Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2006) > Toplum > Nacer Khemir’le söyleşi
Toplum
Nacer Khemir’le söyleşi
Konuşanlar: Hilal Turan, Hanife Gümüş
Masalcı, ressam ve şair bir yönetmen olan Nacer Khemir, Tunus sineması denince akla ilk gelen isim. İyi Tanrının Ülkesinin Tarihi (1976), Dişi Dev (1977), Çöl İşaretçileri (1984) ve Güvercinin Kaybolan Kolyesi (1990) gibi, Doğu’nun masallarını, tasavvufî mirasla harmanlayarak anlattığı filmleriyle kendine özgü bir sinema dili oluşturdu. Festivalde gösterilen son filmi Bab’Aziz, gözleri görmeyen bir derviş olan Bab’Aziz ile torunu İştar’ın, dervişlerin toplantısına gitmek için çölde yaptıkları yolculuğu anlatıyor. Bab’Aziz’in yol boyunca İştar’a anlattığı hikâyeye, buluşma yerine giden farklı karakterlerin öykülerinin de eklenmesiyle film “kıssa içinde kıssa” şeklinde bir anlatıma dönüşüyor.
 
Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra Batı’da İslam’ın terörist imajıyla sunulduğunu ve İslamofobinin hızla yayıldığını gözlemliyoruz. Siz ise böyle bir dönemde İslam’ın tasavvufî yönüne vurgu yapan bir film çekiyorsunuz.
Bir yakınınız yere düşse ne yaparsınız? Herhalde ilk olarak onu düştüğü yerden kaldırıp yüzündeki kumu silersiniz. Aslında benim yaptığım da bu. Ben belki çok iyi bir Müslüman değilim. Ama babam öyle idi ve benim için İslam’ı temsil ediyordu. Bu filmi yapmamın nedeni, onun yüzündeki kumları silme isteğimdir. İslam olduğundan başka bir şey gibi gösterilmeye çalışılıyor. Ben de bu filmimle onun öteki yüzüne dikkat çekmek istedim.
 
Peki amacınıza ulaştınız mı? Filminiz nasıl tepki gördü?
Filmim henüz sadece İsviçre’nin Alman bölgesinde gösterildi. Orada da olumlu tepkiler aldım. Yaşadığım Fransa’da ise henüz gösterilmedi. Terörizmi anlatan bir film yapsaydım, muhakkak gösterilirdi. Bunu yapmadığım için filmimle ilgilenmiyorlar. Fransızlara nefsinden vazgeçen karakterlerin hikâyesi anlamsız geliyor. Zira onlardan ‘ego’yu çıkardığında geriye pek de bir şey kalmıyor.
 
Sinema teknik olarak Batı’da icat edildi. Ancak Doğu’nun hikâyelerini yeni yeni anlatmaya başladığını ve sinemaya anlam zenginliği kazandırdığını söyleyebilir miyiz?
Aslında sinemanın teknik olarak bile Batılı bir sanat olduğunu söyleyemeyiz. Bunu yaparsak Batı’nın Rönesans’ı gerçekleştirmesinde İslam medeniyetinin etkisini göz ardı etmiş oluruz. Batı’yı Yunan düşünürleriyle tanıştıran, Arap dünyasının çevirileridir. Ayrıca İslam dünyasının 9. yüzyıldaki bazı metinlerinde fotoğrafı andıran, adeta onun tekniğini anlatan ibareler görüyoruz. Batı’nın ulaştığı teknolojik boyutu bunlardan bağımsız düşünemeyiz.
Ayrıca son kertede Batı-Doğu ayrımından uzak durmalıyız. Üretilen ve iyi olan her şey evrenseldir, tüm dünyaya aittir; kötü olansa sadece sahibine. Bu Batı-Doğu ayrımı da son derece Batılı bir ayrım aslında. Kendi dışında kalanı ‘ötekileştirmek’ bize ait bir şey değil. Avrupa farklı olana tahammül edemiyor. Farklı olan her şeyi bir hastalık gibi görmelerinden dolayı, ‘öteki’ni dışlamak için bu ayrımı yapıyorlar. İşin ilginç yanı ise böyle olmasına rağmen Türkiye’nin Avrupalı olduğunu söylemesi.
 
Bab’Aziz’in temel olarak aşkın hâllerini anlattığını söyleyebiliriz sanırım. Filmde her bir karakter yitirdiği aşkı yeniden bulmak için yollara düşüyor. Ancak her biri aşkı farklı bir hâlde yaşıyor.
Evet, bütün filmin teması zaten bu. Her bir karakter aşkın arayışı içerisinde; ancak her birinin aşkı yaşayışı faklı. Nur’un aşk hâli İştar’a ya da Bab’Aziz’e benzemiyor.
Mevlana bu durumu şöyle açıklıyor: O sevgi bir gerçeklik gibidir. Gerçeklik Allah’ın eline düşmüş bir aynadır. Bin parçaya ayrılmıştır. Her bir insan onun bir küçük parçasına sahiptir. O küçük parçaların birine sahip olan herkes bütün gerçekliğe sahip olduğunu sanır. Aslında hepsi, o sevginin sadece ufacık bir parçasını alabilir. Ve bunu kendi duyumu, hâli nispetinde algılar.
 
Şiirsel bir anlatıma sahip olan filmleriniz sürekli olarak tekrarlanan bazı tasavvufî imgeler içeriyor. Örneğin, Bab’Aziz filminde şehzadenin görünce peşinden gittiği ‘ceylan’, güzelliği temsil ediyor. Peki filmin adeta ana karakterlerinden biri hâline gelen ‘çöl’ neyin mecazı?
Çöl hem en küçüğü hem de en büyüğü sembolize edebilir. Bir kum tanesi iken küçük, bütün olarak da en büyüktür. Çöl, makro ve mikro olanı içinde barındıran ‘kâinat’ gibidir. Aynı zamanda Arap dilini de temsil eder. Unutulmuş zamanı değil, duran zamanı; kayboluşu, arayışı… Çok fazla şeyi temsil ediyor aslında.
 
Filminizin “ruhun yücelmesi”ni esas alan epik anlatıma dayalı bir yapısı var. Bu tercihin nedeni ne? Epik anlatımla trajik anlatım arasında nasıl bir fark görüyorsunuz?
Trajedide dram oyunu vardır. Dramın kalbinde yatan şey ise ‘öldürmek’tir. Karakter sonunda muhakkak birini öldürür. Benim filmimde ‘öldürmek’ yok. Ölüm trajediye yol açmaktan ziyade, tabi olunan bir durum. Örneğin Bab’Aziz, ölümü “şeb-i arus” düşüncesiyle karşılıyor.
 
Sanat nedir sizin için? Tek bir cümleyle tanımlamanızı istesem…
İnsanlara ruhları olduğunu hatırlatmaktır.
 
Kaynak bulamadığınızdan dolayı son filminizi çekmek için 10 yıl beklemek zorunda kaldınız. Acaba İslam ülkelerinin Avrupa’daki Euroimages benzeri sinemayı destekleyen bir kurum oluşturması mümkün mü?
Trajik olan şu ki, İslam ülkeleri yöneticileri 19. yüzyılda yaşıyorlar; 20. yüzyıla dahi gelmiş hissetmiyorlar kendilerini. İnsanı geliştirenin ‘kültür’ olduğunun farkına varamadılar henüz. İnsana umut veren; onu oluşturan ve geliştiren ‘kültür’dür. Ancak onların sinema ve diğer sanat dallarıyla ya da sanatçılarla hiçbir alakaları yok. Bir kürenin içerisinde kendi aralarında politika yapmaya çalışıyorlar. Problemimiz şu ki; dünyanın en embesil yöneticilerine sahibiz. Petrolümüz var; ancak onunla ne yapacağımız bilmiyoruz.

Paylaş Tavsiye Et