Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2006) > Yüzleşiyorum > İmam Hatipler, NATO ve Hakan Albayrak
Yüzleşiyorum
İmam Hatipler, NATO ve Hakan Albayrak
Mustafa Özel
HAZİRAN boyunca siz bu dergiyi okurken tedirgin ve mahzun İmam Hatip öğrencileri üniversite sınavlarına çalışıyor, hükümet NATO zirvesi için hazırlık yapıyor, “Kemalizm Terakkiye Manidir” diyen Hakan Albayrak da Kalecik cezaevinde gün sayıyor, hayır, gönül pişiriyor olacak.
YÖK yasası üzerinden darbe hesabı yapan kelaynak profesör, gazeteci ve asker-sivil bürokratlar sadece İttihat ve Terakki zihniyetiyle 100 yıldır süregelen bir iç baskı yönetimini devam ettirmek istiyor değiller. Aynı zamanda, Türkiye’yi dünya sistemi içinde eli kolu bağlı, efendilerin her istediğini yapan köle bir ülke konumunda tutmak istiyorlar. Büyük harflerle Amerikan düşmanlığı yapan çoğu yayın organlarının siyaseti gerçekte sadece ABD’ye, hatta sadece Bush çetesine hizmet ediyor. Millet iradesine dayanan hür bir yönetim müstevlilerin en az arzu ettiği durumdur. Başı dik olanlara her istediğinizi yaptıramazsınız!
İttihat ve Terakki ve Cumhuriyet eliti başından itibaren tekelci, tahakkümcü ve tetikçi olageldiler. Tekelciydiler; aydınlanmaya sadece kendilerinin ehil olduğunu, halkın cahil ve gerici olduğunu bir an bile akıllarından çıkarmadılar. Tahakkümcüydüler; bu kaba ve cumhuriyet-karşıtı fikirlerini zorla benimsetmek için her türlü baskı yolunu mübah gördüler. Tetikçiydiler; zira bu fikirlerin gerçek sahibi kendileri değil, Batılı efendileriydi.
Bu 3T zihniyeti (tekelci, tahakkümcü, tetikçi anlayış) Atatürk’e karşı tarifsiz bir yalakalık sayesinde oluştu; Anıtkabir’e karşı aynı yağcılıkla sürüp gidiyor. Kitabını henüz görmedim, ama Hakan’ın “terakkiye mani” olarak gördüğü herhalde bu yalakalıktır. Serbest Fırka kurucularından Ahmet Ağaoğlu, Cumhuriyet Halk Fırkası karşısında yükselen partilerinin kaç cepheden sarıldığını şöyle dile getiriyordu: “Gazi’nin sofrasından eksik olmayan muharrirler gördüm ki bizde de Ruslarda olduğu gibi Çeka Teşkilatı lüzumundan dem vurmağa başladılar. Acem Naci günün kahramanı kesildi. Kara Kemal’in adamı Memduh Şevket, Halk Fırkası’nın İstanbul cephesini kurmak şerefini üzerine aldı. İsmet ve Gazi Paşalara karşı Tanin’de yazdığı yazıların mürekkebi henüz kurumamış Fazıl Ahmet şimdi bize çatmakla sadakatini isbata koyuldu.”
Serbest Fırka muhalifleri böyle, peki ya bizzat parti içinde yer alıp, sonra zoru görünce kuyruğu titreyenler? İşte Ağaoğlu’nun tasviri: “Ya bizimkiler? Evvelce göğsüne vurarak, ‘tek başıma muhalefete devam edeceğim!’ diye kahramanlık gösterenler, Fırka’nın dağılmasından bir gün sonra Gazi’den çeşitli maddî-manevî teselliler almak şerefine nail oluyorlar. Bunlardan bir kısmı banka idare meclisi âzalıklarına tayin ediliyor, kızlarının düğünleri, çocuklarının hastalıkları münasebetiyle büyük ikramlara nail oluyorlar; kalanları ise, bir ikisi dışında, nedamet göstererek sığınıyor ve yine mebus yapılıyorlar. Meclis bir kumarhaneye çevrilmiş ve mebuslar el kaldırıp indiren makinalar halini almışlardır. Umumi efkâr tamamen susturulmuş, gazeteler para karşılığında açıktan meddahlık yapmaktadırlar. Hükûmet devlet namına memleketin hayat kaynakları üzerine el atmış ve bir iki banka etrafında toplanmış olan dar bir zümre ile hükûmetin tuttuğu yüksek memurlar bu kaynakları halkın hergün artan fakirlik ve ihtiyacı hesabına korkusuz ve teredddütsüz yağma etmektedirler.” (Serbest Fıkra Hatıraları, İstanbul: Baha Matbaası, 1969.)
İşte bugün hükümeti ve hatta Millet Meclisi’ni eleştiren, onu millî iradenin ana temsilcisi olarak görmeyi içlerine sindirmeyenlerin özlediği meclis, yukarıda tasvir edilen, üyelerinin el kaldırıp indiren makineler olduğu meclistir. Ve büyük bir pişkinlikle, bütün bunları vatanın iç ve dış düşmanlara karşı korunması için yaptıklarını söylüyorlar. Çirkefliğin bu derecesini bilim diliyle tahlil mümkün olmadığından, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ına sığınıyorum: “Bir de vatan denen bir şey vardı ki, çok iyi korunması gerekiyordu. Bizler, her sabah hep bir ağızdan onu özümüzden çok sevdiğimizi, ant denilen bir şey içerek haykırıyorduk. Büyüyünce öğretmenliği nasıl yasak edeceğimin hayaliyle yaşarken bir yandan da durmadan tekrarlardım: öğretmenimi, yurdumu sevmek, budunumu -bu budun kelimesi bana kasapta çengele asılı etleri hatırlatırdı- korumak, saymak, üstün tutmak, doğruyum, yasam, onlardan, herkesten intikam almaktır, olmaktır, çalışkanım, armağan olsun.”
 
Cumhursuz Cumhuriyet Baloları
Yakup Kadri’nin Ankara romanında anlattıklarına 70 yıl sonra geri mi dönüyoruz? Başta başkent olmak üzere, dört bir yanda tahakkümcü elit siyasî iktidarı sıkıştırmaya çalışıyor. Söylemlerinin cumhuriyetle, hele hele demokrasi ile ilintisi yok. Kuva-yı Milliye ruhunu kirletenler, şimdi milletin temsilcilerine karşı sahte Kuva-yı Milliyecilik yapmaya çalışıyor. Yakup Kadri, 1968’de romanını yeniden yayımlarken şöyle diyordu: “1934 yılında yazdığım Ankara romanını otuz yıl sonra gözden geçirirken bir düş görüyor gibi oldum ve bana öyle geldi ki, burada hikâye ettiğim devri bir somnambül (uyurgezer) hali içinde geçip gitmiştim. Fakat bu halim çok sürmüyor; uyanıyorum ve kendimi toparlayarak etrafıma bakıyorum, o devirden bu yana ne kalmış diye: Millî Mücadele ruhundan hemen hiçbir iz bulamıyorum...” 
 Evet, bütün mesele son cümlede özetlenmiş gibidir. Millî mücadele ruhunun yerini vurguna kapı açan kalıplaşmış bir hayat almıştır. Bu kalıplaşmış hayatı “muasır medeniyet” diye halka sunanlar, aslında küçük çıkarları peşinde koşan bir azınlıktır. İki dönem rektörlük yaptığı ve yaşı yetmişe dayandığı halde utanmadan üçüncü dönemi isteyen rektör, 15 yıl boyunca her yıl %30 reel faiz alan finansör, milyarlarca dolar para hortumlayan sözde işadamı ve onun işbirlikçisi olan siyasetçi ve bürokrat… Bütün bunlar için millî irade içi boş bir kelimedir ve Atatürkçü Türkiye’nin gündeminden behemehal çıkarılmalıdır! İşte Ankara romanının 1934 yılında tasvir ettiği başkent: “Bu kış, Noel ve yılbaşı balolarına, Ankara’da, her seneden daha zevkli bir hazırlanış vardı. Çünki, bu eğlenceler, henüz açılmış olan Ankara Palas’ın büyük hall ve salonlarında yapılacaktı. Onun için, birçok ailelerin daha iki ay evvelinden İstanbul terzilerine taşındıkları görülmeğe başladı. İlk yıllar, bir kuyruklu ceketle bir silindir şapkayı kâfi sananlar, şimdi, klak ve makferlan peşinde koşuşuyorlardı. Yazık ki, bu eşyanın bir kısmını stoklar tükenmiş olduğu için bulmak kabil olmuyor ve Beyoğlu’nun belli başlı mağazaları vasıtasıyla Avrupa’ya ısmarlamak lâzım geliyordu.”
Yakup Kadri, gönlü Doğuda kalmış bir Batılıydı. Hakiki tefekkürden az çok nasipdar olduğu ve şahsî menfaatlerin rüzgârına kapılmadığı için, hakikati tespitte zorluk çekmiyordu: “Ben inkılabı hiç bir zaman, hayatın dış şekillerini değiştirmek mânasına almadım. Hele, bir konfor ihtiyacı, konfora eriş cehti manasına hiç alamıyorum. Şüphesiz, içimizde yeni bir hayat hamlesiyle çatlayan şey yeni bir şekle vücut verir, yani yeni bir kabuk bağlar. Fakat, bu safhada artık inkılâptan bahsedilemez. Burada, artık, muayyen bir çeşit hayatın kalıplanışı vardır. Bu gördüğünüz şeyler, bu balo, bunlar hep birer hayat kalıbıdır ama bizim kendi inkılâbımızın ateşinde dökülmüş kalıplar değil. Bizim ruhumuzdaki yeni hayat prensibinin, yeni hayat özünün tomurcuğu da çatlamadı. Çatlamış olsaydı, memleketteki hayat şartlarının yalnız küçük bir azınlık lehine değil bütün millet için değişmiş olması lâzım gelirdi.” (Ankara, İstanbul: İletişim, 1987.) 
Dikkatimiz son cümleye takılıyor. Memleketteki hayat şartlarının bütün millet lehine değil, sadece küçük bir azınlık lehine değiştirildiği bir devlet sistemine cumhuriyet denemeyeceğine göre, bütün bu gürültü neye? Samimiyetsiz rektörler, hortumcu medya baronları ve faizci ekonomik elit gerçekten cumhuriyet mi istiyor? Buna inanmak zor. Cumhuriyet ve demokrasi, nasıl yorumlanırlarsa yorumlansınlar, son kertede “halk egemenliği” anlamına gelir. Halk bir nebze bile egemen olursa, bu azınlık keyif çatmaya devam edebilir mi? Yakup Kadri bugün yaşasa, “terakkiye mani” Atatürkçülere bakıp şu soruyu sorardı: Ankara cumhuriyet olmayı ne zaman becerecek?
 
NATO’yu Kim, Niçin Kurdu?
NATO niçin kuruldu sorusuna cevap yetiştirmeye çalışan realist ve diğer uluslararası ilişkiler teorileri genelde 2. Dünya Savaşı’na atıf yaparak, münferit devlet adamlarının kararlarını öne çıkarırlar. Savaş sonrasında görünürdeki tek düşman SSCB olduğundan, Batılı devlet adamlarının kendi ülke ve uluslarının güvenliğini sağlayacak bir askerî örgütlenme arayışı içinde olmaları gayet normaldir. Ancak, ittifakı oluşturan devlet aktörlerinin söz birliği etmişcesine, son derece farklı bir aktör adına konuştuklarını görürüz. Bu aktör “Batı Medeniyeti”dir. Dean Acheson’ın ifadesiyle, NATO “bir savunma düzenlemesinden öte bir şeydir. Ortaklaşa sahip olduğumuz ahlakî ve manevî değerlerin teyididir.” Binaenaleyh, münferit devletlerin değil, bir devletler camiasının ifadesidir; NATO’dan beklenen, bu camianın savunulmasıdır. Patrick Jackson’ın vurguladığı gibi, sürecin uygun aktörü tek tek devletler değil, “Batı”dır.
Churchill’e atfedilen bir söze göre, NATO “ABD’yi içeride, SSCB’yi dışarıda, Almanya’yı ise altta tutmak” üzere tasarlanmıştı. Bu ifadeyi Soğuk Savaş sonrası dünya realiteleri ve Jackson’ın yukarıdaki tesbitiyle birleştirip, yeni NATO’nun “kapitalist Batı’yı içeride, kapitalist Doğu’yu dışarıda, İslam dünyasını ise altta tutmak” üzere tasarlanmakta olduğunu söyleyebiliriz. (Kapitalist Batı: ABD, AB ve gelecekte Rusya. Kapitalist Doğu: Japonya ve gelecekte Çin ile Hindistan.) Bu durumda İstanbul Zirvesi gerçekten tarihî bir önem taşıyor.
Wallerstein, dosyamızdaki yazısında ABD’nin artık NATO’ya ihtiyaç duymadığını, NATO’yu olsa olsa AB’yi çevreleme amacıyla kullandığını belirtiyor ki, Batı-içi mücadele bakımından doğrudur. Ancak, bir imparatorluk hayaliyle yanıp tutuşmakta olan Dominant Azınlık için asıl mesele Avrasya’ya hükmetmek olduğundan, NATO’yu topyekûn Batı camiasının güvenlik mekanizması olarak yaşatmak zorundadırlar.
NATO (ve muhtemel AB) üyesi Türkiye, kendi güvenliğini teminat altına alma adına kapitalist Batı’nın İslam dünyasındaki ajanı mı olacak; yoksa hem Batı, hem Doğu kapitalizmine karşı, Müslüman ve bağlantısızların sözcüsü mü? Kemal Tahir, meselenin en az Lozan’dan beri bu olduğunu ve değişmediğini söylüyor. Yol Ayrımı’nda Lozan’ın muhasebesini yaparken sözü şöyle bağlıyor: Biz, er geç Batı’yla ister istemez hesaplaşmak zorundayız. Bunu gerçekten yapmadıkça, Batı’ya hizmet teklif etmekle belayı başımızdan def edeyemeyiz.
 
İsyan Ahlakına Muhtacız
Hakan Albayrak bana hep, hiç görmediğim Nurettin Topçu’nun çocukluğu gibi görünmüştür. Bir de, nedense, Wittgenstein’ı hatırlatmıştır hep. İsyan ahlakının somutlaşmış halleri. Akılları ahlak, ahlakları akıl. Wittgenstein günün birinde sıkıntıdan çatlamak üzeredir. Hocası Russell’ın odasını bir boydan diğerine arşınlamakta, el ve ayakları titremektedir. Russell sessizliği bozmak ister: “Seni bu denli sıkıntıya sokan mesele nedir evladım? Bir ahlak problemi mi, yoksa bir mantık problemi mi?” Genç filozof sert bakışlarını ihtiyar kurda yöneltir. Adeta, “koca adamın sorduğuna bak!” der gibidir. Russell utanır ve gözlerini kaçırır. Wittgenstein için ahlak ve mantık aynı şeydir. Ahlakî zaaf zihnî/aklî bozukluğa yol açar, zihin fukaralığı ahlakî zaafa.
Türkiye’de siyasî yozlaşmaya, askerî müdahaleye, hatta fikrî karmaşaya yeterince aşinaydık. Fakat ilim hayatımız hiç bu denli kararmamış, ehl-i ilim bu denli ayağa düşmemişti. Doğru konuşuyor, “Kitab’ın orta yerinden ses veriyor!” pozundaki nice “bilgin”, televizyon ekranlarında eğri “durduklarından”, Hakk’a ve halka değil, açık seçik zorbalara hizmet ediyorlar. Bilgini böyle olan bir ülkenin hükümet ve devleti NATO içinde hakkı ve haklıyı savunabilir mi?
Akademik camiayı siyasete ilgi duydukları için eleştiriyor değilim. Siyasetsiz ilim olmaz. İlim bizzat bir siyaset, bir “duruş”tur. Mesele, nerede, nasıl durduğunuz, eyleminizin neye ve kime hizmet ettiğidir. 19’uncu yüzyılın sonlarında, neredeyse eşzamanlı olarak Türkiye ve Japonya’da iki fikir hareketine şahit olduk: Kur’an’a dönüş ve Kojiki’ye dönüş. Yani İslamiyetin ve Şinto inancının kutsal metinlerine, o metinlere göre yaşanan ilk devirlere (asr-ı saadetlere) müracaat. Satıhta son derece ilmî gibi gözüken bu hareketler tamamen siyasî idi. Japonlar, Şinto metinlerine dönmek suretiyle, (Güneş tanrıçasının soyundan geldiğine inanılan) İmparatorun gücünü ihya etmek ve böylelikle merkezî otoriteyi güçlendirerek millî Japon devletine geçmek istiyorlardı. Kur’an’a ve Asr-ı Saadet’e dönmek isteyen İslam “modernistleri” ise İslam halifesinin gücünü kırmak, böylece merkezî otoriteyi zayıflatmak istiyorlardı. Tarafların haklılıklarını tartışmak ayrı bir meseledir. Hakikat şu ki, Kur’an’a dönüş salt “dinî” veya “ilmî” bir yöneliş değil, siyasî bir duruş idi. Japonlar başbuğlarını güçlendirmek isterken, Osmanlılar zayıflatmak peşindeydiler. Her ikisinin de neticesini 20’nci asırda görmüş olduk.
Bugün de aynı duruş bozukluğu karşısındayız. Bilginlerimiz düğmelerine basılmış robotlar gibi orta yere çıkıyor ve kendi köşelerinde sessizce inançlarını yaşayan halkı bazen cehaletle, bazen “yanlış İslâm”ı yaşamakla itham ediyorlar. İşte tam bu uğrakta Nurettin Topçu’nun eserlerinin yeniden yayınlanmasını bir rahmet bulutu, ağır bir havayı dağıtan ikindi yağmuru gibi görüyorum. “İsyan ahlakına” en fazla ihtiyaç duyduğumuz bir devirdeyiz çünkü.
İsyan ahlakı, mü’min insanı ürperten bir ifade! Öyle ya, mü’min teslim olmuş değil midir? Hayır, mü’minin Hakk’a teslim olabilmesi için, önce haksızlığa isyan etmesi gerekir. Topçu’ya göre, mü’min önce asi, sonra müslimdir:
“Asileri bozguncu sayanlar çoktur. Bir çokları âsi ve şakî kelimelerini aynı mânâda kullanır. Bunlar hayat rüyalarının bozulmasından korkanlardır. Dekart’ın muvakkat ahlakı ve sosyoloji mektebinin uysallık vâızları bunlara tatlı gelir. İradî hareketin kendine yetmeyişinden doğan şuurla, kendini tamamlamak için tabiatüstü âleme atılış hamlesi, bizde Allah’ın hareketidir. Allah bize bu atılışın içinde gözüküyor. Allah sanki bize karşı yine bizde isyan ediyor. Bu hal bizdeki ikilik içerisinde, Allah’a sahip benliğin Allah’sız benliğe karşı gelmesi, yani isyandır. İsyan, Allah’ın bizdeki hareketidir. Allah’a teslim olan insan kendisinin, sebepleri belli ve mahdut olan hareketinin yerine mütemadiyen Allah’ın hür hareketini koymaktadır. Böylece hareketlerimizdeki hakiki hürriyet, Allah’a ait oluyor. Allah’ın hürriyetini kendinde duyan insan, onunla önce kendi nefsine, sonra da başka insanlar arasındaki zorbalıklara, âlemşümul merhameti yok edici bütün hareketlere karşı isyan ediyor.”

Paylaş Tavsiye Et