiften yaklaşılması olmuştur. Şu anda bölgedeki yapı siyasî ve sivil örgütlenme olduğuna ve askerî faaliyet ikinci planda kaldığına göre, politikanın da bu eksende şekillenmesi gerekirdi. Şu tip yaklaşım doğru, bu tip yaklaşım yanlıştır veya şu tarz politikalar bu tarz politikalardan üstündür şeklinde değerlendirme yapmıyorum. Her şartın kendine has gereklilikleri olur. Bir yerde askerî faaliyet ağırlık kazanıyorsa, politikaların askerî eksende şekillenmesi yerinde olur. Ama formasyonu kendi uzmanlık alanına göre “dost-düşman” ikilisinde oluşmuş, düşmanı imha etmeye koşullandırılmış bir bakışla siyasî ve sivil örgütlenmelere başarılı bir biçimde müdahil olma, nüfuz etme ihtimali çok azdır. Bu bakış nüansları, ara tonları, taktik işbirliklerini algılamada doğal olarak zorlanır ve bu bir kusur değildir. Herkes kendi işini yaparsa etkinlik sağlanır. Kıbrıs’a gelince, Türkiye ne tek bir askerini çekti, ne de bir karış toprak verdi. Referandumla ilk defa dünya kamuoyunda avantajlı konuma geldi. Şayet Lahey Zirvesi’nde referandum kabul edilmiş olsaydı, bugün Rum kesimi muhtemelen tek başına AB üyesi olmayacaktı. Son 15 yılda kaybedilen bütün mevzilerde sorumluluğu olanların, kendi konumlarını kaybetmemek uğruna tüm dünyayı Türkiye’nin karşısına geçirenlerin, şimdiki durumu eleştirmesi gerçekten düşündürücü.
AKP büyük umutlarla iktidara geldi. Devlet-millet buluşmasını sağlayacak, anayasayı değiştirecek, mağduriyetleri ortadan kaldıracak, yaraları saracaktı. Fakat görüldü ki özgün bir projeleri, hatta kendi içinde bir bütünlük arz etmeyen tekil politikalarını bile hayata geçirmeye yönelik bir planları yok. Ekonomide sağlanan başarıdan bahsediliyor. Sorarım; Derviş’in programını sadakatle devam ettirmenin, İMF politikalarını başarıyla uygulamanın dışında ne gibi değişiklikler yapıldı? Burada bir başarı olsa bile, AKP’nin payına düşen sadece eline verilen planı hatasız uygulamak olabilir. Anayasayı değiştirme çoğunluğunu kaybeden, kamuoyunu ve bürokrasiyi yönetme gücü azalan ve giderek devlet refleksine teslim olan AKP, korkarım ANAP’ın kaderini paylaşacak ve iki-üç seçim sonra yok olacak.
Bence bu sonuçları çıkarmak için biraz acele ediyorsun. Genelde şöyle bir hata yapılıyor: Çevresel şartların etkisiyle olumlu bir sürece girildiğinde, aşırı bir iyimserlik hakim oluyor ve durum olduğundan daha iyi algılanıyor. Sonra rüzgar ters yönden esmeye, şiddetlenmeye başlayınca da aşırı bir karamsarlık, sağlanan kazanımları bile yok sayan bir depresyon hali yaşanıyor. Dinî hassasiyetleri yüksek kesimlerin 1994-96 dönemindeki ruh halleriyle 1997-99 arası dönemi karşılaştırılırsa ne demek istediğim anlaşılır. Ben bunu finansal piyasalardaki yatırımcıların psikolojisine benzetiyorum. Önce beklentilerin aşırı yükseltilmesi ve fiyatların şişmesi, herkesin, alanın da satanın da kazandığı ve bol keseden harcamaların yapıldığı “boğa piyasası”, ardından aslında ekonomik yapının temelleri ve reel sektörde o ölçüde bir olumsuzluk oluşmadığı halde aşırı bir tepkiyle yaşanan çöküşler. İşin kötüsü bu dalgalanmalar zaman zaman reel sektörü de etkiliyor. Bizim bu hataya düşmememiz lazım. Roma İmparatorluğu’na bakacak olursak…
Ben de sözün ne zaman kadîm medeniyetlere geleceğini merak ediyordum. İlk defa bir topluYORUM’da analize 3000 yıllık tarihî derinlik kazandıramadık, performansımızı mı kaybediyoruz diye endişelendim!
Müsaade ederseniz devam edeyim; Roma İmparatorluğu tarihine bakacak olursak, Batı Roma için de Doğu Roma için de yaklaşık biner yıllık bir dönem söz konusudur. Mesela Roma’nın kuruluşunu 12 Levha Kanunları’nın yazılışı kabul edersek, M.Ö. 450’den Vandal, Vizigot ve Hun akınlarıyla yıkıldığı M.S. 476’ya kadar yaklaşık bin yıl olur. Yine Roma’nın resmen ikiye ayrıldığı 395’ten İstanbul’un fethine kadar 11 yüzyıllık bir dönem var.
Aslında Roma’nın Makedonya ve Balkanları ele geçirdiği 4. Makedon Savaşları ile Kartaca’yı kesin olarak yenilgiye uğrattığı 3. Pön Savaşları’nı kuruluşuna esas alırsak -ki zaten İtalya’nın Romalıların hakimiyetine girişi de bundan sadece 120 yıl öncesine gidiyor- Batısı, Doğusu toplam 1600 yıllık bir Roma dönemi yapar.
Bu dönemlere bakarsak, başlangıçları ile sonları arasında üretim araçları, ekonomik ilişkiler sistemleri, siyasî ve toplumsal yapılar arasında çok ciddi bir farklılık göremeyiz. Bir başka deyişle, Roma’nın hüküm sürdüğü 16 yüzyıl, insanlık tarihinin en son sükûn dönemidir. Zaten Batı Roma’yı yıkan Avrupa’daki demografik değişim, Doğu Roma’yı yıkan da Anadolu ve Balkanlardaki değişim olmuştur. Halbuki Osmanlı İmparatorluğu’na bakacak olursak, altı yüzyıllık Osmanlı dönemi -ki bunun 1450-1700 arasındaki 250 yılında Osmanlı dünyanın en büyük gücüdür- insanlık tarihinin en büyük değişimleri; Rönesans, Reform, Westfalya düzeni, Sanayi Devrimi, milliyetçilik gibi büyük sarsıntılar ve dönüşümler cereyan etmiştir. 1300’deki dünyanın 1700’deki dünya ile neredeyse hiçbir benzerliği kalmamıştır.
Nereye varmak istediğini anlayamadım. Bunun tartıştığımız konuyla ne ilgisi var? AKP Roma İmparatorluğu’nun veya Osmanlı’nın çağdaş versiyonu demeyeceksin inşallah.
Hayır. Söyleyeceğim sadece şu; bu kadar büyük çalkantılar ve değişimler arasında geçen 600 yıl Roma’nın 1600 yılından daha uzun bir dönem olduğu gibi Türkiye’nin şu anda içinde bulunduğu dönem de, geçmişle mukayese edilemeyecek bir değişim ve çalkantılar dönemidir. Politikalar tabii ki eleştirebilir ve eleştirilmelidir de. Namık Kemal’e atfedilen; “barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar” sözü çok hoşuma gider. Hatta hükümetin politika yaklaşımlarında ve felsefesinde bazı önemli eksiklikler ve zaaflar da tespit edilebilir; ama bir de gerçekler var ki, onlar da teslim edilmeli. Türkiye’nin, tarihinin en derin ekonomik krizini geçirdiği, siyasetin tıkandığı, dış politikada AB, Kıbrıs, Irak gibi birbiriyle irtibatlı üç krizin elimizi kolumuzu bağladığı bir dönemde hükümet her alanda kayda değer açılımlar sağladı. Bugün bu konuların hepsini tartışabiliyorsak, bu biraz da ölümcül devreyi atlatmış olmamızdan kaynaklanıyor. 21 Şubat krizinin artçı şoklarının devam ettiği 2003 ortamında acil mesele, durmuş olan ekonominin çarklarının bir daha durmasına engel olmaktı. Kıbrıs sorunu Türkiye-AB sürecinin kilitlendiği bir konu haline gelmişti. Çoğumuz belki hatırlamıyordur; ama 11 Mart 2003 tarihinde AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verheugen’in sözcüsü Jean-Christophe Filori, Kıbrıs Rum Kesimi’nin 2004 yılı Mayıs ayında AB’ye “her halükârda” tam üye olacağını belirtiyor; bu tarihten itibaren, “Türkiye'nin AB toprağını işgal etmiş sayılacağını” ileri sürüyordu. AB ile ilişkilerde Irak da bir başka kriz kaynağıydı. Türkiye Irak konusunda AB ile ABD arasına sıkışmıştı. Olağanüstü hal uygulamasından yeni çıkmış Türkiye, savaş durumu gereği sıkıyönetimin eşiğine getirilmişti. ABD ise arka arkaya “deadline”lar, yani son tarihler ilan ediyor; Türkiye’nin dışlanacağı, kırılgan ekonomisinin yeni krizlere yuvarlanacağı, ABD’nin Türkiye’yi aforoz edeceği tehditlerini savuruyordu. Şöyle veya böyle bu konjonktürden sıyrıldık. Kısa vadeli değerlendirmeler yanıltıcı olabilir. Daha uzun dönemli değerlendirmeler bizi sağlıklı sonuçlara ulaştırır. Tabii ki hatalar yapılmıştır; ama -haydi baştaki “meydan” edebiyatına devam edeyim- Ziya Paşa’nın dediği gibi “meydana düşen kurtulamaz seng-i kazadan”.
Kaza taşları kafamızı kırabilir ama. Ben de başka bir tablo çizeyim. Kuzey Irak’ta Türkiye’nin istemediği her şey oluyor, basında sık sık çıkan ve hoşuma giden tabirle kırmızı çizgilerimiz morarıyor, Türkiye Türkmenleri de kaybediyor. ABD ile Türkiye ilişkilerinde gerilim artıyor, iki-üç günde bir ABD basınında Türkiye aleyhtarı yorum, haber veya açıklamalar çıkıyor. Kıbrıs konusunda AB baskıları artıyor. AB sürecinin ve yapısal reformların aksadığı iddia edilerek Türkiye eleştiriliyor, hatta Hırvatistan’a benzetiliyor. AB ile ABD Ermeni meselesinde ve Öcalan’ın yeniden yargılanması konusunda anlaşmış görünüyor. Hükümetle basın ve sermaye grupları arasında sert atışmalar yaşanıyor, cihet-i askeriyeden de çatlak sesler yükseliyor. Ağustos 2003’te milletvekili sayısı 368’e çıkmış ve tek başına anayasa değişikliğini sağlayacak konuma gelmiş AKP, istifalarla 361’e gerilemiş. “Ermeni soykırımı kabul edilsin! Abdullah Öcalan yeniden yargılansın! Kıbrıs Rum kesimi tanınsın!” bağırtıları yetmezmiş gibi adeta PKK’nın gösterisine dönüştürülen Nevruz kutlamalarında Türk bayrağına karşı taciz edici davranışlarda bulunuluyor.
Sizce de birkaç kendini bilmez çocuğun davranışı biraz fazla abartılmadı mı? Bayrağımız tabii ki hepimizin canı ve şehitlerimizin kanıdır. Ona kimsenin el uzatmasına müsaade etmeyiz; ama sanki burada da başka bir kasıt var.
Zaten sorun da burada. Önemli olan olayın kendisi değil, yansıtılış ve dolayısıyla algılanış biçimi; sonuçta da kamuoyunda oluşturduğu tepkidir. Ne demişler “şüyuu vukuundan beter”. Tam bu ortamda bir de bakıyoruz ki, Hitler’in Alman faşizmine övgü düzen hezeyanları Türkiye’de best-seller, yani en çok satılan kitaplar listesinde!
Kısaca toparlamamız gerekirse, tahlillerimizi konjonktürel verilere, anlık başarılara veya başarısızlıklara dayandırmamalı, uzun dönemli bir bakış açısıyla ve sükunetle değerlendirmeler yapmalıyız. Ama bu tespitlerin anlık başarısızlıkları ve ilgili dönemlere ilişkin hataları da temize çıkarmadığını unutmadan gerekli önlemlerin alınması için kamuoyu oluşturma görevini ihmal etmemeliyiz deyip başka bir konuya geçmek istiyorum. Az önce de bahsedildi; oluşturulan milliyetçi dalgayı tahlil edelim isterseniz. Böylece dosya konumuzu da konuşmuş oluruz. Orta sayfamıza koyduğumuz harita aslında her şeyi anlatıyor. Milliyetçilik binlerce siyasî birimden oluşan Avrupa’yı 30 birime indirgemek, tek bir siyasî birimden oluşan Osmanlı İmparatorluğu’nu da 30 birime bölmek gibi bir amaca hizmet etti.
Milliyetçilik kurgusal bir olgudur. Siyasî iktidarı değiştirme ihtiyacı, meşruiyetini tanrısal varlıktan alan kral yerine millet denilen yine ulvî mahiyetteki bir varlıktan alan milliyetçiliği doğurdu. Milliyetçilik Batı medeniyeti açısından tarihin tabii seyri içinde ortaya çıkmış bir aşamadır. Bunun için de başlangıçta çatışmalara yol açtıysa da, sonunda istikrarlı ve bir üst seviyedeki bir dengeye ulaşılmasını sağlamıştır. Milliyetçilikle inşa edilen kimlik, daha önceki kimliğin dönüşümüyle oluşturulmuştur. Ekonomik olarak burjuvazinin oluşumu ile ekonomiyi optimum bir pazar boyutunda oluşturmaya yönelik girişim, dinî olarak Protestanlıkla birlikte ulusal kiliselerin doğması ve kültürel olarak dilde birliğin oluşumu gibi unsurlar altyapı teşkil ettiği için bu tabii bir geçişti. Doğu toplumlarında millî kimliği oluşturacak iç dinamikler olmadığı için, dış etkiler var olan kimlikleri dönüştürerek değil bozarak milliyetçiliği oluşturdu ve bu noktadan itibaren de sürekli bir gel-git dalgalanması yaşandı.
Doğuda milliyetçiliği oluşturacak temellerin bulunmadığı konusu tamam da, diğerini tam anlayamadım. Milliyetçilikle ilgili bir “gel-git”ten mi bahsediyorsun?
Milliyetçilik bozulma ile başladığı için Doğu’da inşa edici olamadı; hep tepkisel bir akım oldu. Sömürgeciliğin etkisiyle gelen ilk dalgada bu bozulma, Doğu toplumlarında, ekonomik, dinî ve kültürel bakımdan anlamlı birer birim olamayacak ulusları ortaya çıkardı. Yani az önce söylendiği gibi Batı’da milliyetçilik küçük ölçekten büyüğe geçiş iken Doğu’da büyükten küçüğe indirgenme yaşandı. Tabii bu da her birimin daha önce birlikte yaşadığı birimlerle farklılıklarını ön plana çıkarma gayretine girişmesini ve dolayısıyla çatışmaları doğurdu. Ardından milliyetçilik bu sefer sömürgeci karşıtı bir hüviyet kazandı ve Batı’ya muhalefetin ideolojisi oldu. Sömürgecilik tarafından getirilen milliyetçilik yerel kimliği bozup uluslaşmayı sağlarken, bu ikinci dalga, sömürgeciliğin kurduğu yapıları bozup üst kimlik arayışlarına yol açtı.
II. Dünya Savaşı sonrası gelişen Arap milliyetçiliği gibi değil mi? Söylediklerinden anladığım kadarıyla bu akımın tipik bir örneği.
Evet. Ama Arap milliyetçiliği örneğinde de görüldüğü gibi, bu milliyetçilik de inşa edici olamadı ve bozduğu sömürgeci yapıların yerine kalıcı bir oluşum sağlayamadı. Bu defa tekrar bir küçülme sürecine girildi ve etnik veya kültürel temelde değil toprak temelinde bölgesel bir milliyetçilik akımı yükselmeye başladı.
Yani Arap milliyetçiliği işe yaramayınca Mısır’la Suriye’nin ayrılması gibi değil mi? Toprak temelinde tanımlanan Mısır ve Suriye milliyetçilikleri oluştu, bu da Arap milliyetçiliğini bozarak yeni bir tarzı doğurdu.
Kesinlikle. Tabii bu arada ciddi sorunlar da doğdu. Bunun en açık örneği Türkiye’nin güney sınırıdır. Hatay’dan başlayıp giden sınır, bazı Arap topluluklarını bir ulus-devlet olan Türkiye’nin, bazı Türk topluluklarını da Suriye ve Irak’ın içinde bıraktı ve Kürtleri de tamamen parçaladı. Geçmişteki durumda sadece mekan anlamında bir değer ifade eden konuşlanmalar bir anda insanları kimlik ve aidiyet noktasında zorlayan, hayatlarını tamamen belirleyen bir hale dönüştü ve bu parçalanma hattını adeta siyasî gerilimlerin fay hattına çevirdi. Üstelik yüzyıllardır bütünleşmiş tek bir ekonomik yapı olan bölgeyi üçe, dörde bölerek başka sorunlara da yol açtı.
Çok doğru. Geçmişte tabii bir faaliyet olan ticaret, ortadan sınır geçince kaçakçılığa dönüşüveriyor. Nehir aynı nehir, ama bölge parçalanınca patlamaya hazır bir bomba çıkıyor ortaya.
Evet. Son döneme gelecek olursak, bu sefer de küreselleşmenin ulus-devlet ölçeğindeki yapıları tasfiye etmeye yönelik baskısı toprak bağımlı milliyetçilikleri zaafa uğratmaya başladı. Buna karşı da milliyetçi tepkiler çerçevesinde çatışmacı bir tavır gelişmeye başladı. Halbuki milliyetçiliği sadece mevcut kimliği bozucu değil, aslî unsurlar üzerinde inşa edici olarak kullanıp pozitif milliyetçilik yapabilseydik, mesela II. Dünya Savaşı sonrasında Arap milliyetçiliği sömürgecilik karşısında güçlü bir ortak bilinç oluştursaydı veya Soğuk Savaş sonrasında Orta Asya’yı ve Balkanları da kuşatan kültürel anlamda Türk milliyetçiliği anlamlı birer inşa süreci oluşturabilseydi, ortaya çıkacak birimler küreselleşme aşamasına gelindiğinde küresel ölçekte önemli ve etkileyici aktörler olabilirdi.
Bence milliyetçilik bu bakımdan çok uygun bir felsefe değil. Tarihsel süreç içinde kazandığı etnik vurgu ve kültürel anlamda dilde teklik özelliği ister istemez dışlayıcılığı getiriyor. Ayrıca milliyetçilik bir kere başladı mı, sürekli daha küçük ve ayrıştırıcı noktalara doğru gidiyor. Mesela Özbekistan’ın batısında yaşayan ve nüfusunun %2,5’ini oluşturan Karakalpaklar’ı ele alalım. Bir boy olarak Karakalpak milliyetçiliği mi, Özbek milliyetçiliği mi, Türk milliyetçiliği mi, yoksa İslam milliyetçiliği, yani ümmetçilik mi? Bence Doğu toplumları için temeli olmayan kör bir etnik kökene, ırk ayrımına veya kültürel ayrıştırmacılığa değil, birleştirici bir üst kimlik olarak tarih ortaklığı, ortak tarihsel tecrübeye sahip olma esas alınmalı.
ANLAYIŞ bunu söyledi zaten; “Milletin yurdu tarihtir!” Belki hükümetin içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtulması için de aynı yöntemi önerebiliriz.
Evet çok iyi bir noktaya geldik. Önerilerimiz şunlar: Küreselleşmeye karşı içe kapanma değil dışa açılıp etkin olma. Milletin kendi kaderini tayin hakkına kilitlenip ölçeği küçültme değil, milletler ailesinin ortak kaderinde söz sahibi olma iddiası geliştirme. Tarihin akışına direnmeye çalışırken ayrıştırıcı sloganlara sarılıp kendi zemininden bile olma kâbusu değil, değerler sisteminden aldığı özgüvenle küresel düzeni değiştirme hayalini gerçeğe dönüştürme. Irk ve kültür temelinde çatışma değil, ortak tarih bilincinde toparlanma. Burada bitirelim müsaadenizle.

Paylaş Tavsiye Et