Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2006) > Söyleşiyorum > HEBA RAUF İZZET: “Feminizm tarihin sonu değil, sekülerleşmede bir aşama”
Söyleşiyorum
HEBA RAUF İZZET: “Feminizm tarihin sonu değil, sekülerleşmede bir aşama”
Konuşan: Nazife ŞİŞMAN
Mısır’daki modernleşme tecrübesi, ilginç bir serencama sahip. Sömürgecilik sonrası dönemde özellikle dinin kamusal tezahürünün ve kadının özgürleşmesinin, Türkiye’yle karşılaştırıldığında farklı bir seyir izlemiş olduğunu görüyoruz. İslam dünyasının bugününü anlamak ve geleceğini inşa etmek açısından tek tek ülkelerin modernleşme tarihlerine vâkıf olmak, tecrübeleri paylaşmak oldukça önemli. Oysa Türkiye’de ve tüm dünyada tanınan Arap dünyasının kadınları, genellikle modernist-feminist çizgiye sahip. Heba Rauf, bu açıdan farklı bir örnek. Hem kadın haklarını savunuyor, hem de feminizmi eleştiriyor. Hem İslam’ın kamusal ifadesinden yana, hem de bunun insan haklarını kısıtlayıcı bir hale dönüştürülmesine karşı. Mensubiyetlerin ve kimliklerin iç içe geçtiği post-modern dönemde, en zor meselenin denge kurmak olduğunun farkında.
Heba Rauf İzzet, Kahire Üniversitesi Siyasal Bilgiler Bölümü’nde siyaset teorisi öğretiyor. Aynı üniversitenin Siyasal Araştırmalar Bölümü Sivil Toplum Programı’nın koordinatörlerinden ve Global Civil Society Yearbook editörlerinden. Pek çok uluslararası çalışmada önemli görevler üstleniyor. İslam21.net sitesinin İngilizce bölümünde İslam, siyaset ve güncel meseleler konusunda danışmanlık yapıyor.
İnsan hakları, dinler arası diyalog, modernite eleştirisi, epistemoloji, sosyal teori ve İslam’ın toplumsal mantığı gibi konular en çok ilgilendiği alanlar. İslam’a göre Kadın ve Siyaset, doktora tezinin kitaplaşmış hali. Türk okuyucusunun yakından tanıdığı feminist yazar Neval el-Sadavi ile ortak bir kitap kaleme almış. Aynı konuya farklı açılardan yaklaşan iki yazarı, bir kitapta bir araya getirmiş yayıncı: Kadın, Din ve Ahlak. Avrupa dillerinde pek çok makalesi yayınlanmış olmasına rağmen kitapları Arapça.
9-13 Kasım tarihleri arasında düzenlenen Doğu Konferansı münasebetiyle İstanbul’a gelen Heba Rauf ile siyaset, strateji, kadın, modernlik, İslam dünyası gibi geniş bir alana yayılan konularda sohbet ettik.
 
Türkiye’de bir konferansa katıldınız: Doğu Konferansı. “Tarihin Sonu” ve “Medeniyetler Çatışması” söylemlerinin siyasal jargona hâkim olduğu bir dönemde ‘Doğu’yu vurgulamak nasıl bir stratejiye tekabül ediyor?
Liberalizmin zaferi ve medeniyetler çatışması iddiası aslında temelden bir çelişkiyi bünyesinde barındırıyor. Çünkü liberalizmin zaferi söz konusu ise eğer, neden medeniyetler kendi özgünlüklerini vurgulamakta ve bunda ısrar etmekteler?
Bu aslında şu anlama geliyor: Zafer sadece Batı tarafından ilan edilmiştir ve Batı’nın kendi içindeki “alternatif globalleşme” bir yana, diğer kültürler ve toplumlar tarafından da kabul edilmemektedir. Bu bağlamda alternatif çözümler arayanlar ile küresel düzeyde bağlantılar kurmak önem kazanıyor. Fakat bunu yapmak için öncelikle kendi cephemizi güçlendirmeli, kendi potansiyel ve yapabileceklerimizin farkına varmalıyız. Yani dışlayıcı olmayan birtakım birlikler, bloklar inşa etmeliyiz. Fakat aynı zamanda bu potansiyel ve yapabilirliklerin hareketliliğine imkan sağlayacak yollar, kanallar olmalı.
Arap dünyası, Türk dünyası ve İran ile uzun bir ortak geçmişi paylaşıyor. Pek çok ortak nokta, paylaşılan değer ve bakış açısı tespit etmek zor değil. Kur’an’ın dili olması ve Farsça ve Osmanlıcanın alfabesi olması hasebiyle Arapça, Arap olmayan ülkeler için de yabancı değil. Bu birliğin sadece siyasal ve diplomatik alanda değil, bilakis kültürel ve sivil düzeyde de güçlendirilmesinin zamanıdır diye düşünüyorum. Ben Doğu Konferansı’nın arka planındaki mantığı böyle görüyorum.
 
Eğer bir medeniyet perspektifinden bakılacak olursa, bugün İslam dünyasını tehdit eden en önemli mesele nedir? Ekonomik ya da siyasal meydan okuma mı daha yıkıcı, yoksa kültürel ve dinî meydan okuma mı? İslam dünyasının varlığını tehlikeye atma anlamında hangisi daha öncelikli sizce?
Söylediğiniz bu alanların hepsinde bir meydan okumayla karşı karşıyayız. Bu da bizim birbiriyle paralel seyretmesi gereken farklı ıslah ve ilerleme stratejileri ortaya koymamızı zorunlu kılıyor. Siyasal düzey hep en fazla zikredilen ve vurgulanan alan. Bence sosyo-kültürel düzeydir her türlü değişimin merkezinde yer alan. Bu minvalde Doğu Konferansı da sosyo-kültürel iletişim ve etkileşimi önceleyen sivil bir forum. Doğu’nun demokratik ilerlemesi ve ekonomik işbirliği için sosyo-kültürel boyutu elzem gören bir yaklaşıma sahibiz.
 
Konferansın birkaç oturumunu ben de izleme fırsatı buldum. İrtibata geçtiğim hemen herkes, İslam dünyasından gelen insanların birbirlerinin dünyasına doğrudan temas edemeyişinden şikayet ediyordu. Bunun en bariz hissedildiği alan dil ve edebiyattı. Bakın bu söyleşiyi İngilizce yapıyoruz. Siz Türkçe bilmiyorsunuz, bense meramımı anlatacak kadar Arapça. Üstüne üstlük Türkçe ya da Arapça bir kitap, Avrupa dillerinden birine tercüme edilmediği sürece karşılıklı olarak gündemimize girmiyor. Ne zaman ki bir kitap, mesela İngilizce’ye çevriliyor, ardından Türkçe ya da Arapça’ya tercüme edilmeye değer bulunuyor. Bu durum, bu bölge halkının iletişiminde ciddi bir engel. Bu engeli nasıl bir stratejiyle aşabiliriz?
Öncelikle kendi özel deneyimimden bahsedeyim. Atölye çalışmalarında oturup mütercimlerin Arapça, Farsça ve Türkçe dilleri arasında tercüme yaptıklarını duyduğumda, İngilizce, Almanca ve Fransızca bilen biri olarak birkaç kelime Türkçe, ondan daha az da Farsça bildiğim için kendimden utandım. Bu dil engelini nasıl aşabiliriz? Öncelikle karşılıklı olarak ülkelerimizde Doğu dillerinin öğrenilmesini teşvik etmekle işe başlayabiliriz. Konferans, karşılıklı dillere tercüme konusunda yayıncılar arasında birtakım girişimlere de zemin teşkil etti sanıyorum. Türk, Arap ve İranlı yayıncılar birbirleriyle doğrudan iletişime geçerek, kültürün aktarılması için kanallar açabilirler ve bu iyi bir başlangıç olur.
 
Sizce Türkiye İslam dünyasında nasıl bir konuma sahip? Bilindiği gibi Türkiye laik bir ülke, halkı ise Müslüman. Üstelik Avrupa Birliği’ne girmeye çalışıyor. Türkiye’nin temel bakışının Batı’ya yönelik olduğu bir dönemde, Türkiye, Doğu’dan nasıl görünüyor?
Türkiye’nin bu durumunun ciddi bir çelişki teşkil ettiğini düşünmüyorum. Türkiye iki dünya arasında yer alıyor ve onun tarihini şekillendiren bir husus bu. Çünkü bu ülke hem iki kıta arasında, hem de iki medeniyet arasında bir kapı. Türkiye sevinmemiz ve kutlamamız gereken pek çok özelliği bünyesinde barındırıyor. Fakat İslamî kimliği olmaksızın Türkiye, sadece Doğu’ya değil, kendi tarihine ve kimliğine de sırt çevirmiş olacaktır.
Bir sarmal gibi iç içe geçmiş kimliklerin ve birbiri üzerine yığılan mensubiyetlerin söz konusu olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Yüz yüze olduğumuz mesele şu: Bunlar arasında nasıl bir denge kuracağız? Bu öyle bir denge ki, bir taraftan kimliğimizi oluşturan bir tek unsurdan bile vazgeçmek istemiyoruz. Diğer taraftan başka unsurlar hızla değişirken o bir tek unsuru sabit tutmamız mümkün değil.
Türkiye’nin laik bir devlet ve Müslüman bir toplum olarak Doğu ile Batı arasındaki büyük fay hatları üzerinde bir köprü olabileceğini düşünüyorum. Asıl mesele bunun nasıl gerçekleştirileceği. Zira Türkiye’nin görmezden gelemeyeceği ve kaçınması mümkün olmayan bir coğrafî ve stratejik konumu var. Türkiye’nin kaderi de, şansı da bu.
 
Türk kadınlarının Mısır’dan nasıl göründüğü de merak ettiğim hususlar arasında. Mısırlı bir kadının gözünde bir Türk kadını nasıl bir imaja sahip?
Pek çok Türk arkadaşım var. Bazılarıyla Avrupa’da tanıştık, bazılarıyla Mısır’da öğrenim gördükleri esnada. İki yıl önce Doğu Konferansı ile birlikte Kahire’yi ziyaret eden bir grupla da tanışma fırsatı bulmuştum. Ben, tek bir Türk kadını imajının varolduğunu düşünmüyorum. Eğlence dünyasının sunduğu imaj başka, Türkiye’deki İslamî eğilimli kişilerle irtibat kuranların gözündeki imaj başka. Yani bir tek imaj yok.
Bu seferki ziyaretimin kazanımlarından biri, Türkiye’deki başörtüsü meselesiyle, pek çok genç kadının eğitim hayatından dışlanmasına neden olan yasakla kendi zemininde bir temas kurma imkanı bulmam oldu. Bu çok üzücü ve kötü bir durum. Daha demokratik bir Türkiye’nin, dinin kamusal alanda ifadesine daha fazla imkan sağlayarak bu sorunun üstesinden gelebileceğine inanıyorum. Çünkü demokratikleşme ve dinin kamusal ifadesi, Türkiye’deki modernleşme tarihinin göz ardı edilmesi olarak ya da bu tarihe bir ihanet şeklinde görülmediğinde, pek çok sorun kendiliğinden çözülecektir.
 
Dinin kamusal ifadesinin Cumhuriyet tarihine ihanet olarak algılanmasının olumsuz etkisini en fazla kadınlar yaşadı. Cumhuriyet döneminde (modernleşmenin önceki dönemlerinin aksine) İslam, kadın haklarını engelleyen bir unsur olarak görülegeldi. Bu sebeple seküler kadınlar, kadınların hayatındaki olumlu gelişmeler için hep laik rejime şükran duygusu içinde oldular. Bu yüzden de kadın hakları ile İslam’ın bir terkipte bir araya getirilmesi pek mümkün görülmedi. Bir kadın ya kadın hakları savunucusu olabilirdi ya da dindar. Gerçi bu anlayış son dönemlerde değişmeye başladı, ama genel kabul hâlâ bu minvalde. Halbuki Mısır’da bir kadının kendisini hem dindar, hem de kadın hakları savunucusu olarak ilan etmesi şaşılacak bir durum değil. Bu farklı anlayışın arka planındaki toplumsal ve hukukî dinamik ne sizce?
Türkiye’dekinin aksine Mısır’da kadınların özgürleştirilmesi söyleminde, İslamî kavramlar merkezî bir konumdaydı. Türkiye’deki gibi İslam ve kadın hakları şeklinde bir kutuplaşma söz konusu değildi. Modernleşme güçlerinden pek çoğu, İslamî bir retorik kullanıyordu ve İslamî kimlik üzerine vurgu yapıyordu. Bu sebeple tarihsel gelişmeler bugüne kadar hep farklı bir seyir izledi.
 
Bu farklılık en bariz tezahürünü Türk ve Mısırlı kadınların kamusal alan tecrübesinde hissettiriyor. Türkiye’de kendilerini dindar olarak tanımlayan ve bunun gereklerini yerine getirmeye çalışan, mesela başını örten kadınlar kamusal alanda yer alamıyor. Halbuki Mısır’da dindar kadınlar kamusal alanda herhangi bir güçlükle karşılaşmıyor. Bu bağlamda kadınların kamusal alan tecrübesi bakımından Mısır’ı diğer Arap ülkelerinden ve dünyanın diğer ülkelerinden farklı kılan nedir?
Genelde İslam dünyasında, özelde de Mısır’da kadınların toplumsal, ekonomik ve siyasal alanda gündelik yaşamını çerçeveleyen şartları daha ziyade din belirliyor. Dinin kamusal alanda işgal ettiği konum, bazen kadınlar aleyhine işleyebiliyor. Aslında İslam, eşitlikçi ve ileriye dönük bir güç. Fakat gelenekçi ve tutucu kimselerin elinde kadınların aktif katılımını ve eşitliği engelleyici bir faktöre de dönüşebiliyor. Belki de bu, dinin hayatımızda çok merkezî bir rol oynamasının doğal bir sonucu. Bu sebeple onu gayri İslamî gelenekleri güçlendirici bir araç olarak kullanmaktan ziyade, özgürleştirici bir güç olarak kullanma yolunda mücadele vermeliyiz. Mısırlı kadınlar bu mücadelenin içinde. Şunu da eklemeliyim ki; Arap dünyasında Mısırlı kadınların kamusal alana çıkışı, 20. yüzyılın başlarına kadar gider.
 
Dinin aslında özgürleştirici bir güç olduğunu, fakat bunun hilafına kullanıldığını söylüyorsunuz. Bunun nedeni dinin yanlış yorumlanması mı? Daha açık sormak gerekirse, Müslüman kadınların özgürleşmesi için, dinî kaynakların kadın bakış açısından ya da feminist perspektiften yeniden yorumlanmasına mı ihtiyaç var?
Bu, ancak “kadın dostu olmayan ve hatta kadınlar için baskıcı olan bir İslam anlayışı”nın hakikat olarak kabul edilmesi halinde ileri sürülebilecek bir fikir. Yani bütün İslam tarihi öyle karanlık bir tecrübe olarak kabul edilir ki, dinî metinlerin daha aydınlık bir yorumu zorunlu hale gelir. Fakat bu anlayışın oryantalist bir temele dayandığı ve İslam dünyası üzerinde hâkimiyet kurma girişimine meydan veren siyasal bir boyutu olduğu göz ardı edilemeyecek bir hakikat.
 
İslamî ilimler açısından bakıldığında, metodolojik olarak İslamî kaynakların, Kur’an ve sünnetin feminist bir okuması yapılabilir mi?
Bu yaklaşımı değerlendirebilmek için İslam ilim geleneğinin temel ilkelerini kısaca gözden geçirmek gerekmektedir. Bir kere İslam’da içtihat, yani kaynaklardan yeni yorumlar yaparak hüküm çıkarma süreci, zaten devam edegelen bir gelenek. Kadınlar da bu içtihat geleneği içinde yer almışlardır. Diğer taraftan metnin yeniden okunması meselesi gündeme getirilirken Hıristiyanlığın metin anlayışı ile İslam’ın metin anlayışı karıştırılıyor. Hıristiyanlıkta İncil değil, Hz. İsa, Hıristiyan inancının logos’udur. Halbuki İslam’da Hz. Muhammed değil, kitap yani Kur’an logos’tur. Bu da metne -aynı zamanda onun pratiğe aktarılmasını mümkün kılan sünnnete- hüküm çıkarma sürecinde merkezî ve eşsiz bir konum kazandırır. Metin insan kaynaklı değil, ilahî kaynaklıdır. Bu durumda şöyle bir sorunu da dile getirmek sanırım yanlış olmaz: Tamam, metni kadın bakış açısından yorumlayalım; fakat uluslararası, kültürler arası, dinler arası, tek ve ortak bir kadın gündemi var mıdır ki, metin “kadın bakış açısından” bir yoruma tâbi tutulsun?
 
Böyle bir okumanın yapılamayışının nedeni, sadece ortak bir “kadın bakış açısı”nın söz konusu olamayışı mıdır peki?
Elbette değil. İslamî muhitte tefsir ya da içtihat için kullanılan sıfatlar, “adil”, “sahih”, “usul açısından doğru”, “İslam’ın genel amaçlarına (mekasıda) uygun” vs. gibi sıfatlardır. Bir içtihadın adil ve sahih olması, maslahata uygun olması esastır. Fakat onun “kadın bakış açısından” yapılmış olması gibi bir kıstasın, klasik ilim geleneğinde yeri yoktur. Modern kadın hakları anlayışını, ilahî metnin tefsirinde bir başvuru mercii yapmak, varolan ve yaygın olarak kabul edilen usulü, metodolojiyi karşısına almak demektir. “Toplumsal cinsiyet”, “ataerkillik” gibi Batılı kavram ve nosyonları hiç eleştiriye tâbi tutmaksızın benimsemek ve bunları dinin yorumlanmasında başvuru mercii yapmak, ciddi bir metodolojik hatadır.
Fatıma Mernissi gibi İslamî kaynaklara farklı yaklaşanların, İslam âlimlerinin keskin eleştirilerine maruz kalmaları, onların feminist oluşuyla alakalı değildir. Bu tepkinin nedeni, İslamî ilimlerle ilgili kabul gören metodolojiyi tehdit eden bir tavır içinde olmalarıdır. Çünkü Mernissi, hadisleri yapı çözümüne uğratarak hadislerin güvenilirliği ve inanırlığında bir şüpheye neden olmaktadır.
 
Dinî metinlerin feminist perspektiften okunmasının, Müslüman kadınların özgürleşmesi için bir ön koşul olarak kabul edilmesi, aslında feminizmin kadın sorunları için evrensel bir çözüm olduğu iddiasına dayanmıyor mu? Sizce feminizm kadınlar için “tarihin sonu” mu?
Elbette değil ve bunun böyle olmadığını ortaya koymak pek de zor değil. Feminizm, üçüncü dünyadaki kadınların hayatını kısıtlayan toplumsal şartları eleştiregelmiştir hep. Bu şartlardan da dini ya da onun yanlış yorumlanışını sorumlu tutmuştur. Fakat kürenin öteki ucundan, yani üçüncü dünyadan, İslam dünyasından feminizme yönelen çok az eleştiri yapıldı bugüne dek. Halbuki feminizmin de bir düşünce sistemi olarak, bilgi sosyolojisi ve paradigmatik sınırlılıklar açısından eleştiriye tâbi tutulması gerek.
Feminizmi bağlamsal olarak, Avrupalı aklın ve bütün bilimlerin sekülerleşmesi tarihi içinde değerlendirmemiz gerekir. Kadınların özgürlüğü için faaliyet gösteren ve kuramlar geliştiren jenerasyonların mentalitesi, Marksizmin ataerkillik nosyonu ve aileye bakışı tarafından belirlenmiştir. Bu fikirler, dini, özellikle kadınla ilgili konularda, erkekler tarafından inşa edilmiş bir dizi insan yapısı baskıcı fikir olarak kabul eden Marksist anlayışla da bağlantılıdır. Bu fikirler yaygınlaşmış ve feminist yazın ve söylemin çoğuna hâkim olmuştur.
Altmışların sosyolojisinde hâkim olan gerçekliğin toplumsal inşası analizinin feministler tarafından daha da ileriye götürülmüş olduğunu görmek ilginçtir. Öyle ki, doksanlara gelindiğinde bu, artık gerçekliğin cinsel inşası haline dönüşmüştür. Bu kendine referanslı ve kendiyle sınırlı söyleme örnek olarak lezbiyen ve biseksüel feminizm verilebilir; ki bu feminist anlayışta beden, dünya görüşünün “logos”u haline gelmiştir. Ve insanın tabiileştirilmesi öyle bir noktaya gelmiştir ki, ahlakî konularda tam bir esneklik sağlanmıştır. Artık dünyanın merkezine yerleştirilen insan değil; bedendir. Bu tür bir analizi, politik bedenle ilgili modern endişeden, beden siyaseti ile ilgili post-modern ilgiye geçişte de gözlemek mümkün. Bu da sekülerliğin tarihinde gelinen yeni bir aşama. Yani feminizm tarihin sonu değil, sadece sekülerliğin tarihinde bir aşama.
 
Peki, İslam dünyasındaki kadınların, Avrupa’da yaşanan bu tarihten alacağı hiç mi ders yok?
Elbette var. Ama moderniteden öğrendiğimiz acı dersleri tekrarlamak hiç akıllıca değil. Yeni fikirlere açık olmalıyız. Fakat Avrupa aydınlanması projesi başladığında hiç kimsenin öngörmesi mümkün olmayan, ama şimdi farkına varılan hataları tekrarlamak, aynı tuzaklara düşmek zorunda değiliz. Hangi hususlarda hatalar yapıldığına bakarak kendi aydınlanmamızı inşa etme fırsatını kaçırmamalıyız.
Yani Doğu’nun geleceğini inşa için Batı’nın geçmişine yönelmek zorunda değiliz. Batı’daki sosyologların geç kapitalist dönemde sosyal ilişkilerin değişen doğası üzerine yaptığı çalışmalar, bizim için çok önemli. Çünkü biz, birtakım ilişki ağlarını ve toplumsal bağları kaybetmeksizin toplumsal yapımızı değiştirme ve toplumsal eşitlik ve adaleti gerçekleştirme şansına hâlâ sahibiz. Bizim için asıl hayatî olan nokta, hem kadınların özgürlüğünü, hem de ailenin muhafazasını aynı anda sağlayabilmek.
Bu konuda ümitvar olabiliriz. İslam dünyasındaki pek çok eğitimli kadın, dinî geleneklerinin özgürleştirici potansiyelinin farkına varıyor. Bu sebeple hak talep ediyor, ekonomi ve siyasete katılıyorlar. Ama aynı zamanda toplumsal bir kurum olarak aileyi önemsiyor ve kendilerini kültürün bekçileri olarak kabul ediyorlar.

Paylaş Tavsiye Et