Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2006) > Topluyorum > Nisan en zalimidir ayların!
Topluyorum
Nisan en zalimidir ayların!

 

Arkadaşlar, ilkbahar güneşinin insanın içini ısıttığı şu güzel günlerde maalesef yine sonbahar ve kışın kasvetli günlerine yakışan konular var önümüzde.
Demek ki, Elliot haklıymış Çorak Ülke’de “Nisan en zalimidir ayların” derken.
Ya da “Beni bu güzel havalar mahvetti” diyen Orhan Veli.
Keşke ben de güzel bir mısra ile karşılık verebilseydim. Ama önümdeki notlar buna müsait değil maalesef. Orta Doğu coğrafyası bir türlü durulmuyor. Irak işgali üçüncü yılını doldurdu; ama ülkeye bir anda dolan “özgürlük ve demokrasi”den zavallı Irak halkına yaşayacak yer kalmadı! Filistin seçimlerindeki karmaşa devam ediyor. Dergimiz okurlara ulaştığında İsrail seçimleri yapılmış olacak. Sonuç önceden tahmin ediliyorsa da, sonrası hakkında hiç kimsenin bir fikri yok. Öte yandan İran’ın nükleer enerji konusundaki ısrarı sürüyor. Amerika ve Avrupa’nın İran’ın bu ısrarı karşısında nasıl bir tutum sergileyecekleri netleşmiş değil henüz.
Her ne kadar İran’a yönelik muhtemel bir askerî harekat Bush, Cheney ve Rice tarafından zaman zaman dillendiriliyorsa da, bu konuda Amerikan karar vericilerinin kafasının net olduğunu da zannetmiyorum ben.
Nasıl olsun ki, Irak’ta ve kısmen Afganistan’da Amerika’nın prestiji yerle bir oldu. İran ise Afganistan ve Irak’la mukayese edilemeyecek kadar büyük ve güçlü bir ülke. Gözlemcilerin çoğu muhtemel bir müdahale esnasında Amerika’nın her şeyi eline yüzüne bulaştıracağını tahmin ediyor.
Bunu Amerikan karar vericileri de biliyor olmalı ki, Eylül 2002’de yayınlanan Ulusal Güvenlik Belgesi’ne nazaran 16 Mart’ta yayınladıkları UGB’de daha dikkatli ve mutedil bir dil kullanmaya özen göstermişler.
Bence dünya siyasetinde geçen ayın en önemli gelişmesi Amerikan Başkanı Bush’un Hindistan ziyareti idi. Büyük güçlerin rekabeti açısından bu konunun özellikle irdelenmesi gerek diye düşünüyorum.
Hükümetin genç çalışanlara ilişkin yaptığı bir düzenleme neticesinde yaşanan Fransa’daki öğrenci olaylarını da unutmamak lazım. Pek çok gözlemci bu olayları, 1968 öğrenci olayları ile mukayese edilebilecek kadar önemli ve büyük görüyor. Ayrıca “Sırp kasabı” lakabıyla tanınan Slobodan Miloseviç hapis tutulduğu hücresinde ölü bulundu. Ha bir de, şu ana kadar İspanya’da yaklaşık 800 kişinin ölümüne neden olan ayrılıkçı ETA örgütü “sürekli ateşkes” ilan etti.
Maşallah bu ay dersine iyi çalışmışsın. Ama zikrettiğin bu gelişmeleri burada ele alabilecek durumda değiliz maalesef. Zira bu ay iç politika da epey hareketliydi. Şemdinli olayları değişik bir boyutuyla siyasete damgasını vurdu. Öte taraftan Merkez Bankası atamalarında, hükümet, medya ve cumhurbaşkanı arasında emsali görülmemiş bir komedi/dram yaşanıyor.
Bunlara bir de Maliye Bakanı Unakıtan hakkında Meclis’te verilen gensoru önergesini, Sauna Çetesi operasyonunu, 3. Kolordu Komutanı Korgeneral Ethem Erdağı’nın ve Bursa İl Jandarma komutanı Albay Aydın Yeşil’in yargılanmalarını, Erbakan davasını ve Türk masonlarının hâl-i pür melalini ilave edebiliriz.
İşgalin üçüncü yılını doldurması münasebetiyle bu ay dosya konumuzu Irak olarak belirlemiştik. İsterseniz dosyamızla paralel olarak Irak ile başlayalım. Irak’ta gün geçtikçe işler içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Samarra’daki Askeriye Türbesi’ne düzenlenen bombalı saldırının ardından ülke iç savaşın eşiğine geldi. Bir süredir ılımlı bir siyaset benimseyen Şii Mukteda es-Sadr grubu tekrar harekete geçmiş görünüyor. Amerika’nın Bağdat Büyükelçisi Zalmay Halilzad Irak konusunda İran ile görüşebileceklerini söyledi; bir işbirliğine gidebileceklerini ima etti.
Halilzad’ın bu çağrısına İran lideri Hamaney “Amerika’ya Irak’ı öğretebiliriz; bizce bunun bir sakıncası yok” şeklinde olumlu bir yanıt verdi.
Ben ilk olarak şunu sormak istiyorum: İran ile Amerika, aralarındaki bütün gerginliğe rağmen, Irak’ta zaten şu ana kadar birlikte hareket etmiyor muydu? Aralarında zaten adı konmamış veya resmiyet kazanmamış bir uzlaşı yok muydu?
Aslında Irak’ı yakından takip edenler Irak özelinde İran ile Amerika arasındaki bu üstü kapalı uzlaşı halinin ya da işbirliğinin daha yeni yeni bozulmaya başladığını görebilirler. Halilzad bir süredir (geçen sonbahardan bu yana) belirgin bir şekilde Sünnileri kayıran bir politika izlemeye başladı. Bu da Şiilerde ciddi bir rahatsızlık doğurdu. Şiiler Halilzad’ı Irak gerçeklerini anlamamakla suçlar oldular. Ben şahsen Halilzad’ın bu çağrısının son zamanlarda artan Şii memnuniyetsizliğini kırma amaçlı olduğunu düşünüyorum.
İşin ilginç tarafı, Kürtlerde de bir Şii karşıtlığı başladı. Şiilerin seçimlerde elde ettikleri baskın pozisyonun yanı sıra İran’ın değişik yollarla Irak’a, özellikle de bakanlıklara sızdığı yönünde haberler yayılıyor Irak’ta. Bu da Kürtler arasında büyük endişeye sebep oluyor.
Daha önceki toplantılarımızda hatırlarsanız, şu anda Irak’ta üst düzeyde yöneticilik üstlenen pek çok Şiinin Saddam döneminde İran’da ikamet ettiğini, hatta bazılarının İran devletinde resmî görevlerde çalıştığını ifade etmiştik. Dolayısıyla İran ile Irak Şiileri arasında neredeyse ayniyet derecesinde bir yakınlaşma olması şaşılacak bir durum değil.
Cengiz Çandar’ın Irak Savaşı öncesinde kaleme aldığı bir yazıyı hatırlıyorum. Orada, Irak Savaşı’nın mimarlarından Paul Wolfowitz ile görüştüğünü ve ona Saddam’ın devrilmesinden sonra oluşacak demokratik bir Irak’ta Şii ağırlığı çok yüksek yeni bir siyasî yapı kurulacağını, bunun da herkesten çok Amerika’nın bir düşmanı olan İran’ın işine yarayacağını, bunu iyi hesap edip etmediklerini sorduğunu, ama Wolfowitz’ten tatmin edici bir cevap alamadığını yazmıştı. Yani Irak’ta böyle bir resmin ortaya çıkacağı önceden belliydi. Bu o kadar açıktı ki, Cengiz Çandar bile fark etmişti. Nasıl oluyor da herkesin gördüğü, bildiği bu gerçeği Amerika gibi büyük bir ülke göremiyor?
Haklısın, bu çok açıktı. Irak’ta Şiilerin oranı %60-65; Kürtlerinki %15-20 ve Sünnî Araplarınki %15-20. Ortada böyle bir etnik-sekter dağılım söz konusu iken, demokratik bir Irak’ın ağırlıklı olarak Şii kontrolünde olacağını öngörmek için kahin olmaya gerek yok; ilkokul seviyesinde bir matematik bilgisi yeterli. Nitekim tüm bunlar Amerikan akademi ve strateji çevrelerinde yazıldı, çizildi. Ama biliyorsunuz, her siyasî irade kendine yakın bilim adamlarını dinler. Burada da aslında aynı şey söz konusu. Amerikan yönetimine yakın uzmanlar Saddam sonrası Irak’ta Amerikan yanlısı ılımlı Şii liderlerin iş başına geleceğine siyasî iradeyi inandırmış görünüyor. Amerikan yönetiminin Ahmed Çelebi gibi ılımlı Şii siyasîlere ve Abdülmecit el-Huey gibi ılımlı Şii dinî liderlere çok güvendiği anlaşılıyor. Biliyorsunuz Abdülmecit el-Huey Saddam zamanında uzun yıllar İngiltere’de kalmış, Batı yanlısı bir tutum sergileyen, küreselleşme taraftarı ‘ılımlı’ bir din adamıydı. Irak’a döner dönmez ise Mukteda es-Sadr’ın adamları tarafından öldürüldü. Amerika’nın hesap edemediği şey, radikal Şiilerin Irak’ta bu kadar etkili olabileceğiydi. Irak’ın Şiileri adlı kitabın yazarı Yitzhak Nakash’ın aylar önce Foreign Affairs’te yazdığı bir makale var. Nakash’a göre Amerika Saddam’ı devirdikten sonra Irak’ta demokrasiyi tesis edecek. Demokratik bir sistemde de Şiiler iktidara gelecek. Kendilerine bu imkanı Amerika sağladığı için iktidardaki Şiiler Amerika ile dost kalacaklar. İşte yaklaşım buydu. Tıpkı İngilizlerin İstanbul’da kendilerine yakın bir halifelik kurumu tesis etmeye çalışmaları gibi Amerika da Irak’ta kendine yakın bir Şii otorite tesis etmeye çalışıyordu. Hatta Necef-Kum ayrımından da faydalanarak, bu şekilde İran’ı da çevrelemeyi düşündü Amerika.
Ama hesap tutmadı. Irak’ı götürüp İran’ın eline bıraktılar.
Evet, aynen öyle oldu. Son zamanlarda ise Amerika, Irak’taki radikal yapıyı kırabilmek için İran’ı dönüştürme gayreti içerisine girmiş görünüyor. Eğer Rice’ı ya da diğer Amerikalı yetkilileri dinlerseniz, bunun ipuçlarını görebilirsiniz. Yani Irak’tan İran’ı çevrelemeyi düşünürken, şimdi İran’dan Irak’ı çevreleme peşinde gibiler. Ama bu hesabın da tutmayacağı belli. Amerika’nın bölgeyi ve bölgesel dinamikleri iyi anladığı kanaatinde değilim ben.
Bu dediklerin doğru olabilir. Tüm Irak Savaşı, öncesinde ve sonrasında yaşananlar, Amerika’nın yaptığı bir hesap hatası ile açıklanabilir belki. Ama ben Amerika gibi büyük bir siyasî yapının, bu derece önemli bir konuda, böyle basit bir hesap hatası yapabileceğine inanamıyorum doğrusu. Amerikan dış politikası el yordamıyla, iş başına gelenin şahsî tercihleriyle şekillenmez, şekillenemez. Onlarca think-tank bölgenin coğrafyasını, kültürünü, demografisini, siyaset ve ekonomisini, tarihini didik didik inceliyor. Her biri bu çalışmalarına milyonlarca dolar ayırmış. Liderlerin karakter tahlillerine varana kadar insan haritaları çıkarılmış. Üstelik bu çalışmalar Bush’un iktidarı ile başlamış da değil; 1990’ların başından itibaren sürdürülüyor. Hal böyleyken, Amerikan yönetiminin Irak’ta dindar/radikal Şiilerin etkisinin boyutunu hesap edemediğini düşünmek bence pek makûl değil.
İsrail’e yakın bazı stratejistlerin her şeyi önceden gördüğünü, ancak zaten bütün amaçlarının özelde Irak’ı, genelde de bölgeyi istikrarsızlığa götürmek olduğunu düşünebiliriz. Çünkü Irak, -daha önce de bunu konuştuğumuzu hatırlıyorum- insan unsuru ve yeraltı kaynaklarını aynı anda barındıran, kendi başına bırakıldığında bölgesel bir güç olması muhtemel bir ülke. Ayrıca istikrara kavuşmuş bir Orta Doğu coğrafyasında İsrail çıbanbaşı olarak görülmeye devam edecekti. İsrail olmasa tüm coğrafyanın barış ve huzura kavuşacağı düşünceleri zihinlerde yer edebilirdi; ki bu da uzun vadede İsrail’in varlığı için ciddi bir tehdit oluşturacaktı. Halbuki kaotik bir bölge içerisinde İsrail’in sebep olduğu karmaşa kimsenin dikkatini çekmez, tüm istikrarsızlık bölgenin kendine has dinamiklerine hamledilirdi. Dolayısıyla ben en azından bazı stratejistlerin Irak’ın demokratikleştirilmesini falan düşündüklerini zannetmiyorum. Tüm amaçları Pandora’nın kutusunu açmaktı, sonrası zaten kendi kendini besleyen bir süreç olacaktı.
Sen kendin de söyledin; bunu sadece bazı stratejistler hesaplamış olabilir. Zira tüm Amerika’yı İsrail’e yakın stratejistlerin yönettiğini düşünmek yanlış olur. Dolayısıyla bazıları senin söylediğin şekilde kaos ve istikrarsızlık peşinde olsa bile, bunun Amerikan dış politikasının arkasındaki hâkim bakış açısı olduğunu varsaymak makûl değil. Çünkü böyle bir gaye İsrail için ne kadar hayati olursa olsun, Amerika’nın küresel prestiji ve menfaatleri açısından göze alamayacağı riskler taşıyor. Bence Amerika böyle bir riskle hareket etmez.
Senin kafanda başka bir neden var galiba. Fazla uzatma da söyle bakalım, aklından neler geçiyor yine?
Doğrusu yine komplocu olmakla suçlanmaktan çekiniyorum. Ama bunu sizlerle paylaşmadan da duramayacağım. Ben Amerika’nın bu harekatı çok daha büyük ve uzun vadeli bir hedef doğrultusunda gerçekleştirdiği kanaatindeyim. Bu hedef de, kabaca söylemek gerekirse, Sünni Müslümanlar ile Şii Müslümanları birbirine düşürmek ve tüm İslam dünyasını içinden çıkamayacakları bir kaosa sürüklemek. Yani tüm İslam dünyasına teşmil edilmiş yeni bir “dual containment” politikası. Şiiler ile Sünnilerin geçmişi pek parlak değil. Aralarında tarihten gelen bir husumet zaten var. Uzunca bir süredir Şiiler ile Sünniler arasında çatışma yaşanmamasının tek nedeni ise Şiilerin nispî zayıflığı. İran Şii olmakla birlikte etnik köken itibariyle Arap olmadığı için bölgedeki etkinliği sınırlı kaldı. Ancak zengin yeraltı kaynaklarına sahip bir Irak’ın Şii kontrolü altına girmesi tüm Orta Doğu’daki Şiileri bugüne değin hiç olmadığı kadar güçlü kılacaktır. Başka bir deyişle Şiiler Sünnîlerle çatışmaya girebilecek kadar güçlenecekler, küçük bir kıvılcımla da birbirlerine girecekler. Özellikle demografik açıdan hızla gelişen İslam dünyası da böylece küresel düzeyde sınırlandırılmış, engellenmiş olacak. Bence Irak işgali Şiilerin elini güçlendirmeye yönelik bir adımdı.
Böyle bir komplonun kurulmuş olması mümkün. Ancak bu denli uzun vadeye yayılmış bir projenin kolay kolay kontrol edilemeyeceğini de bilmek lazım. Kaldı ki, Irak harekatını tek bir nedenle açıklamak durumunda da değiliz. Amerikan dış politikası da tek bir ekip tarafından yönetilmiyor, bunu da biliyoruz. Her bir ekibin kendi gündemi var. Kimi İsrail’i önceliyor, kimi enerji nakil hatlarının güvenliğini, kimi küresel hegemonyayı, kimi vicdanını, kimi de cüzdanını. Tüm bunlara bir de, kabul etmesi ne kadar zor olursa olsun, hesap hatasını ilave ederseniz işte ortaya Irak savaşı çıkıyor. Ayrıca Irak istikrara ve demokrasiye kavuşturulamasa bile, bu süreç büsbütün Amerika’nın aleyhine de sonuçlanmış olmaz. Öyle ya da böyle, Afganistan’la birlikte düşündüğümüzde, Amerika askerî bakımdan, enerji kaynaklarının, önemli jeostratejik ve jeoekonomik geçiş koridorlarının bulunduğu bir bölgeye yerleşmiş durumda. Irak’tan çekilse bile orada, yanılmıyorsam, beş ayrı üs bırakarak çekilecek. Özellikle Soğuk Savaş sonrası küresel jeopolitiği göz önüne alırsanız, bunun Amerika açısından hiç de küçümsenecek bir kazanım olmadığını görürsünüz. Nitekim eğer 11 Eylül ve ardından da Afganistan ve Irak işgalleri olmasaydı, Amerika askerî açıdan kısa süre içerisinde Avrasya ana kıtasının dışında kalacaktı. Avrupa ve Japonya artık Amerika’nın Avrasya’daki mevcudiyetinin bahanesi olamazdı. Avrasya demek dünya demektir. Zaten jeopolitikte “Dünya Kıtası” olarak geçer. Eğer Amerika küresel üstünlüğünü sürdürmek istiyorsa, Avrasya’da bir yer tutması gerekiyordu. Ve bugün geldiğimiz noktada Amerika’nın bu coğrafyada epeyce etkin bir yeri var.
Madem büyük güçler düzlemine geçmiş bulunuyoruz, öyleyse Bush’un Hindistan ziyaretine değinelim biraz. Son zamanlarda Amerika ile Hindistan arasında ciddi bir yakınlaşma söz konusu. Daha birkaç ay önce Hindistan Başbakanı Manmohan Singh eşi ile birlikte Washington’u ziyaret etti ve Beyaz Saray’da daha önce, Tayyip Erdoğan dahil, hiçbir lidere gösterilmeyen bir ihtiramla karşılandı. Bush’un Hindistan ziyareti esnasında çok önemli bir nükleer enerji işbirliği anlaşması yapıldı. Tüm bunlar ne anlama geliyor?
Demin kaldığım yerden devam edeyim öyleyse. Dünyada büyük bir sistemik dönüşüm yaşanıyor. Sovyetler Birliği dağıldı, ama onun bakiyesi olan Rusya hâlâ büyük oynamak istiyor. Çin hızla büyüyor; bugün dünyanın üçüncü büyük ekonomisi durumunda. Avrupa bir yandan iç bütünlüğünü kurma peşinde koşarken, diğer yandan küresel bir aktör olmanın yollarını arıyor. Dünyanın ikinci büyük ekonomisi Japonya küresel anlamda olmasa da, bölgesel anlamda etkin olmaya çalışıyor. Özellikle enformasyon teknolojisi konusunda büyük gelişme sağlayan ve dünyanın ikinci kalabalık ülkesi olan Hindistan büyük güçler liginde yer almayı hedefliyor. Öte yandan dünyada kullanılabilir enerji miktarı hızla tükeniyor. Enerji kaynakları ve enerji nakil hatları bakımından son derece hassas bir konuma sahip Orta Asya, Kafkasya ve Orta Doğu coğrafyası bu saydığımız büyük güçlerin hiçbirinin doğrudan kontrolü altında değil. Bununla birlikte bütün büyük güçler bu coğrafyada aktif olarak yer almak istiyor. Bu bağlamda büyük güçler düzleminde yavaş yavaş bir bloklaşma yaşandığı söylenebilir. Bir tarafta Amerika bulunurken, diğer tarafta Çin yer alıyor. Bu anlamda Amerika ile Çin arasında bir soğuk barışın yaşandığını düşünüyorum ben. Rusya ise Amerika’nın Avrasya’daki emellerine karşı Çin’le yakınlaşma içinde. Nitekim Bush’un Hindistan ziyaretine nispet Putin de Çin’i ziyaret etti ve Çin ile Rusya arasında çok önemli bir doğal gaz anlaşması imzalandı. Öte taraftan daha geçenlerde Pentagon, Amerika’nın Irak’ı işgali öncesinde Rusya’nın Saddam’a Amerika ile ilgili gizli planları aktardığını ve bunun Irak’ta ele geçirilen belgelerde yer aldığını açıkladı. Bir de Rusya’nın İKÖ’ye üye olma arzusunu ve nükleer enerji konusunda İran’a destek çıkışını göz önünde tutarsanız, Moskova’nın ne kadar büyük oynamaya çalıştığını görürsünüz.
Büyük oynayan Rusya; ama sen Amerika’nın karşısına Çin’i koydun. Burada bir tutarsızlık yok mu?
Hayır, yok. Çünkü büyük oynamayı istemek, bunu becermek anlamına gelmiyor. Bu, uluslararası ilişkilerde Realizm’in babası olan Hans Morgenthau’nun en temel prensiplerinden biri. Güçlü olmakla, güçlü olmayı istemek birbirinden çok farklı şeyler. Rusya nispeten güçlü bir ülke, ama süper güç değil artık. Ekonomik ve sosyal açıdan çok ciddi problemleri var. Hatta Solijenitsin geçenlerde Rus yönetimine hayal kurmayı ve büyük oynamayı bırakmaları, aksi halde bunun düşüşü daha da hızlandıracağı yönünde uyarıda bulunmuştu. Rusya büyük oynamak istiyor, ama buna takati yok. Amerika da bunu biliyor. Öte yandan Çin yükselen bir güç ve bugün olmasa bile ileride büyük oynayabilecek bir kapasiteye sahip olacak. Dolayısıyla Amerika kendini Rusya’ya değil de Çin’e göre konumlandırıyor.
Bu resme baktığımızda el-Kaide, Afganistan, Irak ve hatta İran fasa fiso kalıyor. Zaten Amerika’nın askerî bütçesini birkaç teröristle ya da birkaç bin gerillayla baş etmek için 440 milyar dolara -ki bu, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu, askerî harcama açısından kendisinden sonraki yirmi ülkenin askerî bütçelerinin toplamına eşittir- çıkardığına ancak bazı “aklıevvel” gazeteciler inanır.
Çok haklısın. Irak ve Afganistan savaşları Irak ve Afganistan’dan ibaret değil şüphesiz. Arkasında çok daha derin ve uzun vadeli plan ve projeler yatıyor. İşte Bush’un Hindistan ziyareti bu noktada anlamlı oluyor. Hindistan Amerika’nın geleneksel müttefiki değil. Nitekim Soğuk Savaş boyunca Hindistan Bağlantısızlar Hareketi’nin öncülüğünü üstlenmişti. Soğuk Savaş sonrası dönemde, özellikle de 11 Eylül’den sonra, Hindistan, Rusya ve Çin arasında bir yakınlaşma ihtimali belirdi. Böyle bir yakınlaşma eğer daha sıkı bir bloğa dönüşseydi, bu, dünyanın Amerika için son derece daralması anlamına gelecekti. Daha yolun başındayken Amerika işleri kontrol altında tutmak istiyor ve Hindistan’ı olası bir Çin ve Rusya ittifakının dışında, hatta bunlara karşı kendi yanında tutmak istiyor. Bence uluslararası ilişkilerdeki gelişmeleri en dışta sistemik dönüşüm ve büyük güçler rekabeti olmak üzere, iç içe geçen ve daralan halkalar şeklinde analiz etmek her zaman iyi olur. Irak en iç halka olabilir; ama bunu bölgesel ve küresel halkalar bağlamında da anlamlandırmak gerekir.
Kalan zamanımızda da iç politikadaki gelişmeleri ele alalım isterseniz. Bu ay Şemdinli olayları dolayısıyla Van savcısının hazırladığı iddianame ile Merkez Bankası atamaları gündemi epeyce meşgul etti.
Şemdinli olayları ve iddianame benim anladığım kadarıyla devlet içindeki bazı farklı gruplar arasında yaşanan çekişmenin dışavurumu gibiydi. Yani bu derin bir mesele; bir girdik mi bir daha çıkamayız oradan. Hem derginin ilerleyen sayfalarında konuyla ilgili daha bilgilendirici yazılar var. Bence burada Merkez Bankası atamalarına bir göz atalım, ki bu atamalara Anlayış dergisinin adı da karıştı bildiğiniz gibi.
Bu konunun üç tarafı var: Cumhurbaşkanı, medya ve hükümet. Cumhurbaşkanı hükümetin uygun gördüğü isimleri onaylamadı. Ya tiplerini beğenmedi, ya meşreplerini… Bilemiyorum; bu onun bileceği bir iş. Zaten onaylamama yetkisi var. İşte problem de burada bence. Cumhurbaşkanlığı Türkiye’de sorumsuz bir kurum. Yani cumhurbaşkanı, yaptığı hiçbir tasarruftan dolayı sorumlu tutulamaz. Bununla birlikte yine Türkiye’de cumhurbaşkanı son derece yetkili bir kişi. Yeri geldiğinde koalisyon ortağı, yeri geldiğinde muhalefet partisi, yeri geldiğinde de tüm bunların üzerinde bir başkan gibi davranabiliyor. Nitekim Sezer şu ana kadar AK Parti hükümetinin tam 432 kararını veto etmiş. Bakın arkadaşlar, yetki ile sorumluluk arasındaki hassas denge her türlü siyasî yapının temelini oluşturur. Bu demokrasilerde de böyledir, monarşilerde de... Her bir yönetici, attığı adımın sonuçlarına katlanmak durumundadır. Padişah bile attığı her adımdan birinci derecede sorumluydu. Yanlış yaptığı zaman bunu bazen canıyla ödüyordu, bazen de mülkünden oluyordu. Hiçbir padişahın, emekliliği geldiğinde memleketine gidip bir kır evinde tatil yapma, yaptığı yanlışları hatırlayarak, keşke şöyle yapsaydım diye hayıflanma lüksü yoktu. Demokrasilerde ise yetkinin mantığı halka karşı sorumlu olmakta yatar. Başka bir deyişle, yetkinin yegâne kaynağı sorumluluktur. Bizim sistemimizde ise halka karşı sorumlu olan sadece hükümet ve milletvekilleridir. Halk yaptıklarından ya da yapmadıklarından dolayı hükümetleri sıygaya çeker; bazen cezalandırır, bazen ödüllendirir. Ancak bugünkü şekliyle halkın değerlendirdiği, hükümetin icraatları kadar cumhurbaşkanının tasarruflarıdır. Diğer bir deyişle, hükümet başka bir erkin tasarrufunun hesabını vermek zorunda kalıyor. Şimdi siz bu sisteme demokrasi diyebilir misiniz?
Peki medyanın tutumu nasıldı?
Medya bildiğimiz gibiydi. Her zamanki süflî, sathî, sorumsuz tavrı üzerindeydi yine. Bizi şaşırtmadı yani; kıyafeti liyakate tercih etti. Medeniyeti slip don giymeye indirgeyen bir zihniyetten ne beklenebilirdi ki zaten? Atamalar konusunda adı geçen hiçbir ismi aldıkları eğitimin kalitesi, iktisat konusundaki bilgileri ya da vatana sadakatleri açısından eleştiremediler.
Zaten buna ne bilgileri yeterdi, ne de ufukları.
Bununla birlikte Merkez Bankası gibi, merkezin önemli bir kurumuna halkın içinden çıkıp gelmiş, ‘köylü’ bir Türk vatandaşını da layık görmediler. Zira merkez medyaya göre başı kapatmak ancak köylülere yakışır. ‘Köylü’ milletin efendisi olabilir, ama köyde kaldığı sürece. Başı örtülülerin çocuklarının ya da eşlerinin bu vatan uğruna canlarını feda etmelerine, hatta bunu seve seve yapmalarına göz yumulabilir. Ne var ki, herkesin haddini bilmesi gerekir. Bu topraklar uğruna ölmek, ölümü göze almak kimseyi bu ülkenin sahibi kılmaz. Dolayısıyla Merkez Bankası gibi merkezî bir kurumda böyle bir vatan evladına yer yoktur. Bu başlarına bela olur. “Önce vatan” diyen biri çarklarına çomak sokarsa maazallah, ne yaparlar o zaman. Gitti milyonlar, milyarlar…
Bence bu bir başörtüsü meselesi değil. Başörtüsü, işin altında yatan sınıfsal çatışmayı örten bir araç. Bir tarafta, birkaç nesildir devlet denen devasa aygıtın idaresini yürüten ve nimetlerini devşiren bir sınıf var, ki bildiğiniz gibi biz uzun süredir bu sınıfı ‘merkez’ diye niteliyoruz. Diğer tarafta ise, eğitim ve birikim noktasında devlet aygıtını idare etme liyakatine erişmiş, dolayısıyla da bu işe talip olmuş, ancak şu ana kadar hep horlanmış ve dışlanmış bir ‘köylü’ sınıfı var, ki bizim terminolojimizde bu sınıfı da ‘çevre’nin temsilcileri teşkil ediyor. Çevre devlet yönetimine talip, ama merkez şu ana kadar tek başına sahip olduğu bu rolü çevre ile paylaşmak istemiyor. Yani elit içi dolaşımdaki tıkanma Türkiye’nin önünü kapatan yüksek bir gerilime neden oluyor.
Kaldı ki, çevrenin mümessilleri artık pek çok konuda, özellikle de liyakat ve vatana sadakat noktasında merkezî seçkinleri artık çok geride bırakmış. Buna rağmen merkez yobazca bir tutumla “devlet benim, kimseye kaptırmam” teranesine sarılıyor. Merkezi bir kanser gibi saran liyakatsizlik, atalet ve hıyanet yarın devleti hepimizin başına çökertecek; ama bundan haberleri yok.
Tam bir aristokratik yapı.
Keşke aristokratik olsa. Eflatun’un rejimler tasnifine bakarsan, bu olsa olsa aristokrasinin dejenere olmuş hali, oligarşidir.
Anlayış’ı konu alan haberler de yapıldı medyada. Hatta Cumhuriyet gazetesi ve ardından da Milliyet gazetesi, Topluyorumlarımızın yer aldığı Sistemle Yüzleşme adlı kitaptan gelişigüzel ve bağlamından kopararak yaptıkları alıntılarla, bir zamanlar bizim de yazarımız olan MB Banka Meclisi Üyesi Dr. İbrahim Turhan hakkında olumsuz bir propaganda yapmaya kalktı. Yerimiz olsaydı da onların yaptıkları alıntılarla, bizim gerçekte konuştuklarımızı yan yana koyabilseydik keşke bu ay. Mesela, bir Topluyorum’da İran ile Avrupa arasındaki yakın dostluk ilişkilerini konuşmuşuz. İran rejiminin Amerika’ya “Büyük Şeytan”, Sovyetler Birliği’ne de “Küçük Şeytan” derken hiçbir zaman Avrupa’ya “Ortanca Şeytan” demediğini, bunun da İran rejiminin pragmatizminin yanı sıra, Avrupa ile olan geleneksel yakın dostluk ilişkisini yansıttığını söylemişiz. Ama Cumhuriyet ve Milliyet gazeteleri, tırnakları da atarak ifadeleri öyle bir sıralamış ki, ortaya İbrahim Turhan’ın Avrupa’ya “ortanca şeytan” dediği şeklinde saçma bir anlam çıkmış. Kaldı ki, bu ifadeler Turhan’a değil de bu masa etrafındaki herhangi birine de ait olabilir.
Doğrusu Milliyet’te o alıntıları okuyunca, medyanın haberleri nasıl çarpıtabildiğini daha iyi anladım. Allah kimseyi medyanın diline düşürmesin.
Burada hükümetin sergilediği tavrı göz ardı etmemeliyiz. Kriz yönetimi konusunda hükümet yine sınıfta kaldı bence.
Keşke vaktimiz olsaydı da, senden bunu biraz daha açmanı rica edebilseydim. Önümüzdeki ay devam ederiz inşallah.

Paylaş Tavsiye Et