Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2006) > Türkiye Siyaset > Türkiye-Avrupa ilişkileri
Türkiye Siyaset
Türkiye-Avrupa ilişkileri
Muzaffer Şenel
17 ARALIK zirvesinden sonra Türkiye’de tüm gözler 3 Ekim 2005’te başlaması öngörülen tam üyelik müzakerelerini kimin yöneteceğine kilitlendi. 25 Mayıs`ta -Fransa’daki referandumdan sadece 4 gün önce- başmüzakerecinin Devlet Bakanı Ali Babacan olacağı duyuruldu. Ali Babacan ismi uzun zamandır kulislerde konuşuluyordu. Bu nedenle büyük bir sürpriz olmadı.
Avrupa’nın ve Türkiye’nin kendi iç dinamiklerinin birbirlerini etkileme ihtimallerini göz önünde bulundurmadan yapılan eleştiri ve değerlendirmelerin sağlıksız olduğu bir gerçek. 17 Aralık’ta açıklanan karar sonrasında milliyetçi dalganın yükseleceği bekleniyordu. Bayrak krizine kadar milliyetçi dalgayı kontrol etmeyi başaran Ankara, bu olayda düşük bir profil sergiledi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın yeniden yargılanması yönündeki kararını gayet soğukkanlılıkla karşılayan Ankara, krizi yönetmede sorumluluk aldığını gösterdi. Şüphesiz bunda muhalefet ve iktidarın beraber hareket etmesi en önemli etken.
Avrupa içi faktörler olarak özellikle anayasa tartışmalarını, referandumları ve bunlar üzerinden yürütülen Türkiye karşıtlığı ile yeni Papa’nın söylemini dikkate almalıyız. Türkiye’nin üyeliğine karşı olan yeni Papa 16. Benedictus’un İslam-Hıristiyanlık/Batı ilişkileri kapsamında geliştirdiği söylemin, Türkiye-AB ilişkileri konusunda Avrupa kamuoyunu etkileme ihtimali yüksek. Fakat şunu da unutmamak gerekiyor; AB müzakere sürecinde Vatikan, karar alma mekanizması içinde değil.
29 Mayıs’ta Fransa’da ve 1 Haziran’da da Hollanda’da yapılacak referandumlar AB Anayasası’nın geleceğini belirleyecek. 29 Ekim 2004’te imzalanan ve bugüne kadar 7 ülke tarafından kabul edilen Anayasa’nın geleceği aynı zamanda AB’nin geleceği anlamına geliyor. Fransa’dan Anayasa’ya “hayır” çıkması durumunda, diğer ülkelerde de benzer süreçlerin yaşanması bekleniyor. İngiltere Başbakanı Tony Blair, Fransa’da “hayır” çıkması durumunda İngiltere’de referandum yapmanın bir anlamı olmayacağını açıkladı. Bu durumda AB’nin geleceğinin 2000 Nice Zirvesi uyarınca şekillenmesi mümkün görünüyor. Bu ihtimal yine en fazla Fransızları korkutuyor. Fransızlar, tarihsel korkuları, stratejik tercihleri ve geleneksel ulusalcılıkları arasında sıkışıp kalmış durumdalar.
Çünkü Nice Antlaşması’nda öngörülen oylama sistemi küçük devletlere ağırlık tanıyor, kararları engelleme olasılığı yüksek ittifaklara kapı aralıyor. Karamsar bir bakış açısıyla, bu durum yakın gelecekte 28-30 üyeli AB’yi felç edebileceği gibi, dağılmaya dahi götürebilir. AB bugüne kadar çeşitli sorunlarla karşılaştı. Fakat Türkiye üzerinden yapılan Anayasa tartışmalarının AB açısından önemi, Avrupa’nın ilk kez teknik boyutunun yanında psikolojik, kültürel ve kimlik boyutunu da içeren bir sorunla karşı karşıya kalmış olması. Fransızlar özelinde Avrupalıların yaşadığı açmazın AB’yi nereye sürükleyeceği bilinmez. Ancak bu açmazın en önemli anahtarlarından biri Türkiye. Avrupa’nın Türkiye ile ilişkilerinde takınacağı tavır, açmazın giderilmesi noktasında önemli.
Türkiye-AB ilişkilerini, AB’nin diğer aday ülkelerle olan ilişkisinden ayıran en önemli fark, ilişkilerin çok boyutlu olmasından kaynaklanıyor. Diğer tüm aday ülkelerle AB arasındaki ilişkiler ekonomik, hukukî ve siyasî yönleri olan teknik boyutta seyretmiştir. AB’nin Türkiye’nin müzakere sürecinde yüzleşmek zorunda kaldığı şey, sadece siyasî ve stratejik değil, aynı zamanda psikolojik ve kimliksel bir meydan okumadır. Bu durum her iki taraf için de geçerli. Türkiye, tarihsel bir temele dayanan kuşatıcı geleneğini meydan okumalara cevap vermede yeniden üretebilirse, sürecin olumsuz etkilerini en aza indirebilir. Bunun yanı sıra devletin sınırları ile halkın ufku arasında dengeli, anlamlı ve yapıcı bir ilişki kurulması, Türkiye-AB ilişkilerinde Türkiye’nin pozisyonunu güçlendirici bir etki yapacaktır. Müzakere sürecini yönlendirecek olanların nitelikli olduğu kadar bu iklimin hassasiyetlerini dikkate alan duyarlı kişiler olması bu nedenle bir zorunluluktur.
Avrupa, küresel güç iddiasında bulunabilmek için “kültürel öteki”ni kucaklamak zorunda. Türkiye’ye karşı takınılan tavrı şekillendiren tarihsel temelli sosyo-psikolojik fobi; siyasî ve ekonomik nedenlerin yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlamasıyla yeniden öne çıktı. Bunun en açık örneğini Kıbrıs sorununda ve Ermeni iddialarında Avrupa’nın takındığı tavırda görmekteyiz. Avrupalılar, Ermeni iddialarını sürekli gündemde tutarak, Yahudi ve çingenelere yaptıklarından dolayı Almanya üzerinde uyguladıkları psikolojik baskının bir benzerini Türkiye üzerinde de kurmaya çabalamaktalar.
 
AİHM’nin Öcalan Kararı
AİHM’nin terörist başı Öcalan’ın adil yargılanmadığına ilişkin kararı, hukukî bir sürecin sonucu. AİHM Birinci Dairesi, 12 Mart 2003’te Öcalan’ın yargılandığı mahkemenin bir bölümünde askerî hakimin bulunmuş olmasını, Öcalan’ın avukatları ile görüşmek ve hakkındaki dosyaları incelemek için yeterli zamana sahip olmamasını, gözaltı süresinin uzamasını ve idam cezası verilmiş olmasını gerekçe göstererek adil yargılanmadığına karar vermişti. Hem Türkiye, hem de Öcalan’ın avukatları davayı Büyük Daire’ye taşıdılar. 21 Mayıs’ta kararını açıklayan Büyük Daire aynı gerekçeleri kabul ettiğini bildirerek Öcalan davasında adil yargılanma ilkesinin ihlal edildiğine karar verdi.
AİHM sözleşmesinin ihlali durumunda yeniden yargılama yapılmasını kabul eden Türkiye, Öcalan’ın bu haktan yararlanmaması için söz konusu yasaya istisnaî bir madde koydu. Fakat diğer taraftan temel hak ve hürriyetlerle ilgili yapılan değişikliklerde anayasa ve milletlerarası kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi durumunda çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası hükümlerin esas alınması kararlaştırıldı. Bu durumda tüm yetki Türk yargı sisteminde. Öcalan’ın avukatlarının başvurusu durumunda dava, Türk yargısının vereceği karara göre şekillenecek.

Paylaş Tavsiye Et
Türkiye Siyaset
DİĞER YAZILAR