Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2006) > Söyleşiyorum > Ahmet ERTÜRK: “Paraların çoğu buharlaşmış!”
Söyleşiyorum
Ahmet ERTÜRK: “Paraların çoğu buharlaşmış!”
TMSF Başkanı
Konuşan: M. İbrahim TURHAN
Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de finansal sistemin en önemli sacayaklarından birini bankalar oluşturuyor. Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF), Türkiye’nin liberal iktisat politikalarına geçişiyle birlikte, 1980’li yılların başında bankacılık sisteminin sağlıklı işlemesi için kuruldu. Ancak sistem özellikle 90’lı yıllar boyunca pek de sağlıklı işlemedi. Bankacılık sisteminin çöküşünü önlemek amacıyla 1994’deki krizinin ardından mevduata getirilen sınırsız güvence, sistemin kötüye kullanılmasına zemin hazırladı. Bu zeminde, banka sahipleri ile yöneticileri, kamu otoritesini temsil eden siyasetçiler ile bürokratlar, kredi kullananlar ile mevduat sahipleri, müştereken, ülkenin ekonomik bağımsızlığının neredeyse kaybedilmesiyle neticelenen bir krize yol açtılar. Bu problemlerin nedenlerini ve bugün sistemin sağlıklı bir yapıya kavuşması için yapılanları, TMSF’nin başındaki kişiye, sayın Ahmet Ertürk’e sorduk. Daha önce hem bürokraside, hem de finans sektöründe görev yapmış olması hasebiyle sistemin temel sorunlarını yakından bilen Ertürk, sorularımızı içtenlikle cevapladı.
 
Tasarruf Mevduatı Sigortası sisteminin, tarihsel süreç içerisinde bankacılık sektörünün yapısı ve özelliklerinden kaynaklanan dinamiklerle ortaya çıktığını biliyoruz. Bankacılık sistemi ile ilgili dışsallıklar, yüksek finansal kaldıraç ve panik durumları böyle bir sistemin yararlı olacağı varsayımına temel teşkil ediyor. Türkiye’deki uygulamaya baktığımızda, acaba Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu(TMSF) sisteminin, faaliyete geçtiğinden itibaren bu anlamda bir sosyal fayda ve maliyet ilişkisi içerisinde verimli uygulandığını söyleyebilir miyiz?
Ahmet Ertürk: TMSF, ekonomideki liberalizasyon süreci ile birlikte, Bankalar Hakkında 22 Temmuz 1983 tarihli 70 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile bankalardaki tasarruf mevduatını sigorta etmek amacıyla tüzel kişiliği haiz olarak kuruldu. Sistem, Amerikan modelinin Türkiye’ye bir tür adaptasyonu şeklinde başlamış. Özellikle bankacılık sektörünün risklerini hesap edebilecek ve bankalar arasında ayrım yapabilecek durumda olmayan küçük tasarruf sahiplerinin korunmasına dönük yönü düşünüldüğünde, kendi içinde rasyonel bir sistem. Zaten sigorta kapsamının düşük tutulmasının ve sadece tasarruf mevduatına yönelik olmasının sebebi de o. Başlangıçta Türkiye’de böyle bir sistemin varlığından, bankacılık sektörüyle ilgili profesyoneller hariç kimsenin haberi bile yoktu. Bu sistemin kurulmasında Bankerler Krizi diye bilinen ve İstanbul Bankası, Hisarbank, Odibank ve Bağbank’ın kamu bankalarıyla birleştirilerek tasfiyesiyle sonuçlanan 1980 sonrasının ilk bankacılık krizi etkili oldu. Daha sonra uzun bir süre sigortaya ihtiyaç duyulmadı. O arada Töbank ve Anadolu Bankası ile ilgili sıkıntılar yaşandıysa da Anadolu Bankası 1988’de Emlak Kredi ile, Töbank da 1992’de Halk Bankası ile birleştirilerek tasfiye edildiler. Yani küçük mevduat sahibinin bu sistemin yararını hissetmeyeceği bir süreç yaşandı. Türkiye’deki küçük tasarrufçu TMSF’den ilk defa 1994’te haberdar oldu. O zaman üç tane banka, mevduat çekilişlerine dayanamayıp kepenklerini indirince ve bu panik bütün banka sistemini çöküşe doğru götürme tehdidi taşıyınca hükümet radikal bir karar aldı ve olması gerekeni yaparak paniği durdurmaya dönük bir refleksle sigorta kapsamını bütün tasarruf mevduatlarını içine alacak şekilde sınırsız hale getirdi. Gerçekten bu karar birkaç gün, hatta birkaç saat daha gecikseydi başka bankalar da batacaktı. Bankacılık sistemi o gün kurtuldu; ama dönemin anlık şartları için doğru olan bu karar daha sonraki çöküşün de sebebi oldu.
 
Bu sözlerinizi açar mısınız?
Sigorta kapsamının genişletilmesi, Türkiye’de finansal sistemin henüz gelişmediği bir devrede, oyuncuların alışık olmadığı kriz anında paniği gidermek için iyi bir sistemdi. Ama normal dönemlerin, normal zamanların sistemi değildi. %100 garanti, “moral hazard” veya “ahlakî riziko” denen; iyi banka-kötü banka ayrımını ortadan kaldıran ve daha sonraki çöküşlerin hepsinin temeli olan mekanizmanın yaratıcısı oldu. Bunun sosyal maliyeti, sosyal faydalarından çok daha fazla oldu tabi. Bir kere, garanti sistemi sürdüğü halde hiçbir denetlemeye, hiçbir ön kontrole dayanmayan çok sayıda banka izinleri verildi bu arada. %100 garanti, mevduat toplayamama endişesini ortadan kaldırıyordu. İkincisi, burada şu çelişki vardı; %100 garanti var ama faiz de serbest.
 
1982 Bankerler Krizinin ardından en büyük dokuz bankanın faiz oranları esas alınarak bir sınırlama uygulanmıştı.
Evet eskiden vardı. 12 Ekim 1988’e kadar banka faizlerinin böyle değişik sınırlamaları vardı. Tam kontrol altında değildi; ama belli bir tavanla, belli bir limitle sınırlıydı. Bu ahlakî riziko dediğimiz şey, o dönemde banka sahipleri için bir tuzak oldu. Banka sahipleri bankaları toplumdan, kendi özel mal varlıklarına servet transfer etmenin bir aracı olarak kullandılar.
 
Anlayış’ın geçen sayısında ‘Hırsızın da suçu var ama’ başlıklı yazıda kısmen buna değiniyorum. Her sistemde suiistimaller olabilir; ama Türkiye’de yaşananlar sadece basit kaçaklarla izah edilemeyecek ölçüde ve sistemik mahiyette. Örneklere baktığımızda sadece banka sahiplerinin kötü niyetiyle izah edilemeyecek bir durum görüyoruz. Çünkü bankacılık kamu otoritesinin yakın gözetimi ve denetimi altında. Banka izinleri, lisanslar Bakanlar Kurulu kararıyla veriliyor. Yıllarca sektörde tecrübe sahibi olmuş, şimdi de bu tabloyu devralmış biri olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
90’lı yıllar; yüksek iç borç faizleri ile birlikte çok sayıda bankaya lisans verilmesinin ve demin bahsettiğimiz %100 garanti sisteminin etkisiyle, Türkiye’nin ekonomik ve sosyal tarihinin en karanlık yılları oldu. Sizin de dediğiniz gibi bu işin kahramanları sadece banka sahipleri değil. Kamu otoritesi, politika ve bürokrasi en başta izin vererek, sonra da denetlenme sürecinde denetim raporlarını uygulamaya koymamak suretiyle bunlara göz yumarak ve hatta bankaları tasfiye ederken izlenen yol itibariyle, avamî tabirle bu soygun mekanizmasının araçları oldu. Bu şekilde hem içerideki servetin geniş bir kesimden dar bir kesime doğru transferi, hem de Türkiye içinden dışarıya doğru servet transferi gerçekleştirildi. Sonuçta bütün yük, toplumun üzerine yıkıldı.
 
Türkiye’de bankacılık sistemindeki en kapsamlı reform, Aralık 1999’daki stand by anlaşmasıyla başladı ve o günden beri İMF’nin çizdiği çerçeve esas alınarak yürüyor. Yasal düzenlemeler, gözden geçirmelerin kriteri haline getirilince gerçekleştiriliyor. 1933’ten 1999’a kadar beş düzenleme yapılmışken o tarihten sonra altı yasal değişiklik yapıldı. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Yasal düzenlemelerin Türkiye’nin geçirdiği yapısal dönüşüme uygun olması normaldir. 1933, 1958 ve 1985 böyle dönüm noktalarıdır. Fiyatların, finansal sistemin ve kambiyo rejiminin kontrol altında olduğu dönemlerin, bankacılık mevzuatıyla bu kontrollerin kalktığı dönemden farklı olması beklenir. 1985’ten itibaren yapılan düzenlemelerle bu, bankalar yasasındaki değişikliklere yansıdı. Ama gerekli altyapının oluşturulamadığı kanaatindeyim. Bankacılığın liberalizasyonunda, daha doğrusu genel olarak ekonominin liberalleşme döneminde ne hukukî, ne de ahlakî altyapı tesis edilebildi. “Türk işi liberalleşme” ne yazık ki gücü yetenin diğerlerini istismar ettiği, baskı altına aldığı bir orman kanunu ortamı doğurdu. Bankacılıkta fiyatların serbestleştiği, üstelik %100 sigorta garantisinin devlet tarafından verildiği bir dönemde bankaların hem sistem olarak, hem de tek tek denetim ve gözetim altında tutulması lazımdı. Kredi politikalarının, risk yönetimlerinin ve muhasebe sistemlerinin çok sıkı kurallara bağlanması gerekiyordu. Bunda çok gecikildi. İMF’nin getirdiği sistem bana göre Türkiye’deki malî sistemin çökmesini önlemeye dönük bir arayışın sonucuydu. Tabii bu arayış; Türkiye’ye duyulan sevgiden değil, Türkiye’deki malî sistemin çöküşünün Türk toplumunun, Türk ekonomisinin genel bir çöküşüne yol açabileceğinden duyulan endişeden kaynaklanıyordu. Durumu; Türkiye’nin dünya sistemine entegrasyonunun, genelde sistem, özelde de İMF için taşıdığı önemin, Türkler için taşıdığı önemden çok daha fazla olmasıyla izah edebiliriz. İMF’nin bankacılık sistemini düzenleme girişimi yeni liberal ekonominin ve liberal düzenin geç kalınmış bir gereğiydi. Ama tabii bir anda radikal bir değişimle banka sistemi değişime zorlanınca, bankaların hepsinin geçmişten taşıdığı büyük yükler bir anda çok sert bir geçişle yeni düzene uydurulmaya çalışılınca çöküşler başladı. Daha yumuşak, kademeli, aşamalı bir geçişle belki bu yükler azaltılabilirdi. Elbette, anlayışın da değişmesi gerekiyordu.
 
Yani ANLAYIŞ önemli diyorsunuz…
Evet, her iki anlamda da. Sadece aşamalı, kademeli geçiş yetmiyor. Bankacılık sistemindeki ahlakî riziko ilişkisini kesmek gerekiyordu. Bu da ekonomi yönetiminin genel anlayışı ile ilgili bir değişimi gerektiriyordu. Dönemin ekonomi yönetiminde ise bu anlayış yoktu. Sorun sadece teknik bir mesele olarak görüldü, yasal olarak ve teknik olarak yeni mekanizmaların getirilmesiyle sistemin kendini adapte edeceği düşünüldü. Oysa bir bankanın muhtelif tarafları vardır. Sermayedarlar, patronlar bir tarafta; banka yöneticileri bir tarafta; mevduat sahipleri ve kredi kullananlar bir tarafta ve kamu otoritesi bir tarafta yer alır. İlk iki grubu (sermayedarlar ve yöneticiler) Türkiye’deki sistemin yapısı gereği birlikte değerlendirmek daha doğru olur. Bu durumda, saydığımız her üç tarafın da banka sistemine bakışlarının değişime ihtiyacı vardı. Mevduat sahibinin bankaya para yatırırken sadece faiz oranlarına bakmaması, ‘hangi banka daha riskli’ diyerek risk hesabı yapması gerekiyordu. Kredi kullananın da “Banka yarın, kredimi kesip vadesinden önce geri çağırabilir mi?” veya “beni istediğim her zaman finanse edebilecek durumda mı?” diyerek aynı hesabı yapması gerekiyordu. Yönetimin ve banka patronlarının bakışı da değişmeliydi. Onlar da çarpık makroekonomik şartlardan doğan anormal kazançlara tamah ederek kontrolsüz faiz, kur ve likidite riskleri almaktan kaçınmalı; bankacılığı birkaç günlük değil uzun bir perspektifle yürütmeliydi. Tabii bütün bu taraflar arasında en temel anlayış değişimini yaşaması gereken kamu tarafıydı. Banka sisteminin ekonomide geniş kesimlerden belli bir kesime servet transferi aracı olarak kullanılmaması, tam tersine, teoride olduğu gibi çok sayıda küçük tasarrufun bir araya getirilerek yatırıma yöneltilmesi tanımına uygun bir anlayış geliştirilmesi gerekiyordu; ama bunların hiçbirisi olmadı. Bu değişim yaşanmadığı için banka sistemi, 90’lı yıllardaki kötü kullanımı, 90’ların sonunda büyük bir krizle ödemiş oldu. Tabii ne yazık ki bedelini, banka sisteminden çok genel toplum kesimi ödedi. 
 
Hazır söz, ödediğimiz bedele gelmişken, bunun ne kadarının kurtarılabileceğini sormak istiyorum. TMSF’deki bankaların devir zararı 17,3 milyar; hakim ortakların borcu da 11 milyar dolar. Üstelik sadece bununla da sınırlı kalmıyor. Banka bilançolarındaki tahribatın kapatılması amacıyla bu bankalara aktarılan devlet iç borçlanma senetlerinin üzerinde işleyen faizler var; artan borç stoku var; oluşan güven kaybından dolayı Türkiye’nin uğradığı milli gelir kaybı, iş gücü kaybı ve yatırım kaybı var. Bütün bu zararların telafi edilmesi mümkün değil; ama hiç olmazsa bir kısmını kurtararak bizi bir nebze de olsa rahatlatma sorumluluğu sizin omuzlarınızda. Nasıl bir strateji ve politika izliyorsunuz? Ümit vaat edebiliyor musunuz?
Zamanında çöküş bile bu kadar yüksek maliyetli olmuyordu. Sizin verdiğiniz rakamlar gerçekten işin boyutunun ne kadar büyük olduğunu gösteriyor ki buna ekleyeceğimiz daha çok fazla rakam var. Şunu çok basitçe söyleyebiliriz ki, bu paraların çoğu buharlaşmış. İleride bana kimsenin ‘bu paraları niye tahsil etmediniz’ dememesi için kapsamlı bir döküm hazırlattım. Gerçekten bu paraların büyük bir kısmı ortada yok. Onun için ne kadar sıkı tahsilat rejimleri, ne kadar sıkı kanunlar getirilirse getirilsin, buharlaşan paraları geri getirmek mümkün değil.
 
Fizikteki Lavoisier yasası “Rien ne se perd, rien ne se crée, tout se transforme” (hiçbir şey yok olmaz, hiçbir şey yoktan var olmaz, her şey biçim değiştirir) burada geçmiyor mu?
Hayır, geçmiyor. Maliyetin birçok unsuru var. Birincisi bankalarda bu işler olup biterken, müdahale etmemenin getirdiği sonuçlar var. İkincisi, her şey bitip de bankalara el konulduktan sonraki süreçte ihmaller var. Bu 17 milyar dolarlık devir tarihindeki zararlar daha sonra en az 5-6 milyar dolar daha arttı. Bu artış, bankalar devletin elindeyken oldu. Çünkü bankaların bir kısmına 2001 krizinden önce el konuldu. Bankaların malî bünyesi bozuktu. Hem faiz riski, hem kur riski taşıyan bilançolar vardı. 2001 krizi her iki riski de büyük boyutlarda sıçrattı ve zararları daha da artırdı. Devir zararı olan 17 milyar doların bir kısmı, sizin de dediğiniz gibi hakim ortakların kredi borcu olan 11 milyar dolardır. 1,5 milyar dolara yakını ise diğer borçlu firmaların ve grupların kullandığı ve ödemediği kredilerin karşılıkları dolayısıyla yazılan zararlardır. Geri kalan yaklaşık 5 milyar dolardan fazlası da, bankaların operasyon zararları, kur riski ve faiz riskinden doğan kayıplardır. Sondan başlarsak, kur ve faiz riski ile operasyon zararlarının hiçbirinin karşılığı yok. Bunlar buharlaşmış, özellikle yüksek faiz mekanizmasıyla devlete borç veren belli kesimlere transfer edilmiş ve geri almak mümkün değil. Yine, mevduata verilen aşırı yüksek faizlerle, çok büyük reklam harcamalarıyla, çok yüksek ücretlerle ve binalar, araçlar gibi çok pahalı operasyon giderleri ile oluşan zararları da şimdi geri getirmek mümkün değil. Elimizde 11 milyar dolar ve belki 1,5 milyar dolar bir kredi stoku var. Geriye dönüp baktığınız zaman, 11 milyar dolarlık hakim ortak kredi stokunun da çok büyük bölümü faiz. Bunlar, bankaların başka yerlerdeki zararlarını saklamak, bilançoları makyajlamak için işletilmiş gerçekçi olmayan astronomik faizler. Üçüncü kişi, borçlularda da aynı şekilde kriz döneminin yüksek faizleri söz konusu. Bu kısmı da buharlaşmış bölüme sokabiliriz. Çünkü bunlar hiçbir işin, hiçbir sanayinin ve ticaretin ödeyemeyeceği faizler. Üstelik söz konusu gruplar iyi durumdayken, ellerinde bankaları, varlıkları varken ödeyemedikleri bu borçları şimdi ne kadar tahsil edebiliriz, o da meçhul. Geriye ne kalıyor, onun araştırmasını yapıyoruz. Geride kalan, yani buharlaşmayıp katı kalanlar. Benim tahminim, bu tablo içinde 5-5,5 milyar dolar gibi bir para tahsil edebilirsek başarılı bir iş yapmış oluruz. Tabii bunlar 5 ila 15 senede ödenecek!
 
Yani Nasrettin Hoca’nın hikayesine döndü.
Bu ilk dönemin oluşturduğu tablo. Müdahaleden sonra krediler donduruldu ama gayri nakdî krediler, nakdî kredi risklerine dönüştü. Bunları da hesaba katmak lazım. Operasyon giderleri de sınırlandırılmakla beraber kısmen artmaya devam etti. En önemlisi, müdahale sürecindeki gecikmeler faiz ve kur riskinin artmasına yol açtı. Ayrıca müdahale edildikten sonra bile işlemlerin başlatılmaması ve geciktirilmesi büyük kayıplara yol açtı. Ben bunların kasıtlı olabileceğini düşünüyorum. Zamanında müdahale edilebilseydi belki daha iyi sonuç alınabilecekken geçen zaman zarfında bazı muvazaalı devirlerle, bazı mal kaçırma operasyonlarıyla, şimdi en sıkı tedbirlerle müdahale etsek bile var olmayan, uçmuş gitmiş olan varlıklarla karşılaşmazdık. Bu ihmal ve kasıtlarla, mal kaçırma operasyonları ile şu anda elimizde müdahale edebileceğimiz çok daha az miktarda bir varlık var. “Ümitli misiniz?” diyorsunuz; iddialıyız tabii. En azından bugüne kadar yapılandan daha iyi olacağı kesin. Şimdi biz geriye dönüp tek tek dosyalara bakıyoruz ve tespit edemediğimiz veya şimdi tespit etsek bile o günkü şartlarda müdahale edemediğimiz ne gibi mal kaçırmalar ve muvazaalı işlemler yapılmış olduğunu belirlemeye çalışıyoruz. Çok ciddi bir bilgi eksikliği, belki bilgi kaçırılması, gizlemesi söz konusu. Bunları tespit edebilirsek, bugünkü yasalar bize bunların bir kısmına müdahale imkanı getiriyor. Bu faturanın bir miktar daha düşmesini sağlayabiliriz. Sonuçta her şeye parasal ölçülerle bakmamak lazım. Burada vicdan çok önemli. Bizim ‘burada bir şey yok’ deyip durmamız da toplum vicdanı açısından kabul edilebilir bir şey değil. En azından yapılanların da bir şekilde cezalandırılması gerekiyor. Bu cezanın yolu ne olacak? Tabii yargı sistemi ona karar verecek. Topluma bu kadar maliyet yükleyen sistemin ve bu sistemin aktörlerinin hiçbir şey olmamış gibi iade-i itibarlarına engel olmak gerek.
 
Uzan grubuna yapılan müdahalenin siyasî olduğu iddia ediliyor. Toplum “Uzanlara niye müdahale edildi?” diye sormuyor; ama “daha küçük bir çapta da olsa benzer işleri yapmış olan gruplara da benzer müdahaleler yapılacak mı?” diye soruyor. Bu olmazsa iddialar haklılık kazanmaz mı?
Bu bir tek gruba veya aileye özgü bir şey değil. Çıkan yasa aynı fiili işlemiş herkes için geçerli. Müdahale kararı verirken “müdahaleden bir fayda bekleniyor mu?” sorusunu sormak lazım. Bu olayda faal şirketler var, mal veya hizmet var ama bu üretimden doğan hasılat devlete, yani alacaklıya gitmiyor; kaçırılıyor. Buna müdahale etme gereği vardı. Aynı şartlarda olan başka borçlulara da müdahale etmek görevimiz ve konu ile ilgili çalışmalarımız sürüyor. Ama birincisi, müdahale edilebilecek gerçek bir varlığın olması şart. Yoksa gidip tabela şirketlerini devralmaktan fayda bekleyemeyiz; sadece şov olur. Aslında bu 200 küsur şirketin de çoğu tabela şirketiydi. Ama gerçekte içi dolu olan, bir varlığı olan şirketler de vardı. İkincisi ise müdahale edilecek varlığın tespitinin yapılması. Şu anda diğer gruplar için de mal kaçırma hangi alanlarda, nasıl oldu, izini aramakla meşgulüz. Burada zorlandığımızı itiraf etmek zorundayım. Çünkü geriye dönüp dosyalardan bilgi üretmek, bilgi toplamak zorundayız. Bu bilgiye ulaşmada problem yaşıyoruz. İlla ‘bilgiler gizleniyor’ demek istemiyorum ama geçmişin şartları içinde böyle müdahale imkanları olmadığı için sistematik bir bilgi depolama mekanizması olmadı. Belki de o nedenle bu sıkıntıları yaşıyoruz. Bildiğiniz gibi, iki büyük banka patronunun, Bankekspres’in sahibi Korkmaz Yiğit’le, Egebank’ın eski genel müdürünün kaçırılmış mallarına müdahale ettik. Burada söz konusu olan, çok büyük gayri menkuller. Normalde eski yasaya göre bir şey yapılamıyor, yapılamadı. Ama arkadaşlarımızın dosya bazında yaptıkları tespitlerle biz bunları bulduk ve müdahaleyi yaptık. Bu malları tapudan direkt üzerimize geçiriyoruz. Bunun devamı gelecek. Yani diğer gruplara müdahale edilmediği doğru değil.
 
Yeni dönemde bu gelişmeleri sağlayan sadece yasal değişiklikler mi oldu?
Yasal değişiklikler kadar yönetimin tavrı da önemli. Son dönemde Türkiye’deki politik iklime paralel olarak personelin motivasyonunda da bir yavaşlama olmuş. Bildiğiniz gibi bu operasyonlarda çok ciddi sorumluluklar alınıyor. Hem kişisel, hem de kurumsal olarak yöneticilerin belli stratejik tercihler yapması gerekiyor. Bu sorumlulukları alacak irade o dönemde kaybolmuştu. Bunun yansıması olarak bazı gecikmeler yaşanmış, çok sayıda dosya ve karar bekletilmiş. Bizim önümüze getirilen bazı önergeler grup kararları için 3-4 ay önceki tarihleri taşıyor. Belli ki arkadaşlar hazırlamışlar. Sorumluluk üstlenmeme eğilimi dolayısıyla, moralini ve motivasyonunu kaybetmiş arkadaşlarımız da vardı. Yönetimimizin gösterdiği kesin irade sayesinde bir kısmına tekrar moral ve motivasyon kazandırmayı başardık. Sorumluluktan kaçmadık. Bunu arkadaşlara da gösterdik. Biz her türlü zor kararı almaya baştan hazır olarak geldik. Arkadaşlarımız da bütün psikolojisini, arzu ve şevkini bizim bu cesaret ve kararlılığımıza göre yeniden düzenledi. Şu anda sanıyorum daha iyi olacak.
 
Kamu vicdanını rahatsız eden sorumluların cezalandırılmasından bahsederken hep banka sahipleri ve kısmen de yöneticiler üzerinde durduk. Oysa siz, bankacılık sistemindeki zararlara yol açan sistemi tanımlarken iki unsurdan daha bahsetmiştiniz. Bunlardan biri kamu otoritesiydi. Biz biliyoruz ki, bir denetim raporu Bankalar Yeminli Murakıpları Kurulu Başkanına, oradan Hazine Müsteşarının önüne gidiyordu ve son kararı Hazineden Sorumlu Devlet Bakanı veriyordu. Banka izinleri Bakanlar Kurulu tarafından veriliyordu. Şimdi bütün bu tablonun oluşmasında banka sahipleri kadar sorumluluk sahibi olan bürokratlar ve siyasi sorumluluk sahibi kişiler hakkında yapılabilecek bir şey var mı?
Dediğiniz çok doğru. Topluma açık ve net bir şekilde söylemek lazım. Ben her fırsatta söylüyorum. Bu işlerin sorumlusu sadece banka sahipleri, o bankalara para yatıran mudiler ve kredi kullanan, borcunu ödemeyen firmalar değil. Siyasetçilerin ve siyasetçinin talimatlarına kayıtsız-şartsız uymayı meslek edinmiş bürokrasinin de burada büyük günahı var. Bu izinler imzalanırken, siyasetçi kendi başına imzalamadı. Bir işbirliği halinde imzalandı. Denetim raporları geldiğinde belki çekmeceye kondu; ama o raporları uygulamakla yükümlü olan bürokratlar vardı. Onlar da durumu görmezden geldi. Sonuçta bürokrat zümresi -hepsini kastetmiyorum ama en azından karar verici mevkiinde olanlar- görevlerini yapmış olsaydı, dürüstlükleri ile cesaretlerini birleştirebilselerdi bunlar yaşanmayabilirdi. Bir kısmının dürüstlüğü vardı; cesareti yoktu. Bir kısmının dürüstlük açısından da problemleri vardı. Siyasetçinin de bu işte büyük rolü oldu; ama siyasetçi sonuçta karşısında direnen bir bürokrat görmüş olsaydı böyle olmazdı. Biz de geçmişte siyasetçilerle çalıştık; şimdi de çalışıyoruz. Hiçbir siyasetçi yanlış bir şey yaptırma gücüne sahip değildir. Sonuçta o imzayı atma konumunda olan insanlar işlerini kaybetmeyi ama yanlış bir karar almamayı göze alıyorlarsa hiçbir siyasetçi ona yanlış bir şey yaptıramaz. Siyasetçinin arzusu, iradesi ile bürokratın bazı menfaat beklentileri, en azından işini kaybetme korkusu birleşince böyle bir tablo çıkıyor ortaya. Biz banka sahipleri ile ödeme planı görüşmeleri yaparken de, diğer bankaların yöneticileri ile konuşurken de bu izlenimi ediniyoruz. Hepsi bir şekilde ya kendileri de isteyerek ya da bazı ikna yöntemleri ile hakları olmayan, verilmemesi gereken lisansları almışlar. Çok ciddi bir yozlaşma dönemi yaşandı. En azından şunu biliyoruz ki, o dönemdeki bir hükümetin başbakanı ve ekonomiden sorumlu devlet bakanı, bankacılık sektörü ile ilgili bir yolsuzluğa karıştıkları Millet Meclisi tarafından tescil edildiği için, güvensizlik oyu ile düşürüldü. Bu bir vakıa. Türk Ticaret Bankası’nın hikâyesinin bu anlamda çok ciddi bir belgesel eser haline getirilmesi taraftarıyım. Türk Ticaret Bankasının çöküş hikâyesi aslında bu konuştuklarımızın da bir hikâyesidir. TTB Yıllarca Türkiye’nin en prestijli bankalarından biri olmuştu. Malî yapısının sağlamlığıyla, muhafazakâr bankacılık anlayışıyla Türk bankacılığında çok özel yeri olmuş bir bankaydı. Muhalif iki siyasi anlayışın ağırlıkta olduğu, ANAP-DSP-DTP koalisyonunda, her ikisinin de ortak iradeleri ve katkılarıyla sonuçta tasfiye haline getirilen bir banka konumuna düşmüş. Geçen gün bu bankanın çöküş sürecinde olumlu veya olumsuz rol oynayan. yöneticilerle konuştuk. Bir dosya hazırlayarak bana getirmişler. Türkbank dosyası; siyasetçi, bürokrat, iş adamı, medya işbirliğinin bir bankayı, üstelik toplum nezdinde de, sektörde de çok seçkin yeri olan bir bankayı sırf nemalanma kastı ile nasıl çöküntüye götürdüğünü acıklı bir şekilde sunuyorlardı.
 
5020 sayılı yasa; millî güvenliğin tehdit altında olduğu durumlarda olağanüstü hal uygulamasıyla nasıl bazı temel haklar ve özgürlükler Anayasa çerçevesinde kısıtlanıyorsa, banka hakim ortakları ve kredi borçluları için benzer şekilde geçmişe dönük takibe imkan tanıyan, ispat yükümlülüğünü onlara yükleyen düzenlemeler içeriyor. Benzer bir uygulama acaba siyasetçiler ve bürokratlar için de düşünülemez miydi?
Zor bir tercih. Zaman aşımı sınırları ve zaman zaman çıkan af yasaları hem memurlara, hem de siyasilere yönelik girişimleri önlüyor. Bu durumda her ikisi de geçerli olduğu için geriye dönük bir şey yapmak mümkün değil. Bu dönemi sorgulamak, sorumluları hakkında yasal süreçleri işletmek mümkün olsa da, şu anda geçmişe dönük bir yasa çıkarılsa bile, az önce bankacılar için söylediğim gibi yasanın uygulanacağı bir alan kalmamış olabilir. O dönemde görev yapmış, bu kararların altında imzası olan insanların mal varlıklarına değilse bile en azından belli kişisel özgürlüklerine müdahale edecek düzenlemeler ise “devr-i sabık yaratmak” olarak algılanır ve bu siyasal bir karardır. Ama bana göre toplum siyasî bir çözüm buldu ve söz konusu kadroları siyaseten tasfiye etti. Bu ciddi bir cezadır, ciddi bir derstir. O siyasi anlayışla birlikte aslında işbirliği yapan bürokratik mekanizmalar da cezalandırılmak istendi; en azından bu irade ve niyet iletildi. Bazen böyle bir ceza, gözden düşmek, unutulmak ve silinmek; hürriyeti bağlayıcı cezalardan daha ağır ve etkili olabilir.
 
Son olarak Tasarruf Mevduat Sistemine dönelim ve orada bağlayalım müsaade ederseniz. Sermaye piyasalarında ve özel finans kurumlarında mevduat sigortasına benzer “Güvence Fonu” adlı bir sistem var. TMSF’den farklı olarak muhtemel yükler, Hazineye değil sistemdeki diğer oyunculara yükleniyor. Dolayısıyla hem kamu kaynakları riske atılmamış, hem de sistem içinde bir otokontrol mekanizmasının gelişmesi teşvik edilmiş oluyor. Henüz sistemi büyük bir krizin dışına çekmeye çalıştığımız bir dönemde çok erken olabilir ama acaba ileride böyle bir yöntem finans sisteminin bütünü için daha uygun olabilir mi?
Şu anda TMSF aslî işlevine değil, geçici olacağını ümit ettiğimiz alacak tasfiyesi işine odaklanmış durumda. Şu anda tüm kamuoyunun dikkati orada; ama bu sonuçta geçici. Tasfiye edersiniz veya edemezsiniz; her iki halde de iş bitecektir. Geride bizim aslî sorumluluğumuz olan sigorta primlerinden oluşan fonun nasıl dizayn edileceği, nasıl yönetileceği meselesi var. Bence her şeyden önce bu garanti sisteminin, bürokratlar veya siyasetçiler tarafından yeniden kötüye kullanılmasına meydan vermeyecek bir yapıya kavuşturulması lazım. Biliyorsunuz, Temmuz ayı itibariyle sigorta kapsamının 50 milyara indirilmesi söz konusu. Bu birinci adım olarak güzel. Yani %100 garantiden sınırlı bir garanti sistemine geçilmesi ve bu da 20 bin euro olan Avrupa standartlarına yakın bir meblağ. Ama hatırlarsanız, İmar Bankası’na müdahale edilmeden önce kapsam zaten yine 50 milyardı. Ama ne oldu, BDDK bir kararla aynı anda mevduat garantisini de %100’e çıkardı. İleride benzer bir olayda aynı şeyin yapılmaması için bana göre mevduat garantisinin kanunla düzenlenmesi gerekiyor. Bu miktar her ne olacaksa, belli endekslerle artırma mekanizması da getirilerek kanunla korunması ve bir daha bürokratların da, siyasetçilerin de oynamayacakları bir kesinliğe kavuşturulması gerekiyor. İkincisi, belki tasarruf sahiplerinin de risk bilinçlerini arttırmak gerekiyor. 50 milyar sınırı bunu sağlayabilir belki, ama yine de o konuda banka sisteminin, banka meslek örgütlerinin ve belki bizim de sorumluluğu paylaşmamız gerekiyor. Sistemin çökmesi bize çok büyük yük getirecektir. Bizim de TMSF olarak, mevduat sahibinin risk-getiri bilincine ulaştırılmasına katkıda bulunmamız gerekiyor. Diğer taraftan işleyişin nasıl olması gerektiği konusuna gelince; şu anda hem biz, hem Hazine ve BDDK, en azından zihinsel ve teorik düzeyde ‘dünyada ne tip modeller var, bu modellerin hangisi bize daha uygun olabilir’ diye çalışmalar yapıyoruz. Türkiye şartlarına belki kademeli bir geçiş daha uygun olabilir. Yani bu bilincin oluşmasına ve banka sisteminin sağlıklı yapıya kavuşmasına kadar bu sistem devam eder; ama daha sonra Avrupa sisteminin adaptasyonu düşünülebilir. Hatta TMSF’nin bugünkü yapısı içinde ayrı, bağımsız bir kuruluş şeklinde mi organize edilmesi; yoksa Bankalar Birliği içinde veya bankaların ortak olduğu herhangi bir anonim şirket şeklinde mi örgütlenmesi daha uygundur meselesi de tartışılması gereken bir mesele.
 
Sayın Ertürk, çok teşekkür ederiz.

Paylaş Tavsiye Et