Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2006) > Asılıyorum > Bunalı-yorum
Asılıyorum
Bunalı-yorum
Ali Cengiz Tuğrul
Hepinizin başına gelmiştir.
Bazen uyanır uyanmaz içinizde bir sıkıntı hissedersiniz.
Can sıkıcı, tatsız bir duyguya kapılırsınız.
“Tamam” dersiniz, “bu gün bütün günüm sıkıntılı geçecek.”
Şarklı zihniyetin “bu da geçer ya Hu” türünden kayıtsızlıklarına yapışmak istersiniz.
Olmaz.
Yataktan kalktığınızdan itibaren her durum “ben de ters gideceğim” diye size göz kırpar.
Sadece kırpmakla da kalmaz.
Koyunun yünleri misali, sinirlerinizi kırkar babam, kırkar.
Bütün bir günü tüyü yolunmuş kaz gibi geçirirsiniz.
Üstünden darbe geçmiş yüksek öğretim kurumu gibi olursunuz.
Yömyök bir durumdur, anlayacağınız.
“Bu bir kâbus olmalı, şimdi uyanıp kurtulacağım” dersiniz.
Ama nafile!
Uyanıksınızdır.
“Uyuyayım da kurtulayım” dersiniz.
Uyuyamazsınız.
“Akşama kadar başıma daha neler gelecek?” diye korkarsınız.
Parmağınızı kıpırdatmak istemez, tırsarsınız.
Adına yaşam denilen o muamma, “bakalım kaç kıratlıkmış bu adam” diye sizi gerer babam gerer.
Böyle anlar, insan olmaya en yaklaştığımız anlar mıdır?
Yoksa en uzaklaştığımız anlar mı?
Bilmiyorum.
Sadece soruyorum.
 
KOYU YEŞİL
Benim için Eylül ayının tamamı böyle geçti.
Elbirliği etmişçesine dünya basınında yer alan her bir haber, üstüme üstüme geldi.
Madem yömyök dedim, önce YÖK ile olan haberden başlayayım.
Dünyada üniversitelerin gelişmişlik düzeyinin göstergelerinden biri renklerle ifade ediliyormuş.
En gelişmiş öğretim kurumunu gösteren renk koyu yeşilmiş.
On sene içinde koyu yeşile geçermişiz.
Koskoca YÖK mensupları böyle söylüyor.
Ben ki, yeşilin en sulandırılmışına bile tahammül edemem.
“Bak yeşil yeşil” şarkısını hayatta dinlemedim, dinlemem.
Yeşilin açığı koyusu, her tonundan bir tehdit algılarım.
Tabiat baharda yeşillere bürünüyor diye, yaza kadar yazılarımı dergiye evden yollarım.
Çıldıracak gibi oldum.
Acaba bu rengi yurtdışı gezilerinden birinde Sn. Başbakan mı tavsiye etti?
Medeniyetin değil beşiği, ta kendisi olan Batı’da bu rengin ne manaya geldiğini kesin biliyorlardır.
O zaman bu hatayı nasıl yaptılar?
Yoksa ılımlı İslam projesini bizimkilere kabul ettirmek için mi bu rengi seçtiler?
Öyle ise neden açık yeşili tercih etmediler?
Bizim üniversiteler turuncu seviyesinde imiş.
Altın portakal film festivali yapılıyor bu aralar.
Siz ilim yapmayı bırakın, filim mi yapın demek istiyorlar?
Neresinden bakarsanız bakın, can sıkıcı bir durum.
 
KATRİNA YETMEDİ Mİ?
Bir de şu kadın var: Cindy Sheean.
31 Ağustos’ta gitmiş, Teksas’ta Bush’un çiftliğinin önüne çadırı kurmuş.
“Oğlum Irak’ta öldü, başka evlatlar ölmesin” diye Başkan’ın karşısına dikilmiş.
Adamcağıza tatilini zehir etmiş.
Be kadın!
Orası Bolu yaylası mı, Toros dağları mı?
Çadır kuracak başka yer mi bulamadın?
Gel bari benim bahçemde de kur!
Sirk mi var?
Ne var?
Ben burada “savaşa girmeliydik” diye kendimi paralıyorum.
Sen Amerikalardan “istemezük” diye bağırıyorsun.
Bering Boğazı daha boğaz olmamışken oradan geçenlerin torunlarından mısın, nesin?
Yok Katrina’sı, yok Rita’sı!
Adamın başında zaten elli tane fırtına var.
Bir de Cindy fırtınası ile mi uğraşacak?
İşte geçenlerde bizim televizyonlarda da gösterdiler.
Spielberg ne güzel çekmiş.
Kızılderilileri söve, döve, öldüre nasıl adam ettiklerini bir güzel anlatmış.
Bizim Türk Hava Kurumu nasıl kurban derilerinden tayyare yapıyorsa, sizinkiler de yerlilerin derisini gerip Cherooke cip, Apaçi helikopter yapmışlar.
Ne var bunda?
Yerlileri kendi hallerine bıraksalardı, beyaz adamın kafa derisinden teknoloji üretmek akıllarına mı gelecekti?
Olsa olsa beline takacak, hava atacaktı.
Sonra da ateşin etrafında dans ederken düşürecekti.
Öyle güzide bir medeniyette çadır kurmayı nereden öğrendin?
Yoksa Kızılderili misin?
Azize misin, nesin?
Sivil toplum olgusu bu kadar abartılamaz.
Tekil bir dişi, tek başına sivil toplum kurumu imiş gibi davranamaz.
STK’lar TUKK olamaz.
Başkan’ın kurumunu bozamaz.
Olmaz.
Nolamaz!
Bu, beyazın kadın olan aklı evveli.
Bir de siyahın, erkek olan aklı evveli var.
 
PİŞMANİYE
O da Colin Powel.
“Kitle imha silahları gibi uyduruk bir gerekçeyi, araştırmadan savaş sebebi gösterdiğim için pişmanım” dedi.
Ona öyle demezler.
Pişmaniye derler.
İzmit’te yapılır.
Tatlıdır.
Uzundur.
Şöyle iki parmağınla tutarsın.
Löp diye yutarsın.
O kadar.
Sen koskoca Dışişleri Bakanlığı yapmış adamsın.
Pişman olamazsın.
Neyse derdin, löp diye yut, otur.
Pişman olma, pişkin ol.
Sizin memlekette yoksa, bana bak.
Örnek al.
Başkan seni görevden almakla çok iyi etmiş.
Pişmanı hemen yemiş.
Ya bir de bakanken “pişmanım” deseydin.
Utancımdan yerin dibine girerdim.
Neyse ki Condoleezza beni yere baktırmıyor.
Başımı öne eğdirmiyor.
Kan kusturuyor, “kızılcık şerbeti içirtiyoruz” diyor.
“Savaş açan devletin iki numaralı adamı özür diliyor.
Oğlunu kaybetmiş vatandaşı özür diliyor.
Sen hâlâ ‘savaşmalıydık’ diyorsun.
Utanmıyor musun?” sorularına çok muhatap oluyorsam, işte bu iki aklıevvel yüzündendir.
 
BEN TUĞRUL, ALİ CENGİZ TUĞRUL
Aklıma neredeyse mukayyet olamayacağım; iki aklıevvel de Bağdat’ta yakalandı.
Bilmem, hatırlıyor musunuz?
Hatta, bilmem biliyor musunuz?
Irak’ta Amerika’nın yanında esamisi okunmayan işgal güçlerinin yanında bir de İngilizler var.
Bütün dünya ABD’ye veryansın ederken (ben ile Cengiz kardeşim hariç tabii) İngilizler kendilerini unutturmuşlardı.
Nasıl?
Kadim sömürgeci geleneklerinden süzülen maharetleri ve tabi manevi babam sayesinde. Savaş kararını, parlamentodan muhalefete rağmen çıkardığı için yarı babam saydığım Blair sayesinde.
Bush bütün kötülüklerin anası sayılıyorken, Blair Avrupa’nın hatırı sayılır babası oluvermişti.
Ta ki, iki İngiliz ajanı yerel kıyafetler içinde Bağdat’ta yakalanana kadar.
Adamlar yanlarında şu kadar patlayıcı, görev üstünde yakayı ele verdiler.
“İşgal güçleri istikrarı mı sağlamaya çalışıyor, yoksa iç savaş çıkarmak için mi uğraşıyor, belli değil” kampanyası da ondan sonra alevlendi.
Millet, “aaa Irak’ta İngilizlerde mi vardı?” dedi.
Behey beceriksizler?
Hiç mi 007’yi seyretmediniz?
Ben Bond, James Bond diyen Sean’dan hiç mi feyz almadınız?
Sizin adınıza şurada karınca kararınca kamuoyu oluşturmaya çalışıyorum.
Ben Tuğrul, Ali Cengiz Tuğrul talimleri yapıyorum.
Durduk yerde niye yakalanıyorsunuz?
Blair’in de, benim de asabımı niçin bozuyorsunuz?
 
OMLET
Sonra bir de Bilgi Üniversitesi’ndeki toplantı var.
Toplantıya karşı olduğumu her zaman ifade ettim.
Boğaza karşı manasında değil tabii.
Bu yüzden de iştirak etmedim.
Ama değerli meslektaşım Cengiz iştirak etti.
Katılmakla bence isabet etti.
Ona da yumurtalar isabet etmiş.
“Omlet olduk” diye değerlendirmiş durumunu.
Ayağına çabuk bir atlet olsaydı, omlet olmazdı.
Hamlet gibi, “nereden geldim, nereye gidiyorum?” diye keşke sorsaydı.
Bence yine omlet olmazdı.
İnsanın dışının omlet olması bir şey değil.
Gömleğini yıkarsın.
Olmadı, çitilersin.
Olmadı, çıkarır atarsın.
Önemli olan kafanın içi omlet olmasın.
Yoksa onu nasıl yıkarsın?
Nasıl değiştirirsin?
Nasıl çıkartır atarsın?
Gerçi arkadaşımın, üç beş ay içinde Irak savaşı ile ilgili yazdıklarının ne kadar farklı olduğunu aktarmıştım sizlere.
Kendisi için bunun büyük bir problem teşkil etmeyeceğini teslim ediyorum.
 
O KAFA, BU DA KAFA
“Yok Ayasofya’da Papa’ya dua ettirmem, yok Göztepe parkını camisiz bırakmam” diyen o kafayla ömür boyu mu didişeceğim.
O kafa kafa da, bu kafa kafa değil mi?
İkisi de aynı kafa değil mi?
Hiç çekinmeden soruyorum size:
Ne farkı var?
Şu kâbus dolu aydan artık kurtulmak istiyorum.
Ama önümüz Ramazan ayı.
Eyvah yine bana hasret, yine bana hüsran mı denk gelecek?
Bana yine esmer günler mi düşecek?
Noel gibi şöyle aydınlık, parlak, janjanlı günler göremeyecek miyim?
Ağız tadıyla, otuz gün gündüz vakti içemeyecek miyim?
 
SON SÖZ
Hiçbir şey geçmiyor yahu!

Paylaş Tavsiye Et