Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (January 2006) > Türkiye Siyaset > Hükümetin 2006 falı
Türkiye Siyaset
Hükümetin 2006 falı
M. Mücahit Küçükyılmaz
2006 YILINA girdik; ama Türkiye kamuoyunun hatırı sayılır bir kısmının aklı, şimdiden 2007 yılına takılmış durumda. Cumhurbaşkanlığı makamının 2007 Mayısında boşalacak olmasına karşılık, mevcut meclisin aynı yılın Kasım ayına kadar görevde kalma ihtimali, meclis içinden birilerinin bile fena halde canını sıkıyor. “Yeni cumhurbaşkanını bu meclis seçmemeli” sloganına sarılan “istemezük” çevresinin 2006 yılının başından itibaren, içinde bolca sandık, baraj, meşruiyet geçen cümleler kurarak gündem oluşturacaklarını tahmin etmek zor değil. Tahmini zor olan, bu gündemi oluştururken ne tür yolların kullanılacağı ve amaca ulaşmak adına siyasetin istikrar-itibar tartışmalarının yapıldığı kaygan bir zemine çekilip çekilmeyeceği…
Türkiye’de, işlevsizlik anlamında sembolikliği bir zamanlar sıkça vurgulanan cumhurbaşkanlığı, özellikle Cumhuriyet’in kurucu kadrosuna mensup liderlerin çekilmesinden sonra sancılı seçimlere sahne oldu. 1961-89 yılları arasında askerî darbeyle gelen cumhurbaşkanları olduğu gibi, darbesiz gelmeye çalışan asker cumhurbaşkanı adayları da arz-ı endam etti. 12 Eylül 1980’de ise cumhurbaşkanlığı seçimleri askerî darbeye gerekçe gösterildi. Denebilir ki, cumhurbaşkanlığı makamına gelecek kişinin belirlenme süreci, merkezî-bürokratik seçkinlerce hep bir “kritik eşik” olarak algılanmış; hatta bazen bu “kritik iş”, millet iradesinin tecelligâhı olan TBMM’ye bırakılmayacak kadar önemli görülmüştür. Yakın zamanlarda “cumhurbaşkanını halk seçsin” teklifinin dile getirilebilmiş olmasının ne denli “devrimci” bir nitelik taşıdığını anlayabilmek için, sonuçta sürekli olarak siyasetin -çoğu zaman da siyasetçiler eliyle- zarara uğratıldığı bu süreçlere göz atmak yeterlidir.
 
Devlet-TÜSİAD-AK Parti
Aslında bu üçleme, Cumhuriyet dönemi Türk siyasî hayatına damgasını vuran üç temel aktörün günümüze tekabül eden kurumsallaşmış halleri sayılabilir. Devlet, merkezde yer alan ve kendini ülkenin son tahlilde sahibi olarak gören bürokratik eliti; TÜSİAD, bazı temel konularda merkezle ittifak halinde olan, bazen de ondan farklı bir yol izleyerek siyaset kurumuyla “iş” tutan yükselen burjuvaziyi; AK Parti ise, toplumsal yaşamın dinamiklerini merkeze taşıma ve kabul ettirme misyonunu yüklenmiş olan siyaset kurumunu temsil ediyor. (Bu tür bir analizde CHP’nin yerinin siyaset kurumu olmadığını söylemeye gerek yok sanırım). Mustafa Özel’in Anlayış’ın Aralık sayısında yazdığı 6 paradoksa, AK Parti’nin “içerideki pozitivizm kalıntısı eliti bertaraf etmek” amacıyla, sadece halkoyundan aldığı güçle yetinemeyeceği için, iş dünyasının elitlerini memnun edecek politikalar uygulamak zorunda kalmasını ekleyebiliriz. Öte yandan Özallı yıllarda kazandıkları ivmenin 1990’ların koalisyonlar devrinde ve güçlenen milliyetçi-“ulusolcu” reflekslerin de etkisiyle sekteye uğramasından rahatsızlık duyan iş çevreleri için AK Parti elverişli bir ortak konumundaydı. Çünkü AK Parti iktidarı, geçmişte Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka, Demokrat Parti, Adalet Partisi ve de Anavatan Partisi’nin bile dillendirmediği “çağdaşlaşma”, “Batılılaşma” söylemlerini, hele ki AB sürecinde rahatça kullanabilen; tam da sermayenin arzuladığı neo-liberal küresel düzene entegre olmayı hedefleyen bir görüntü sergiliyordu. Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı özelleştirmelerinin yapılması, İMF politikalarının tavizsiz uygulanması, AB üyeliği hedefinin tartışmasız benimsenmesi, enflasyonun tek haneli rakamlara indirilmesi gibi icraatlar TÜSİAD’ın kurumsal çatısı altında toplanan iş ve sanayi çevrelerinin merkezci seçkinlerle birlikte gerçekleştirebileceği işler değildi. Üstelik, Kamu İktisadî Teşekkülleri’nin özel kişi ve kuruluşlara satılması ya da kiralanması ve devletin küçülmesi gibi konuların merkezdekiler tarafından bir hayat-memat meselesi biçiminde algılandığı bir ülkede, öne atılan AK Parti, TÜSİAD adına bir risk üstlenmiş gözüküyor. Bütün bu icraatları güçlü bir CHP, DYP, MHP ya da ANAP’ın aynı kararlılıkla yapacağını düşünebilir misiniz?
O halde, ne oldu da TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı ile Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Mustafa Koç, birdenbire Rektör Aşkın ve Orhan Pamuk davalarından seçim barajına kadar bir dizi konuda hükümeti topa tutma ihtiyacı hissetti; Başbakan Erdoğan’ın deyimiyle “anayasal suç” işledi? Aslında henüz öküz ölmüş, ortaklık bitmiş değil; o yüzden öküzün altında buzağı aramak için erken sayılabilir. Ancak TÜSİAD temsilcilerinin, kritik eşiğe yaklaştıkça AK Parti ile olan ve pratik gerekçelere dayanan konjonktürel ittifakı gözden geçirmeye başlayacakları; bunun yerine göreli fikir ayrılıklarına rağmen, dünya görüşü bakımından akraba oldukları merkezin temsilcileri ile daha sık bir araya gelecekleri öngörülebilir. Nitekim, Rektör Aşkın ve Orhan Pamuk davalarından seçim barajının 1-2 puan düşürülmesine kadar pek çok konuda demokrasi dersi veren TÜSİAD temsilcilerinin, AK Parti tabanının hassas olduğu başörtüsü yasağı ve katsayı konularında yıllardır tek bir “demokratik” açıklama yaptıkları duyulmuş değil.
Cumhurbaşkanı Sezer’in 10 yıllık geleneği bozarak TÜSİAD’ın Yüksek İstişare Konseyi toplantısına katılması, değişen ittifaklarla bugüne gelen devlet-burjuvazi-siyaset üçlü ilişkisinde yeni ittifak merkezinin ağırlığının ilk iki grup eksenine kaydığının bir başka göstergesi olabilir mi acaba? Programı Sezer’e göre yeniden düzenlenen toplantıda, özellikle seçim barajı konusunda ağız birliği etmişçesine konuşan taraflar, kritik zamanlar yaklaştıkça asgarî müşterekleri muhtemelen daha fazla hatırlayacaklar. Ancak insan şunu da sormadan edemiyor: Seçim barajının %10 veya %7-8 olması arasında mahiyet itibariyle ne fark var? Pragmatik gerekçelere dayandığı su götürmez olan bu talebin yerine, ilkeli ve tutarlı bir siyaset anlayışı, barajın ya mevcut durumda kalmasını ya da, en doğrusu, tamamen kaldırılmasını gerektirmez mi?
Nihayetinde, 2006’dan 2007 Mayısına kadar olan kritik eşikte, iktidarı, direndiği ölçüde sertleşecek saldırılar ve kuşatma operasyonlarının beklediğini iddia etmek kehanet sayılmaz. Elbette bu muhtemel gerilimli ortamda tek muarız, hükümetin siyasal muhalifi CHP olmayacak; her karşı argüman da onun lideri Baykal’ınki gibi -örneğin son İran-Türkiye, AK Parti-Humeyni benzetmesinde görüldüğü üzere- insanı gülümseten cinsten olmayacak. Hükümet ve AK Parti grubu üyelerinin açıkları, “maksadı aşan” sözleri ve biraz eskimiş de olsa, giyim-kuşam ile semboller üzerinden üretilen tartışma gündemleri daima tek hedefe yönelecek: 2007 Mayısı öncesi bir erken seçimi zorlamak. Ancak AK Parti için asıl sorun, merkez-burjuvazi-siyaset arasındaki üçlü ilişkide tek kalmak değil; kendisine iktidar olma niceliğini ve niteliğini sağlayan iki unsuru göz ardı etmektir: Grup dinamiği ve toplumun talepleri. Dolayısıyla yeni yılda hükümetin önünde -üç vakte kadar- iki yol görünüyor. Ama işin zorluğu şurada: Her iki yolun da yürünmesi gerekiyor.

Paylaş Tavsiye Et